0541 515 1920 | iletisim@tkh.org.tr

TKH 2018 Yaz Konferansı Siyasi Raporu
TKH 2018 Yaz Konferansı Siyasi Raporu
BÖLÜM I: Çok kutupluluğa giden dünya  
  1. Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından, emperyalist-kapitalist sistemin, Yeni Dünya Düzeni denilen ve küreselleşme ideolojisi ve söylemiyle tüm dünyaya yayılan saldırganlığı bugün uluslararası alanda ve tekil tekil bir dizi ülkede yaşanan sorunların kaynağıdır.
Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist bloğun çözülmesinin ardından, emperyalist-kapitalist sistem “Yeni Dünya Düzeni” diyerek “küreselleşmeyi” dünyaya dayatmıştır. Aradan geçen sürede 1990’ların başında “dünya vatandaşlığı, sınırların ortadan kalkması” gibi pozitif önermelerle örülmeye çalışılan küreselleşme ideolojisinden bugün geriye savaşlar,terörizm, işsizlik, yoksullaşma, adaletsizliklerin artışı, büyük bir göçmen ve sığınmacı sorunu, artan dinci, ırkçı, yabancı düşmanı gericilik gibi ağır sorunlar kalmıştır. Sadece sermayeye sınırsız hareket edebileceği bir dünya yaratılırken özelleştirme ve işçi sınıfının haklarının daraltılması uygulamaları artık emperyalist hiyerarşinin en tepesindeki ülkelerde de giderek sertleşmektedir. Buna paralel olarak, aşırı şekilde artan servetin az sayıda elde toplanması ve gelir eşitsizliklerinin giderek daha fazla arttığı bir dönem yaşanmaktadır. Bunun üzerine 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) başlayan emlakbalonuna bağlı mali krizin etkilerinden bütünüyle çıkılamadığı bu dönemde, emperyalistmerkezler başta olmak üzere tüm dünyada düşük büyüme oranları kırılamamaktadır. Kendi ülkelerindeki emekçileri de yoksullaştıran ve işsiz bırakan emperyalizmin tüm dünyayı yeniden ve yeniden paylaşmak için başlattığı savaşlar ve yaptığı müdahaleler terörizm olarak kendisini de vurmaktadır. Bugün dünyanın karşı karşıya olduğu sorunların tamamının nedeni emperyalist-kapitalist sistemin bütünlüklü bir hedeften uzak olan ve ülkelerinin emekçilerine dahi artık bir gelecek, yeni bir seçenek sunamayan, sunamadığı ölçüde daha da şiddetlenen saldırganlığıdır. Öte yandan, emperyalist-kapitalist sistemin bu saldırganlığının siyasi hedeflerle ilişkilendirilebilecek bir enerji ve güç olmaksızın sürdürülmesinin yarattığı boşluklar daha büyük sorunlara da neden olmaktadır.  
  1. Bu saldırganlık ve egemenlik politikası, emperyalistlerin hegemonyalarını sürdürme ve güç çekişmesine dönüşürken çok kutuplu bir sürece doğru evrilmeye başlamıştır.
Emperyalizmin yeknesak olduğu ve mutlak bir uyum, karşıtlık ve hiyerarşi içerisinde işlediği düşünülmemelidir. Sosyalizmin bir dünya sistemi olarak var olduğu bir dönemde ortaya çıkan özgün yönlerin bütünüyle emperyalizmi belirlediği söylenemez. Emperyalizmin doğası gereği tekeller arasındaki rekabetin sermaye sınıfının devlet aygıtları arasında da keskinleşmesi kaçınılmazdır. Sosyalist sistemin ortak bir düşman olması nedeniyle yaşanan özgün dönemin bu anlamda tamamen sonuna gelinmiştir. Dünya bir kez daha emperyalist ülkeler arasında rekabet ve çelişkilerin öne çıktığı ve yeni ittifak ve çatışma ihtimallerinin belirdiği bir döneme girmiştir. Bununla birlikte bugün için ABD’nin emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki liderliği ve hegemonyası tartışmasız sürmektedir. ABD bu liderliğin ve hegemonyanın getirdiği maliyetleri daha fazla taşımak istememektedir. Ancak mevcut koşullarda emperyalist güçler arasındaki pazar paylaşımını bütünüyle değiştirecek bir gücü ortaya koymakta da zorlanmaktadır. Bununla birlikte, ABD’nin konumunu kısa ve orta vadede tehdit edecek bir güç de görülmemektedir. Bu durum, emperyalist ülkeler arasında sosyalizme karşı mücadele ederlerken sağlayabildikleri eş güdüm ve işbirliği sayesinde görece dengeli bir şekilde sürdürdükleri rekabetin tekrar görünür hale gelmesine ve aralarındaki çelişkilerin belirleyiciliğinin artmasına neden olmaktadır. Öte yandan, Çin’in gösterdiği olağanüstü ekonomik gelişme, Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne