Genel

Türkiye Komünist Hareketi 2020 Parti Konferansı Siyasi Rapor Kasım 2020

SOSYALİST CUMHURİYET, DEVRİMCİ SİYASET, SINIFIN PARTİSİ İÇİN

ATILIM

Emperyalist-kapitalist sistemin iktisadi krizi yapısaldır.

  1. Dünya kapitalizminin 2008 yılında yaşadığı ekonomik kriz bir yandan emperyalist sistemin genel yönelimlerini ve iç dinamiklerini belirlerken, diğer yandan iki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra geriye çekilen sosyalist hareketin ve işçi sınıfının yeniden ayağa kalkacağı bir zeminin taşlarını döşemiştir. 2008 yılında kendisini düşük kar oranı ve durgunluk nedeniyle, değersizleşme riskine karşılık sermayenin finansal alanlara yoğun bir şekilde kayması ve nihayetinde de patlaması olarak gösteren kriz, gittikçe derinleşen ve uzun süreli bir durgunlukla belirginleşen bir görünüme sahip oldu. Öte yandan, 2013-2018 arası emperyalist merkezlerdeki göreli rahatlama hali bu krizin yapısal olmadığına ilişkin aldatıcı bir görünümü ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte, geçmişte yaşanan 1929 buhranı ve 1970’lerin ortasında görülen krizler karşısında uygulanan sermaye programlarına benzer bütünlüklü bir program bugün için emperyalist-kapitalist sistemin elinde mevcut değildir. Tersine bugünkü “çözümler”, kapitalizmin krizlerini sıklaştıran ve içinden çıkılmaz bir görünüm kazanmasına neden olan adımlardır. 
  1. 19. yüzyılın ortalarında kapitalizmin rekabetçi dönemi, yerini, yüzyılın sonlarına doğru finansal sermayenin hızla yükselişe geçtiği, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaynaşarak tüm ekonomiye hükmettiği bir tekelleşme sürecine bırakmıştı. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında görülen bu tekelleşmenin en önemli unsuru mali sermaye olmuş, hem ABD’de hem de özellikle Almanya başta olmak üzere Avrupa’da tekeller ortaya çıkmış, kapitalist işletme ve şirketler bankaların kontrolü altına girmişti. Lenin’in, finans-kapital olarak tanımladığı ve emperyalizm teorisinde ifade ettiği bu gelişme, kapitalizmin emperyalizm aşaması olarak formüle edilmişti. Tekelleşme ve mali sermayenin tüm ekonomiyi kontrol ettiği bir sürecin sonucunda, bankacılıkta spekülatif işlemler olmuş, 1929 yılının Eylül ayında Londra ve Ekim ayında ABD borsalarının çöküşüyle dünya çapında bankaların battığı, ekonominin hızla küçüldüğü ve işsizliğin patladığı emperyalist-kapitalist sistemin büyük bir buhranı patlak vermişti. 
  1. Birinci Dünya Savaşı’nın büyük yıkımından hemen sonra gelişmiş kapitalist ülkelerin neredeyse tamamını içine alan 1929 bunalımı,  dünyanın en büyük kapitalist buhranı olarak tarihe geçmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasının temel nedenlerinden biri olarak da görülecek bu krize karşı kapitalist dünyanın verdiği yanıt, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra uygulamaya geçirilen ve serbest piyasaya “devlet müdahalesini” içeren Keynesçi ekonomik modeldi. Devletin doğrudan kapitalist piyasaya müdahalesiyle bankacılık ve finans sektörlerinin düzenlendiği, krize karşı kapitalist ülkelerin finansal istikrarının devlet müdahalesi ve katkısı ile korunacağını öngören bu model, asli olarak sosyalizm alternatifine karşı da bir “korunma” olarak gündeme getirilmişti. İşçi mücadeleleri ile sendikal ve sosyalist hareketlerin geliştiği, reel sosyalizmin gerçek bir alternatif haline dönüştüğü bir tabloda “sosyal devlet” hem siyasi hem de ekonomik “talep” bağlamında devreye sokulmuştu. Dönem dönem aldatıcı bir biçimde ‘karma ekonomi’ diye adlandırılan bu model 1929 buhranından çıkılmasında önemli rol oynamıştır. Toplam talebin artırılması ve iç piyasada üretimin devamlılığının sağlanması açısından yüksek ücret politikası ile sosyal harcamaların desteklendiği kitle tüketimi gözetilmiş, yine sosyalist alternatife yenik düşmemek için sınıf uzlaşması doğrudan kapitalizm tarafından gündeme getirilerek sarı sendikalar eliyle bu model yürütülmeye çalışılmıştır. 