dayanan teknolojik altyapısını emtia fiyatlarının yüksek olduğu dönemde elde edilen gelirlerle etkin bir şekilde kullanması, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi önemli doğal kaynaklara, büyük birer nüfusa ve bölgelerinde öne çıkan avantajlı konumlara sahip ülkelerin taşıdığı potansiyel gibi olgular emperyalist sistemde bir grup ülkenin öne çıktığı yeni durumları da beraberinde getirmiştir. Tüm bunların neticesinde gerek emperyalist kamp içerisinde gerekse öne çıkan ülkeler ile emperyalist ülkeler arasında karşı karşıya gelişler artmaktadır. ABD’nin Almanya başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB) ile yaşadığı sorunlar ve hatta geleneksel olarak kendisine daha yakın olduğu halde “Brexit” (Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması süreci)görüşmelerindeki tartışmalar üzerine İngiltere ile yaşadığı sürtüşmeler ve Çin ile gümrük tarifeleri üzerinden yaşanan açık rekabet ile Güney Çin Denizi gibi alanlarda başlayan askeri gerilimler, Rusya ile Ukrayna, Kırım, Suriye başlıkları ile birlikte yaptırımlar ve seçimlere müdahale gibi bir dizi başlıkta yaşanan gerilimler bu rekabet ve çelişkilerin yansımasıdır. Bu çerçevede, emperyalist ülkeler içinde farklı odaklar ortaya çıktığı gibi emperyalist olmaya aday ülkeler içinde de yeni odakların oluşmaya başladığı bir dönemden geçilmektedir. Henüz yolun başlarında olan bu sürecin kısa ve orta vadede kesin sonuçlara bağlanması mümkün görünmese de dünyanın çok kutupluluğa doğru gittiği görülmektedir.  
  1. Çok kutupluluğa giden süreç henüz ABD’nin emperyalist sistem içindeki başat rolünü ortadan kaldırmadığı gibi ABD de mutlak hegemonyasını devam ettirmek üzerine kurulan bir politik strateji yürütmektedir.
Emperyalist sistem içerisindeki rekabetin ve çelişkilerin artması bir olgu olmakla birlikte bu durum ABD’nin sistem içerisindeki başat rolünü henüz tehdit etmekten çok uzaktır. Buna karşın ABD’ye karşı daha fazla itiraz yükselmekte, özellikle AB ülkeleri ABD ile farklılaşan çıkarlarını korumak için daha belirgin tavır göstermekte, Çin ve Rusya gibi ülkeler ABD’ye karşı zaman zaman etkili olan bir direnç gösterebilmektedir. Tüm bunlara rağmen ABD dünyanın en büyük ekonomisine ve sermayesine sahip olmak, ABD dolarının rezerv para olması özelliği, teknoloji alanında yenilikçi ve belirleyici olmak, tüm dünyaya müdahale edebilen yegane askeri güç olmak, kültürel hegemonyasını sürdürmek gibi pek çok üstünlüğünü hemen hiç sarsılmadan korumaktadır. Buna karşılık ABD mevcut dengeleri değiştirecek potansiyel gelişmelere karşı bir politik strateji izlemektedir. Henüz bütünlüklü ve kesin bir çerçeveye oturmasa da Alman bankaları ve otomobil tekellerine uygulanan cezalar, başta Çin olmak üzere gümrük tarifelerine ilişkin yapılan korumacı hamleler, NATO harcamalarına ilişkin sürdürdüğü baskı, Rusya ile olan ilişkilerindeki gelişmeler, Çin’e karşı Asya’da kontrollü bir askeri gerginlik, İran ile yapılan nükleer anlaşmasının yeterli payın alınamaması nedeniyle rafa kaldırılması gibi adımlar ABD’nin kendi konumuna yönelen potansiyel tehditleri sınırlandırma yöntemleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hamlelerin bütünüyle geçici sayılması, etkisiz olduklarının düşünülmesi için herhangi bir neden yoktur. ABD, 1990’lar ve 2000’lerde ki gibi her planını bütünüyle hayata geçiremese bile hala daha yeni durumlara en hızlı şekilde uyum sağlayan bir esnekliğe sahip durumdadır. Bu esneklikle hedeflerine uygun yeni planları hızla uygulayabilmektedir. Suriye emekçilerinin olağanüstü direnişiyle Suriye’den bir Sünni devleti çıkarmak mümkün olmadığında Kürtler üzerinden yeni bir hamle yapılması bunun tipik örneğidir.  
  1. Emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkilerin, AB’nin dağılması, ABD ile AB arasındaki köprülerin atılması gibi uç sonuçlara varacak şekilde emperyalist sisteminin temel mekanizmasını çözecek ve mutlak bir kopuşa denk gelecek bir mahiyete sahip değildir.