  1. İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da yarattığı yıkım ve savaş sonrasında sosyalizmin büyük prestij kazanması karşısında özellikle Avrupa ülkelerinde yaşama geçirilen “sosyal devlet” ABD’ye göre daha kapsamlı bir içeriğe sahip olmuştur. Emperyalist-kapitalist sistemin gelişmemiş ülkeleri kendisine bağlamak üzere Dünya Bankası ve IMF gibi araçları devreye soktuğu, “bağımlı ülkelerin” emperyalist sisteme entegre edildiği, parça bütün ilişkisinin korumacı ekonomik modellerle sağlandığı bu dönem 1929 krizinin sermaye açısından aşılması manasına gelmişti. Bu dönem İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımına karşı sanayinin ve ekonominin yeniden inşa edildiği bir dönem olmuş, iç tüketime yönelik önlemler alınmış, “bağımlı ülkelerde” ithal ikameci model dünyanın birçok ülkesinde yaşama geçmiştir.  1929 bunalımı, faşizmi doğurmuştu. 1945 sonrası sosyal demokrasi ve refah devleti modeli ise, emperyalist kapitalist sistemin hem Truva atı hem de krizden kurtuluş reçetesi olacaktı. Gelişmişlik, az gelişmişlik, kalkınma, refah devleti, sosyal devlet gibi ideolojik olarak sola açık kavramlar, Keynesçi modelin kavramları olarak ortaya çıkmıştır. 1970’lerin ortasında bu kavramların yerine “neo-liberalizm” ve sonrasında “küreselleşme” kavramları kullanılmaya başlanacaktı. 
  1. 1970’li yıllara gelindiğinde dünya emperyalist-kapitalist sistemi yeni bir krizle daha karşı karşıya kalmıştır. Bu krizin bir yüzü özellikle ABD’de görülen kâr oranlarının düşmesi ve yeni yatırım olanaklarının azalması ile ortaya çıkan borç krizi, diğer yüzü ise “bağımlı ülkelerde” ortaya çıkan tıkanmadır. İthal ikameci modelin iç pazara yönelik üretiminin artmasının bir sonucu olarak makina ve teknoloji konusunda ithalata bağımlı olması, özellikle bu ülkelerde döviz ihtiyaçlarının büyümesine yol açmıştır. Petrol fiyatlarındaki artış, döviz açığını büyütmüş ve dış borçlanmayı daha da artırmış, paralel bir krizi bu ülkeler açısından da tetiklemiştir. 1970’li yılların sonlarında üretimin dünyanın farklı bölgelerine kaydırılarak ucuz emek gücünden faydalanılması ve yeni pazarlar bulunması bu krizden çıkışın genel eğilimi olmuştur. 