Emperyalizmin mevcut yapısını değişime zorlayan etkenler ve eğilimleri uçlara taşıyıp emperyalizmin çözemediği veya çözemeyeceği derin bir siyasi kriz içerisinde olduğu tespitleri yapılmasının herhangi bir maddi temeli yoktur. Henüz emperyalist ülkeler ve bu ülkeler ile emperyalist olmaya aday ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkilerin boyutu sistemi çözücü bir niteliğe ulaşmamıştır. Bu potansiyel bulunmakla birlikte böylesi bir güçlü müdahaleyi yapabilecek bir güç bulunmamaktadır. Bu çerçevede uzun vadeli olasılık ve olanaklar üzerinden emperyalist sistemin büyük bir krizde ve çöküşte olduğu, yenildiği gibi tespitlere itibar edilmemeli ve aceleci davranılmamalıdır. Bugün için sürtüşme noktaları olarak gözüken pek çok başlık bir süre sonra uzlaşı noktalarına, direnç odağı olarak görülen ülkeler işbirliği ve ittifak unsurları haline gelebilecektir. Diyalektik bir sürecin ilerleyeceği görülmelidir. Bu nedenle,emperyalist sistemde bir değişimin bugünkü koşullarda uzun vadeye yayılacağı öngörülerek hareket edilmelidir. ABD ve AB arasındaki sürtüşmeler, genel olarak, 75 yıla varan büyük ittifakın nasıl devam edeceğinin belirlenmesine yönelik bir müzakere süreci olarak değerlendirilmelidir. Son tahlilde, 75 yıl içerisinde ortaya çıkan mekanizmalar ve anlayışlar emperyalist ülkelerin farklılıkları kadar ortaklıklarını da öne çıkarmaktadır. Yine AB içerisinde farklı ağırlıkları olan ülkelerin farklı tercihleri ve öncelikleri de ortak çıkarlarının bütünüyle önüne geçmiş değildir.  
  1. Emperyalist ülkelerde yaşanan gerilimlerin en önemli kaynağı iktisadi kriz ve krizden çıkış arayışları olduğundan böylesi bir durumun emperyalist güçler arasında yeni ilişkiler ve gerilimler yarattığı görülmelidir.
Bugün emperyalist blok içerisinde 2008 krizinin etkileri ve bu krizden çıkış için arayışlar birbirlerini çelen ve hatta zaman zaman karşıtlaştıran durumlar yaratabilmektedir. Emperyalist ülkelerin iktisadi farklılıkları kadar emperyalist ülkelerdeki sermaye gruplarının farklı çıkarları da gerek uluslararası siyasette gerekse düzen siyaseti içerisinde gerilimler yaratmayı sürdürmektedir. Yine de bugün için önceliklerde yaşanan farklılaşmanın gerek emperyalist ülkelerin iç siyasetinde gerekse emperyalist ülkeler arasında köklü bir hesaplaşmaya dönüşmesi için henüz çok erkendir. Bu çerçevede, emperyalist ülkeler içerisinde geleneksel yakınlıklara göre ve zaman zaman bunu da aşan şekilde yan yana gelişler söz konusudur. Bu açıdan, ABD ve İngiltere ile Almanya ve Fransa’dan oluşan iki gruplaşmanın öne çıktığı söylenebilir. Bu gruplaşmalar bugün için mutlak olmasa ve zaman zaman kendi içlerinde gerilimler yaşasa da uzun vadede iki ayrı kutup oluşturma potansiyeline sahiptir. Bu tabloya ek olarak Çin de güçlü bir kutup yaratma potansiyeline sahiptir. Rusya’nın ise,mevcut koşullarda, bir tamamlayıcı ülke konumunda olması ve başta Çin olmak üzere herhangi bir kutba etkili bir şekilde eklemlenmesi ihtimalinin daha gerçekçi sayılması uygun olacaktır.  
  1. Dünyanın gidişatının dünya savaşları öncesiyle benzeşmeye başlaması öncelikle emperyalist sistemin hiyerarşik yapısındaki dönüşüm dinamikleri ile ilişkili olup orta vadede bir dünya savaşı beklentisi gerçekçi olmaktan uzaktır.
Çok kutupluluğa giden dünya giderek 20. yüzyılın başlarındaki emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkilerin arttığı döneme benzemektedir. Emperyalist sistem iki dünya savaşı sonrasında geçirdiği dönüşüm ve yarattığı araçlarla bu rekabeti ve çelişkileri yönetme ve yönlendirme açısından imkanlara sahiptir. Bugün dünyada çok uluslu imparatorluklar veya sosyalist bir büyük güç yoktur. Dahası 20.yüzyılın ilk yıllarından farklı olarak Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi çok sayıda uluslararası kuruluşla birlikte belirli bir işbirliği ve eş güdüme sahip bir emperyalist sistem işlemektedir. Bu olanaklar önemli etkilere ve yönlendiriciliğe sahiptir. Yine bugün 1914 veya 1939’da Almanya’nın öne çıktığı gibi üretim potansiyelini arttıran ancak pazarlara erişmekte zorlanan bir güç de bulunmamaktadır. Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde, tek kutupluluğun, kapitalizmin doğası gereği ortaya çıkan rekabet ve çelişkileri çözmekte yeterli beceriyi göstermekte zorlanması nedeniyle, bir dönüşümü zorlayan dinamikler yarattığı söylenebilir. Çok kutupluluk eğilimi tam olarak bu dinamiklerden doğmaktadır. Bununla birlikte, önümüzdeki 20 yıla varan bir süreç için bu dinamiklerin mutlak olarak galip geleceği ve kısa veya orta vadede rekabet ve çelişkilerin bir dünya savaşıyla sonuçlanacağı beklentisi abartılı sayılması gereken ve gerçekçi olmaktan uzak bir yaklaşımdır. Bir dünya savaşı olasılığının artması için öncelikle çok kutupluluk eğilimini doğuran dinamiklerin somut sonuçlarının yaşanması ve emperyalist güçler arasındaki dengelerde önemli sarsıntıların gerçekleşmesi gerekmektedir.  