  1. Emperyalist-kapitalizm, 1970’lerin ortasında yaşadığı krizi, iç talebe dayalı büyüme modeli anlamına gelen ve ithal ikameci model diye adlandırılan sermaye birikiminden dış talebe yani ihracata dayalı bir büyüme modeli anlamına gelen ve neo-liberalizm olarak adlandırılan yeni bir sermaye birikim sürecine geçerek aşma yoluna girmiştir. 19. yüzyıl liberalizminin parasalcı bir anlayışla yeniden üretimi olan neo-liberal model ile piyasacılık, özelleştirme, serbest ticaret dönemi açılırken bu model krizden çıkışın programı olarak sunulmuştur. Devletin ekonomiden elini tamamen çekmesinin savunulduğu neo-liberal dönem aynı zamanda emeğe dönük saldırıların gittikçe arttığı bir dönemdir. Bu süreçte emperyalist devletler, dünyayı yeniden paylaşırken, bu yeniden paylaşımın başat modeli olarak neo-liberalizm, “yapısal uyum programları” ile bir çok ülkeye dayatılmıştır. Emperyalist merkezlere bağımlı ülkeler  IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla, sermayenin egemenliğine kurban edilmişlerdir. Sosyal harcamalar kısıtlanarak toplumsal hizmetler piyasaya terk edilmiş, kamu kurumları özelleştirme adı altında uluslararası sermayenin yağmasına açılmıştır. Bu saldırganlık sürecinin en önemli sonuçlarından biri de reel sosyalizmin çözülüşü olmuştur. 
  1. Neo-liberal dönem olarak adlandırılan yeni sermaye birikim sürecinin sonuçlarından biri, 1929 bunalımı sonrası gündeme gelen düzenleme ve kontrol mekanizmalarının terk edilmesi ile birlikte finansallaşma sürecinin önünün açılmasıdır. Finansal serbestleşmeyle birlikte emperyalist ülke şirketleri daha fazla uluslararasılaşmış, bu durum özellikle mali sermaye ya da bankacılık sektörü üzerindeki kısıtlamaların ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanmıştır. Liberalizasyon ve finans sistemindeki deregülasyonun sonucu olarak bankaların spekülatif işlemleri artmış, finansal piyasalar giderek genişlemiştir. Finansal varlıkların artışının yanı sıra finansal türevler olarak adlandırılan varlıkların da ortaya çıkması ve toplam hacimdeki artış, 2008 krizinin zemini olarak okunmalıdır. 
  1. 1980 sonrasında giderek büyüyen finansallaşmanın mantıki sonucu ise sermayenin serbest dolaşımı anlamına gelen küreselleşme olmuştur. Amerikan şirketlerinin 1970’lerin sonunda yaşadıkları kârlılık krizi ile birlikte bu şirketler üretimlerini emek maliyetinin düşük olduğu ülkelere kaydırmıştır. “Küresel meta zinciri” ya da “küresel değer zinciri” olarak da adlandırılan yeni örgütlenme biçimleriyle kapitalist meta üretiminin yoğun emek gerektiren kısımları başka ülkelere ve taşeronlara kaydırılmıştır. Latin Amerika ile başlayan bu süreç sonrasında Çin ile devam etmiş, “küreselleşme” olarak da kodlanan bu modelde “meta üretim zincirinin” tepesinde bulunan şirketler teknoloji, tasarım ve çoğunlukla pazarlama tekellerini ellerinde tutarak diğer bütün üretim aşamalarını başka ülkelerdeki taşeronlara devretmişlerdir. Finansal sermayenin önündeki engellerin kalkmasıyla ortaya çıkan sonuç bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere kaynak aktarımının hızlanarak artması olmuştur. Liberallerin ‘ideolojinin sınırları ve ulusal devletlerin ortadan kalkışı’ olarak resmettiği küreselleşme süreci, gerçekte emperyalizmin bütün ülkelerin ulusal pazarlarını ve ekonomilerini ele geçirmesi, kendisine bağlaması ve ucuz emeğin daha fazla sömürülmesi manasına gelmiştir. Bu sürecin bir çıktısı da üretim sürecinin “esnekleştirme” adı altında parçalanmasıdır. İşçi sınıfının her anlamda bölünmüşlüğünü derinleştiren bu anlayış, aynı zamanda sınıfın örgütsüzleştirilmesini de hızlandırmıştır. 
  1. 1980’lerin başından itibaren aşağı yukarı 40 yıldır azgın saldırısıyla dünyayı egemenliği altına almaya çalışan emperyalizm, birçok ülkede finansal krizlerin yaşanmasına sebep oldu. Güney Asya, Türkiye, Rusya, Arjantin gibi ülkelerde yaşanan krizler, bu ülkelerin neo-liberal model eliyle daha fazla teslim alınması sonucunu doğurdu. Aynı şekilde ABD ekonomisinde yaşanan 1989’da emlak piyasasının çökmesi, 2000’de yeni teknoloji şirketlerinin hisse senetlerinin hızlı yükselişi sonrası “dot.com” diye bilinen balonun patlaması, 2008 yılında ipotekli konut piyasası hacminin büyümesiyle ve kredilerin ödenememesiyle tetiklenen ve bir dizi bankanın iflasıyla ortaya çıkan krizler, neo-liberalizm döneminde yaşanan krizlerin geçici değil yapısal olduğunu fazlasıyla göstermektedir. Özellikle 2008 yılındaki krizin, 1929’dakinin de ötesinde bir kriz olduğu özel olarak vurgulanmalıdır. 1929 krizinin uzun süren etkisi düşünüldüğünde, bugünkü krizden çıkış için emperyalist-kapitalist sistemin elindeki tek araç milyarca doları piyasaya sürerek bankaları kurtarmak olmuştur. Bir finansal kriz olan 2008 krizinden çıkış yine finansal anlamda miktarsal genişleme ile aşılmaya çalışılmıştır. Ancak bu da fasit bir daire olarak mali sermayenin spekülatif genişlemesinin yolunu açan bir özellik sergilemektedir. Bir kez daha sermaye sınıfı, devlet müdahalesini devreye sokmuş, bankaların elindeki borçlar ve tahviller satın alınarak bankalar kurtarılırken krediler üzerinden piyasalar canlandırılmaya çalışılmıştır. Ancak emperyalist-kapitalist sistemin girdiği bu son kriz, uzun bir resesyonla/durgunlukla birlikte özellikle emperyalist-kapitalist sistemin bağımlı, kırılgan yapıya sahip, az ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerinde ani krizlere neden olacaktır. Emperyalist-kapitalist sistemin sistemik ve yapısal bir krizi bugün emekçi sınıfların yeni mücadele döneminin de işareti olacaktır. 

Uluslararası kapitalizmin ideolojik krizi derinleşmektedir. 

  1. Kapitalizmin neo-liberal saldırısı bir yandan yoğun emek sömürüsünü dayatırken diğer yandan ideolojik alanda da dünya emekçi sınıfları üzerinde tahakküm kurmak için var gücüyle çalışmıştır, çalışmaktadır. Ancak bugün gelinen noktada emperyalist sistemin, reel sosyalizme karşı geliştirdiği bütün ideolojik iddialar ve söylemler etkisiz hale gelmiştir. İki kutuplu dünyanın çözülüşü sonrası dile getirilen “tarihin sonu” tezinin bugün kapitalist-emperyalist sistemin eşitsiz, karanlık ve baskıcı karakteri karşısında hiçbir etkisi ve inandırıcılığı kalmamıştır.
  1. Yine aynı şekilde bütün dünyayı etkisi altına alan “koronavirüs salgını” kapitalizmin büyük başarısızlığını, yanlışlığını ve insanlık düşmanı karakterini somut olarak ortaya çıkarmıştır. İnsanların en temel haklarından birisi olan sağlık hizmetlerinin bir salgın karşısında özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde çökmesi, binlerce insanın salgın karşısında ölüme terk edilmesi, kapitalizmin mantıksızlığının ve insanlık düşmanı karakterinin açık göstergesi olmuştur. Her şeyi meta haline getiren kapitalizmin toplum sağlığı konusunda yaşadığı bu başarısızlık bugün bütün dünyada kapitalizmin sonunu da tartışmaya açmıştır. Kapitalizm, bütün ideolojik saldırı, propaganda ve hegemonyaya rağmen, yaşanan salgın karşısında daha fazla sorgulanmakta, sosyalizmin yeniden toplumsal bir alternatif haline geleceği zemin, burjuvazinin bütün gerici girişimlerine rağmen, güçlenmektedir. 