  1. Başta emperyalist ülkeler olmak üzere tüm ülkelerde burjuvazi bu dinamikleredaha hızlı müdahale edebilecek ve konum alabilecek bir devlet yapılanmasını tercihetmektedir.
Burjuva sınıfını oluşturan sermaye sahiplerinin çıkarları tamamen ortak ve aynı hedefeyönelen bir nitelikte değildir. Benzer şekilde emperyalist sistem içerisinde yer alanülkelerin çıkarları da tamamen ortak ve aynı hedefe yönelen bir nitelikte değildir. Bununlabirlikte, tek tek ülkelerde ve bir bütün olarak emperyalist sistem için sermaye sınıfının tekilüyelerinin çıkarlarının ötesine geçen sermaye sınıfının genel çıkarları olduğu daunutulmamalıdır. Çok kutupluluğa doğru seyreden dinamikler ile birlikte sermaye sınıfının genel çıkarları vefarklı siyasi partilerde temsil edilen tekil sermaye gruplarının çıkarları arasında ülkelerin içsiyasetinde ve uluslararası siyasette çeşitli dengeler oluşmaktadır. 1970`lerin sonundan itibaren başlayan ve sosyalizme karşı son büyük ideolojik saldırıaçısından anlam kazanan yürütmenin güçlendirilmesine yönelik eğilim, sonrasında eskisosyalist ülkelerin parçalanması ve sisteme entegrasyonunda olduğu gibi bugünemperyalist sistemin içinden geçtiği dinamikleri yönetmek açısından da etkin bir seçenekolmayı sürdürmektedir. Öte yandan, son büyük ekonomik kriz sonrasında küreselleşme ideolojisinin yetmediğiancak yerinin de ne iktisadi olarak ne de bu eksiklik nedeniyle ideolojik alandadoldurulamadığı ortadadır. Söz konusu koşullarda oluşan bu boşluğun doldurulmasıgerekmektedir. Bu iki ihtiyacın çakışması sonucunda tüm dünyada siyaset merkezi giderek daha fazla sağakaymakta, terör sorunu üzerinden baskıcı yöntemler uygulamaya sokulmakta, işsizlik veyoksulluk gibi sorunların düzen karşıtı kanallara akmasını engellemek için göçmen vesığınmacılar üzerinden yabancı düşmanlığı öne çıkmakta, buna paralel olarak ulusalsöylemler görece arttırılmakta, sağ popülizme alan açılmaktadır. Bu genel eğilimin istisnasıolan ülkelerde ise sosyal demokrasinin geleneksel büyük partilerinin çökmesi nedeniylegeçmişte “radikal demokrat” olarak nitelendirilen partiler sağcılaşarak yeni sosyal demokrasinin “temsiliyetiyle” öne çıkmaktadır. Tüm dünyadaki bu eğilimin, yürütmenin güçlendirilmesi ve giderek tekleşmesine yönelikadımlarının büyük ölçüde kalıcı olacağı ancak milliyetçi ideolojiden beslenen sağpopülizmin işlevselliği ölçüsünde kullanılacağı bilinmelidir. Büyük Britanya`da BağımsızlıkPartisi`nin AB`den çıkış referandumu sürecinde olağanüstü güçlenmesine rağmen son genelseçimlerde bütünüyle Muhafazakar Parti içerisinde erimiş olması bunun en tipik örneğidir. Bu durumu, faşizmin gelişi ve hatta yükselişi olarak değerlendirmek büyük bir hatadır vedünyada solu, düzen partilerinin kuyruğuna takılan bir stratejiye mahkum etmektedir.  