  1. Tüm insanlığı etkisi altına alan pandemi, kapitalist üretim tarzının barındırdığı bütün çelişkilerin berraklaşmasına yol açmış ve kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmaları alevlendirmiştir. Kimi “aydınların” ve burjuva ideologlarının iddiasının aksine, yaşananlar bir “medeniyet krizi” olarak görülemez. Pandeminin ortaya çıkardığı ekonomik, sosyal, siyasal ve ideolojik sonuçlar, kapitalizmin krizine ilişkindir. Kapitalizmin krizi, sadece ekonomik değil, tüm düzeylerde kendini göstermektedir ve kapitalist üretim tarzının kar amacıyla üretime ve rekabete dayanan “anarşik” karakterinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist üretim tarzının “tarihsel sınırı” pandeminin doğurduğu sonuçlar sayesinde gözle görülür hale gelmiştir.
  1. Pandeminin yarattığı ekonomik maliyet, yine kapitalist üretim ilişkileri içerisinde çözülmeye çalışılmaktadır. Sonsuz bir borçlanma döngüsüyle ve parasal politikalar aracılığıyla ortaya çıkan maliyetler burjuvazi tarafından emekçilerin sırtına yüklenmek istenmektedir. Burjuva iktisadının pandeminin etkisiyle ortaya çıkan krize dönük önerdiği “yeniden yapılandırma” tezi iki noktaya odaklanmaktadır: Sermaye sınıfına ait borçların kamu tarafından üstlenilmesi  ve sağlık dahil olmak üzere kimi kritik sektörlerin geçici olarak kamulaştırılması.
  1. Bugün gerek pandemi sürecinde gözler önüne serilen çıplak gerçeklik gerekse sistemin içerisinde olduğu kriz, kapitalizmin toplumsal bir ideolojik formasyon sunamayacağını göstermektedir. Sermaye düzeninde krizin aşılması için sömürü oranının yükseltilmesinin zorunluluğu, kapitalizmin ideolojik krizini daha da derinleştirecektir. Önümüzdeki süreçte işsizliğin, yoksulluğun, eşitsizliğin, bölgesel krizlerin ve bölgesel savaşların daha da yoğunlaşacağı, emperyalist devletlerin daha saldırgan, kapitalist ülke iktidarlarının daha  baskıcı bir yönelim içine girecek olmaları, kapitalizmin parlayan sahte ışıklarını tek tek söndürecektir. 
  1. Bugün kapitalizmin gelişmişliği üzerinden insanlığa vaat edilebilen tek şey, otomasyonun ve robot teknolojilerinin üretim sürecinde yeni bir ivme yaratacağı, bunun da insanlık açısından yeni bir evreye ve sınıfların ortadan kalkacağı bir döneme işaret ettiği iddiasıdır. Endüstri 4.0 olarak kodlanan bu iddianın, kapitalizmin maddi üretim mekanizmaları karşısında ancak ve ancak teknolojik gelişim bağlamı ile üretimin verimliliği ve hızındaki artış bağlamında bir anlamı olabilir. Bu değişimlerin emeği gereksiz kılacağı tezinin, “emek değer” ve “artık değer” gibi kapitalist üretim tarzının temel unsurlarını yok sayan bir totolojiye karşılık geldiği ise açıktır. 

Sınıf mücadelesi keskinleşirken kapitalist devletlerde giderek daha baskıcı iktidarlar görülecektir. 

  1. Kapitalizmde devlet biçimlerini belirleyen temel olgu sermaye birikim süreçleridir. Sınıflar mücadelesinden ve kapitalist sınıfın iktisadi çıkarlarından bağımsız bir yönetme biçimi ya da devlet aygıtı tarifi mümkün değildir. Ülkemizde ve dünyada kapitalist sistemin yaşadığı iktisadi kriz, kapitalizmin nasıl bir yönetim modeline eğilim göstereceğinin de işaretini vermektedir. Bu açıdan emperyalist kapitalist sistemin iktisadi ve ideolojik krizine eklenebilecek bir siyasal krizin zemini başta bağımlı ülkelerde olmak üzere adım adım döşenmektedir. İktisadi krizin, , bir yönetememe krizi olarak somut ve güncel bir biçimde ortaya çıkması güçlü bir olasılıktır. Bu faz farkının asli sebebi, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist mücadelenin geçici olarak geri çekilmiş olmasıdır. 