  1. Ulus devletler çok kutuplu bir dünyaya doğru evrilen süreçte kendilerine yer edinmektedir.
1990`lı yıllarda küreselleşme ideolojisi ile birlikte sıklıkla tekrar edilen ulus devletlerin sonunun geldiği tezleri yanlışlanmıştır. Özellikle emperyalist ülkeler açısından ulus devletlerin sonunun gelmesi bir yana, yeni işlevler yüklenerek varlıklarını sürdürecekleri anlaşılmaktadır. Bununla birlikte özellikle sömürge niteliğinde olan veya sisteme eklemlenmekte sorun çıkaran ülkelerde sömürünün derinleştirilmesinin bir aracı olarak merkezkaç güçlerin kullanılması devam edecektir. Emperyalist bir ülkenin sermaye sınıfının genel çıkarlarının korunmasının daha fazla öne çıktığı bir dönemde ulus devletler de sermaye sınıfı açısından faydalı olmayı sürdürmektedir. Gerektiğinde korumacı önlemler için bir çerçeve sağlayan ulus devlet aynı zamanda sermaye sınıfının ihtiyaçlarının ülke içinde ve dışında dayatılması için de meşru sayılan bir araç olmaktadır. Bu durum, bu çıkarların korunmasının da bir aracı olan uluslararası örgütlerin ortadan kalkacağı gibi karşıt uçlara doğru savrulacak tezleri geçerli kılmamaktadır. Tüm dünyada entelektüel kıtlığın bu türden radikal gözüken tespit ve tezlerle görünür olmaya çalıştığı bilinmelidir.  
  1. Uluslararası yaptırımlar, şirketlere uygulanan yüksek para cezaları ve son dönemde gündeme gelen ticaret savaşları özellikle emperyalist olmaya aday Çin ve Rusya gibi yükselen odaklara karşı başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin hegemonyasının korunması için alınan tedbirlerdir.
Emperyalist ülkelerin sistemdeki değişikliklere dönük dinamikler karşısında hamleler geliştirdikleri ve geliştirmeyi sürdürecekleri görülmektedir. Uluslararası yaptırımlar,gümrük tarifeleri başta olmak üzere korumacı tedbirler gibi adımlar emperyalistlerin öncelikle Çin ve Rusya gibi ülkelere karşı bir sınırlama hareketi olarak görülmelidir.Bununla birlikte, bu tür tedbirler belirli bir ölçekte de olsa kendi aralarındaki rekabete de yansımaktadır. Bu tür tedbirlerin yeni sorunlar ve çelişkiler yaratacağı söylenebilir. Dolayısıyla bu tedbirlerin süreklilik kazanması olasılığı görece düşük olmakla birlikte bu ihtimalin çok kutupluluğa giden sürecin sonuçlarını hızlandırıcı etkileri de olabilecektir. Örneğin, benzer bir ticaret savaşının sonrasında Birinci Dünya Savaşı`nın yaşandığı hatırlanmalıdır.  
  1. Çin emperyalist olmaya aday ülkeler içerisinde sanayileşme, iktisadi potansiyel ve nüfus kaynakları bakımından en fazla öne çıkan ülkedir.
Çin büyük ve eğitimli nüfusu, sanayileşmedeki büyük gelişimi ve taşıdığı iktisadi potansiyel ile bugün dünyada emperyalistleşme potansiyeli en yüksek ülke konumundadır. Önümüzdeki dönemde Çin açısından belirleyici olacak unsur, niceliksel gelişimini niteliksel bir gelişime evriltmeye yönelik planlarının başarıya ulaşma derecesi olacaktır. Bununla birlikte diğer emperyalist ülkelerle kıyaslandığında doğal kaynaklar açısından fakir sayılabilecek bir ülke olan Çin`in ham maddelere düzenli ve sürekli erişimi Çin ekonomisinin gelişim göstermesi açısından en kritik sorun olmayı sürdürmektedir. Bu sorun Çin`i sınırlandırma açısından emperyalizmin temel hedefi olacaktır. Yine ekonomik gelişmeyle birlikte Çin`in büyük nüfusu yaşlanmaya başlamıştır. Orta vadede çalışan nüfus ile yaşlanan nüfus arasındaki dengede yaşanacak değişimler Çin`i zorlayacak bir başka faktör olarak devreye girecektir. Çin bu sorunları aşmak için çeşitli tedbirler almaya çalışmaktadır. Ham maddelere erişim ve yeni pazarlar için Asya, Avrupa ve Afrika`yı birbirine bağlayacak “Tek Kuşak Tek Yol”projesi geliştirilmektedir. Yaşlanan nüfusa karşı ise tek çocuk politikasından vazgeçilmiş ve ikinci çocuk için zorlaştırıcı tedbirler gevşetilmektedir. “Tek Kuşak Tek Yol” projesi olağanüstü boyutları, uluslararası niteliği ve dünyanın en istikrarsız bölgelerini de kapsaması nedeniyle zorlu bir proje olmakla birlikte özellikle Almanya gibi ihracatçı ekonomilerle belirli bir paylaşımı sağladığı ölçüde önümüzdeki dönemin en önemli gündemlerinden biri olmayı sürdürecektir. Öte yandan, kendisi kağıt üstünde de kalsa sosyalizmin planlama imkanlarının ve devletin kolaylaştırıcı müdahalelerinin avantajı, Çin`in diğer emperyalist ülkelerde olmayan maliyetleri düşürücü ve rekabetçiliğini yüksek tutan olanaklara sahip olmasını sağlamaktadır. Ancak özgün teknolojik gelişim yönünden emperyalist ülkelerle Çin arasında hala büyük bir fark bulunmaktadır. Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde Çin`in önümüzdeki dönemde daha da güçleneceğini söylemek mümkündür. Ancak bugünden karşıtlıkların şiddetine ilişkin söylenebileceklerin sınırları olduğu ve spekülasyonlara dikkat edilmesi gerektiği de not edilmelidir.  
  1. Rusya’nın askeri teknolojide öne çıkmakla birlikte doğal kaynak ihracatına dayalı bir ekonomiyle kendi başına emperyalist bir ülke olmaktan ziyade eklemleneceği kutbun öne çıkan bir ülkesi olması ihtimali daha yüksektir.
Rusya ekonomisi fazlasıyla baskın şekilde doğal kaynak ihracına dayalıdır. Bu haliyle Rusya`nın emperyalist bir ülke haline gelebileceğini söylemek çok zordur. Sovyetler Birliği`nden devralınan sanayi 1990`larda yağmalanarak önemli ölçüde erozyona uğramıştır. Her ne kadar kapitalist iktisatçılar Rusya`nın iktisadi olarak iyi yönetilen bir ülke olduğuna dönük övgülerde bulunsalar da, Rusya ekonomisinin olağanüstü bir nitel sıçrama yapmadan daha fazla öne çıkması zor sayılmalıdır. Yine Sovyetler Birliği`nden devralınan gelişkin askeri teknoloji ve sanayi altyapısı ile 2000`lerdeki yüksek emtia fiyatlarından sağlanan büyük gelir fazlasının stratejik kullanımı Rusya`yı özgün ve önemli bir güç haline getirmektedir. Özellikle nükleer silahlarını modernleştirmiş Rusya`nın emperyalizme karşı caydırıcılığı yüksektir. Bununla birlikte, Rusya`nın doğal etki alanı sayılabilecek eski sosyalist blok ülkeleri ile bağları 1990`lardan başlayarak kopartılmıştır. Dahası eski Sovyet cumhuriyetlerinin önemli bir kısmı bugün ABD ve Avrupa Birliği`ne çok daha yakındır. Rusya, bu anlamda, emperyalizm tarafından önemli ölçüde kuşatılmıştır. Bu kuşatmanın kabullenildiği 1990`lardan farklı olarak, 2000`lerin ikinci yarısından itibaren Rusya`nın aktif bir savunma içine girdiği görülmüştür. Gürcistan ile başlayan bu süreçte Orta Asya, Ukrayna ve son olarak Suriye`de emperyalizmin politikalarına karşı önemli bir direnç oluşturulması sağlanmıştır. Bu direncin bir savunma pozisyonu içerdiği ise asla unutulmamalıdır. Bu duruma bakıp Rusya`yı emperyalist saymak ne kadar yanlışsa, onu bir kurtarıcı gibi görüp anti-emperyalist mücadelede bir yeri olduğunu iddia etmek de o kadar yanlış olacaktır. ABD ile sorun yaşayan ülkelerin bu yöndeki çıkışlarının önümüzdeki dönemde artacağı söylenebilir. Bu açıdan, Rusya değerlendirmelerine artık Sovyetler Birliği`nin olmadığı asla akıldan çıkartılmadan yaklaşılmalıdır.  
  1. Emperyalizm, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Asya`da hegemonyasını korumak için müdahalelerini sürdürecektir.
Emperyalizm 1990`lı yıllarda önceliğini, Rusya`nın Sovyetler Birliği`nin etki alanında geriletilmesine ve kendi sınırlarına çekilmesine vermişti. Bugün gelinen noktada Rusya`nın bu politikaya karşı daha etkin bir savunma geliştirdiği görülmekle birlikte bu politika hala yürürlüktedir. Diğer taraftan Çin`in yeni ticaret yolları ile etkinliğini arttırma ve ham madde akışının güvenliğini sağlama stratejisine karşılık Çin ve komşularında sorunlar yaratma ve Kore ile Güney Çin Denizi başta olmak üzere askeri gerginlikler çıkarma politikası belirginleşmektedir. Ortadoğu da 1990`dan beri olduğu gibi müdahale alanı olmayı sürdürecektir. Özellikle siyasal İslam`ın rafa kaldırıldığı bir dönemde İslam coğrafyasında dönüşüm adına yeni adımlar atılacaktır. Benzer şekilde Filistin Sorunu`nda da İsrail yanlısı yeni hamleler yapılacaktır. Daha önemlisi ise Suriye`de yıkılmayan Şii ekseninin zayıflatılması için Suriye ve Irak`ta İran etkisinin azaltılmasına dönük girişimler sürecek ve İran hedefte olmaya devam edecektir. Tüm bunlar önümüzdeki dönem yeni çatışmalar da dahil olmak üzere, emperyalizmin müdahalelerinin artacağı bir dönemde olduğumuzu göstermektedir.  