  1. Ancak verili krizin derinleşme eğilimi ile birlikte dünyada büyüyen eşitsizliğin, yoksullaşmanın, artan işsizliğin toplumlarda yarattığı tepkinin ve emeğe dönük saldırıların sınıf mücadelesini bir bütün olarak dünyanın birçok bölgesinde daha da keskinleştireceğini belirtmek gerekmektedir. 1929 buhranından çıkışın ve reel sosyalizmin albenisi karşısında gündeme getirilen refah devletinin sürükleyici siyasal aktörü sosyal-demokrasi olmuştu. Ancak bugün keskinleşebilecek sınıf mücadelesinde kapitalist sınıfın bir bütün olarak daha saldırgan olacağı bilinmelidir. Tekil tekil kapitalist ülkelerin emperyalist sistemdeki rekabeti, emeğin daha yoğun sömürüsüne dayanacak,  sömürü oranının artırılmasının yolu da baskının şiddetlendirilmesinden geçecektir. Bu gelişmeler, sermaye sınıfının zor aygıtını giderek daha fazla kullanacağı bir döneme işaret etmektedir.
  1. Genel olarak Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişi, kapitalist ülkeler arasındaki rekabetin artması, küreselleşme paradigmasının aşırı şişen finanslaşmayla duvara çarpması, artan işsizlik olgusu, ekonomik kriz dalgalarının tehdidi, önümüzdeki dönem kapitalist ülkelerde daha otoriter yönetimlerin görülmesinin zeminini oluşturmaktadır. 
  1. Bu durum, aynı zamanda neo-liberalizm ve küreselleşme adıyla bilinen ve kapitalizmin en azgın dönemine damga vuran siyasal sürecin ideolojik ve teorik yorumu olan liberalizmin de bir kez daha pratik olarak yanlışlandığı anlamına gelmektedir. Serbest piyasa ile özgürlük arasında doğrudan bağlantı kurup, dünyada ulus devletlerin ortadan kalktığı, sınırların belirsizleştiği, liberal ekonominin bireyin özgürlüğünün temeli ve demokratik rejimlerin dayanağı olduğu tezi çöküp gitmiştir. Küba, Venezuela, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, İran, Çin, Rusya gibi ülkeleri baskıcı ve totaliter rejimler olarak “suçlayan” liberalizmin bugün kendi yaratmış olduğu küresel dünyada baskıcı rejimleri doğurması, liberal ideolojinin büyük yalanını da ortaya çıkarmıştır. Macaristan, Polonya, Ukrayna örneklerinde görülen faşizan yönetim biçimlerinin yakın dönemde, dünya kapitalizminin küreselleşme sürecinden hemen sonra, büyük bir krize evrileceği durumda, daha demokratik değil daha baskıcı rejimlere yönelim anlamına geleceği bilinmelidir. 
  1. Bu durum, salt “baskıcı ve karanlık bir dönemin açılması” gibi bir olumsuzluğa değil, tersinden aynı zamanda sınıf mücadelelerinin dünyanın birçok ülkesinde yükselişe geçeceği bir kesite de işaret etmektedir. Bu mücadelenin, dünya kapitalizminin kriz koşullarında, reel sosyalizmin çözülüşünden sonra yeni bir devrimci yükselişe denk gelip gelmeyeceğini ise önümüzdeki süreç gösterecektir. Devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin daha baskın olacağı, ancak bunun kamusal ve toplumsal çıkarlar için değil doğrudan sermayeye kaynak aktarımı ve emek sömürüsünün artması olarak yaşanacağı beklenmelidir. Dönem dönem “Keynesçi dönem geri mi geliyor?” sorusuyla ifade edilen beklentiler, dünya kapitalizminin yaşadığı bugünkü kesit düşünüldüğünde kimi çağrışımlar dışında temelde hiçbir benzerliğe işaret etmemektedir ve gerçek dışıdır. 