  1. Hindistan, Çin`e karşı emperyalizmin önemli bir aracı haline getirilmek istenecektir.
Yüzyıllar boyunca İngiltere`nin sömürgesi olan Hindistan emperyalist sisteme yabancı değildir. Büyük ve dinamik bir nüfusa sahip ülke eğitimli iş gücü ile emperyalizme ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünü sağlamak üzere de bir rol almaktadır. Hindistan aynı zamanda Çin ile sınır sorunları başta olmak üzere karmaşık ilişkilere sahiptir. Ancak coğrafi konumu gereği, Çin`in dış ticaretinde maliyetleri önemli ölçüde azaltabilecek bir durumda olan Hindistan`ın, Çin`in özellikle Ortadoğu ve Afrika`ya açılmasında stratejik bir konumu olacaktır. Hindistan önemli bir ekonomi olmakla birlikte bir bölgesel güç olarak öne çıkmaktadır. Bu bağlamda kendi bağımsız politikaları yerine emperyalist odaklara eklemlenen etkin bir rol üstlenmesi daha mümkündür. Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde, özellikle ABD`nin önümüzdeki dönemde Çin`i daha fazla sınırlamaya çalışacağı görülmektedir. Bunun için Hindistan`ın Çin ile bir işbirliği geliştirmesinin önüne geçilmek istenecektir. Öte yandan son yıllarda Çin`in Pakistan ile ilişkileri de ciddi bir gelişme göstermiştir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde yanına Pakistan`ı da alan Çin ile Hindistan`ın karşı karşıya gelişleri beklenmelidir.  
  1. Önümüzdeki dönemde emperyalizmin müdahale gündeminde İran öneçıkacaktır.
İran`ın anti-Amerikancı geleneği ve İsrail karşıtı siyaseti ile tüm Ortadoğu`daki Şii nüfus üzerindeki etkisi emperyalizmin bölgedeki çıkarları ve ortakları açısından tehdit olarak görülmektedir. 1980`de Saddam Hüseyin ve Irak kullanılarak müdahale edilmek istenen İran, özellikle son 10 yılda yeniden önde gelen hedeflerden biri konumundadır. Öte yandan, İran halkının Musaddık`ın petrolü millileştirmesi döneminden gelen anti-Amerikancılığı bu müdahalenin önündeki en büyük engel olmayı sürdürmektedir. ABD ile birlikte molla rejimini yıkmak bir yana sarsabilecek dahi bir dinamik ve güç bulunması ihtimali zayıf gözükmektedir. Bununla birlikte pek çok büyük etnik grubun Şiilik etrafında bir araya getirildiği bir toplumsal yapının zayıflıkları da vardır. Bunların başında uzun yıllardır iktidarda olan molla rejiminin yoksulluğu kıramaması ve son dönemde uluslararası yaptırımlardan yararlanarak zenginleşen bir yönetici tabakanın ortaya çıkması ile dini kurallara göre düzenlenmek istenen toplumsal yaşamın ülkenin zenginliğine dar gelmesi sayılmalıdır.Zaman zaman etkili eylemlere de neden olan bu sorunlar İran`ın yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir. Özellikle ABD`nin önümüzdeki dönemde İran`ı hedefe oturtmak için hazırlıklar yaptığı görülmektedir. Yapılan nükleer anlaşması sonrasında gevşetilen yaptırımlar sayesinde Almanya ve Fransa`nın ülkeye büyük yatırımlar yaptığı bilinmektedir. Bu açıdan ABD,İran`da dışlanan bir konumda kalmıştır. Dolayısıyla, ABD`nin nükleer anlaşmasından çekilmesi ve Almanya ile Fransa`nın başını çektiği AB`nin bu anlaşmanın devamından yana gösterdikleri tavır olası bir emperyalist müdahaleyi geciktiren ve zayıflatan en önemli unsur olmayı sürdürmektedir. Suriye`de kazanamayan emperyalizmin, İran ile yeni bir uzlaşı için bölgede yayılan İran kontrolündeki askeri ve paramiliter güçlerin geri çekilmesini ve kontrol altına alınmasını sağlamak isteyeceği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra, Irak`ta Sadr gibi Şii aktörlerle geliştirilmeye çalışılan ilişkiler de bölgedeki Şiiler üzerinde İran üzerinde alternatif bir etki yaratma çabalarının ürünüdür. Bu çerçevede, önümüzdeki dönemin gündemi İran`a müdahale olacaktır. Bu gündemde ise özellikle emperyalizmin müdahale arayışlarına karşı direnç oluşturulması ile molla rejiminin destekçisi haline gelmek arasındaki sınıra dikkat edilmesi gerekmektedir.  
  1. Suriye direnişi önemli bir başarı yakalamış ve emperyalist planları boşa düşürmüştür. Ancak, emperyalizmin bütünüyle yenildiğini söylemek için henüz çok erkendir.