  1. Devletin düzenleyici gücünün sermayenin azalan kârlarını ve eksik tüketimi gidermek için kullanılması, Keynesçi eğilimleri veya başta sosyal demokrasi olmak üzere reformist siyasi akımlara değil,  faşizmi de içinde barındıran bir karşı devrimci programın uygulamaya sokulması olasılığına daha fazla işaret etmektedir. Milliyetçiliği ve baskıcılığı da içerecek biçimde faşizan bir eğilimin baskın hale gelmesi karşısında tek gerçek alternatif sosyalizm programıdır. Bu anlamıyla krizin gösterdiği; kapitalizmin aşılmak zorunda olduğu gerçeğidir. Sadece ve sadece planlamanın ve kamucu bir ekonominin hâkim kılındığı bir üretim tarzı, adlı adınca sosyalizm, kapitalizmin krizinin dünyanın ve insanlığın üstüne yıktığı maliyetleri ortadan kaldırabilir.

Emperyalist ülkeler arası rekabet çok kutuplu bir dünyaya doğru ilerliyor. 

  1. İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra emperyalist sistem çok kutuplu bir yapıya doğru genişlemektedir. Emperyalist ülkeler arası rekabet ile kapitalizmin, sistemin bütün hiyerarşik ülkelerini etkileyecek şekilde büyük bir krize doğru adım adım ilerlemesi, emperyalist ülkeler arasındaki gerilim ve çatışmaları daha da artırmaktadır. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi merkez emperyalist ülkeler arasında   çıkar farklılaşması daha fazla görünür hale gelmekte; emperyalist sistemin merkezi güçleri ile merkezi konumda olmayan kapitalist ülkeler olan Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler arasında egemenlik ilişkilerinin yarattığı çatışmalar gün geçtikçe daha da belirginleşmektedir. Bütün bu süreç bir bütün olarak emperyalist kapitalist sistem içerisinde yeni ittifaklara ve kutuplara doğru evrilen bir gelişim anlamına gelmektedir. Bu süreç, emperyalizmin tek bir bütün halinde değil, dünya ölçeğinde sermayenin eğilimleri tarafından belirlenmektedir. 
  1. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmasından sonra Avrupa Birliği içinde Almanya ve Fransa arasındaki yakınlaşma sürse de dönem dönem farklılıklar görülmektedir. Avrupa Birliği’nin ekonomik birlik olarak kendisini geleceğe daha güçlü bir siyasal birlik olarak taşıyıp taşımayacağı bugünden bakıldığında kesinlik arz etmemektedir.  Aynı zamanda ABD ve İngiltere ile AB arasında görülen fikir ayrılıkları da çok kutupluluğa evrilen sürecin izleridir. Rusya, İran ve Çin’e yönelik olarak ABD-İngiltere blokuna karşı Almanya-Fransa blokunun farklı bir tutum içine girmesi, emperyalist hiyerarşideki güçler mücadelesinde önemli bulunmalıdır. 
  1. Emperyalist sistem içindeki kutuplaşmada emperyalist bloklar arasındaki “stratejik hesapların” son kertede belirleyici olduğu unutulmamalıdır. Bugün Çin ve Rusya’nın ABD-İngiltere ekseni tarafından “hedef” gösterilmesinin güncel siyasal tarafı açıkken emperyalist kutuplar arasındaki çelişki ve çıkar çatışmalarının da önemi açıktır. ABD, Rusya’nın hinterlandındaki ülkelerde hegemonyasını artırırken aynı zamanda bu durum Almanya’nın alanını kapatmaya yönelik bir süreç de barındırmaktadır. ABD emperyalizminin Rusya’yı kuşatma ve hedef alma siyasetinin bir tarafı da ABD-Almanya çekişmesinin bir yansıması olarak görülmelidir. Rusya’nın etkisinin kırılarak, “Rusya hinterlandındaki” pazarın paylaşılma sorununa emperyalist sistem içindeki bir başka nokta olarak dikkat çekilmelidir. Aynı şekilde ABD’nin Çin ve Meksika tartışmaları kendisi için daha karlı ticaret anlaşmalarını zorlama anlamına gelirken özellikle Çin’in Avrupa ülkeleri ile kurduğu ilişkileri ve dolayısıyla bir kez daha paylaşımı hedef aldığı yine belirtilmelidir. 