Suriye emekçilerinin selefi/cihatçı terör örgütlerine karşı gösterdikleri olağanüstü direniş özellikle Rusya`nın ittifaka katılarak sunduğu destekle birlikte önemli bir başarı elde etmiştir. 2015 yılından bu yana sağlanan askeri başarılar ve Suriye devletinin toplumsal uzlaşı için kat ettiği mesafe ile, bugün İdlib`deki cihatçı varlığı ve Fırat Nehri`nin doğusundaki ABD destekli Kürt hareketinin ayakta tutmaya çalıştığı özerk yapı dışında,Suriye`nin bütünlüğü önemli ölçüde sağlanmış durumdadır. Emperyalizmin bölgedeki işbirlikçileri İsrail, Türkiye ve Arap şeyhliklerinin güvenliği için İran`ın Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Basra Körfezi`nden Akdeniz`e uzanan bir Şii ekseni kurma çabalarını engellemek üzere bölgede bir Sünni devleti kurma hedefi artık gerilerde kalmıştır. Bununla birlikte emperyalizm, Ortadoğu`da bir statü vaat ettiği ve bunu da tüm çatışmaların sonunda öncelikle Irak`ta hayata geçirecekmiş izlenimi verdiği Kürtlerle ilişkilerini derinleştirerek Suriye`de de yeni planlara yönelmiştir. Fırat`ın doğusuna pek çok askeri üs takviyesiyle yerleşen emperyalizmin doğrudan bölgeden sökülüp atılması kolay değildir. Ancak bu bölgenin sadece Kürtlerle yönetilmesi de mümkün değildir. Kısa vadede, Suriye`deki durumun zaman zaman gerileceği bir sürecin sonunda artık bir çözüme kavuşturulacağı beklentisi gerçekçi sayılmalıdır. Bu çözümün ne Suriye`yi eski haline döndürecek ne de emperyalizmin kazanmış sayılacağı bir noktada olmayacağı da söylenebilir. Yine de Suriye direnişinin, bölge halkalarının gericiliğe karşı sembolü sayılması gerektiği ve burada emperyalizme önemli bir çelme takıldığı hiçbir zaman yadsınmamalıdır.    BÖLÜM II: Sermayenin gerici diktatörlüğü tesis edilmiştir.  
  1. Türkiye’nin son 20 yıldır yaşadığı değişimin özünde iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş süreci ve bunun yaratmış olduğu gerilimler bulunmaktadır.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra iki kutuplu dünya sona ermiş, “Yeni Dünya Düzeni” adıyla emperyalist saldırganlık artmış, ABD emperyalizminin başını çektiği tek kutuplu dünya siyaseti gündeme gelmişti. Böylesi bir süreçte Türkiye sermaye devleti,emperyalist sistemin yeni koordinatlarında yerini bulmaya çalışmış, bu değişim sermaye devletinin yeniden biçimlenmesini gündeme getirmiştir. Bugün içinde olduğumuz tarihsel kesit, tek kutuplu dünyanın mutlak olarak kurulduğu değil, tersine çok kutuplu bir dünyaya doğru eğilim gösteren bir sürecin parçası olarak görülmelidir. Son 20 yıldır Türkiye sermaye devleti, kendi konumunu hem bu değişim hem de ortaya çıkan yeni dengeler üzerine inşa etmeye çalışmıştır. Ülkemizde son 20 yıldır yaşanan bütün politik ve toplumsal gerilimlerin kaynağında sermaye devletinin bu konumlanış çabası bulunmaktadır. 1923 Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra kurularak emperyalist paylaşım savaşının doğrudan hedefi olan bir siyasal zemin üzerinde şekillenmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise iki kutuplu dünyanın resmiyet kazandığı bir ortamda emperyalist sisteme mutlak bağlanan bir karaktere kavuşmuştur. Birinci olgunun dünden bugüne taşıdığı “egemen devlet” olgusu ile “emperyalizme bağımlılık” büyük bir çelişki olarak değil,iki kutuplu dünyanın yaratmış olduğu dengenin bir sonucu olarak görülmelidir. Kapitalist sistemin ve sermaye sınıfının çıkarlarının tek belirleyici olduğu bir sürecin, emperyalist sisteme bütün yönleriyle bağlanan ve emperyalist sistemin değişimlerine paralel bir gelişim gösteren bir düzen yaratması kaçınılmazdır. İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra emperyalist dünya sisteminin tek hegemonik güç olarak varlığını sürdürmesi, iki kutuplu dünyanın dengesinde “Kemalist ideolojiyle ulus devlet olarak” kurulan kapitalist Türkiye’nin değişimini de gündeme getirmiştir. Bağımlılık ilişkisi, “yeni dünya” düzeninde Türkiye sermaye devletinin dönüşümünü ve yeni bir rejime geçişini dayatmıştır. Fakat bu süreç, tek boyutlu bir süreç olarak işlememiştir. Başat, belirleyici ve temel eksen emperyalist sistem olmakla birlikte, emperyalist-kapitalist sistemin çok kutuplu bir dünyaya doğru eğilim göstermesi, Türkiye sermaye devletinin, bu değişim sürecinde ayrıca dengelere oynamasıyla birlikte ele alınmalıdır.  <
WhatsApp