  1. Bütün bunlarla birlikte emperyalist dünya sisteminin hiyerarşisinde en üstte duran ve bu sistemin jandarmalığını üslenmiş ABD emperyalizmi açısından, Rusya ve Çin’in kuşatılması stratejik bir tercih olarak karşımızda durmaktadır. Bugün dünya politikasını belirleyen temel eksen, ABD emperyalizminin Çin ve Rusya’ya karşı üstün konumunu sürdürmek için gerçekleştirdiği müdahaleler, provokasyonlar ve bunların yarattığı çatışmalardır.  Dünyanın bir çok noktasında görülen sorun ve çatışma bölgeleri, tam da bu gerilimin kesişim noktalarında ortaya çıkmaktadır.
  1. Rusya’nın ekonomik ve Çin’in askeri-siyasi nedenlerle  halihazırda henüz “emperyalist ülke” kategorisinde olmadıkları, buna karşın bu ülkelerin hiyerarşinin üst sıralarına doğru tırmanma çabalarının emperyalist-kapitalist sistem içindeki çelişkileri giderek arttırdığı bir veri olarak ortaya konmalıdır. Rusya’nın ve Çin’in askeri ve siyasi anlamda “saldırgan” pozisyona sahip olmadıkları, tersine ABD emperyalizmi tarafından kuşatılmaya ve yalnızlaştırılmaya çalışılarak bir savunma hattına çekilmeye zorlandıkları ve bu kuşatma siyasetine bir takım karşı-hamlelerle yanıt vermeye çalıştıkları bir süreç yaşanmaktadır. 
  1. Çin son yıllardaki ekonomik büyümesinden aldığı güç ile başta Asya ve Afrika olmak üzere, dünya genelinde ekonomik ve siyasi etkisini göstermeye başlamıştır. Bunun yanında 2013 yılında ilan edilen Tek Kuşak Tek Yol projesi ile birlikte Çin’in siyasi ve ekonomik etkisi gün geçtikçe daha da artmaktadır.

Günümüzde ABD, Çin’i kendisine dönük en önemli tehdit olarak görmektedir. Bu nedenle Çin’i kuşatarak kendi coğrafyasına hapsetme girişimlerini desteklemektedir. Bugün ABD emperyalizmi Hong Kong, Sincan, Güney Çin Denizi, Keşmir, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi gündemler aracılığıyla Çin’i kendi bölgesinin sorunları ile meşgul etme çabasındadır. 

Çin Halk Cumhuriyeti her ne kadar ekonomik gücü sayesinde uluslararası bir güç haline gelmiş olsa da siyasi ve askeri olarak henüz dünya genelinde yayılmacı sayılacak kadar güçlü ve etkili olamamaktadır. Ancak Çin’de, kapitalist üretim tarzının güçlenmesi sürdüğü müddetçe emperyalist bir güç olma eğilimi artacaktır. Çin’in dış siyasetini belirleyen temel olgu, enerji kaynak ve nakil hatları ile ticaret yollarının güvenliğidir. Bu açıdan bugün Çin’in kendi ekonomik çıkarlarını koruma altına almak adına attığı adımlar bizzat emperyalizm tarafından kesilmek ve sekteye uğratılmak istenmektedir. 

  1. Rusya ise Sovyetler Birliği döneminden kalan askeri ve siyasi gücünü koruma ve kaybettiği mevzileri yeniden kazanma uğraşındadır. Rusya’nın askeri ve siyasi ağırlığı emperyalist sistem içinde merkezi  güçlerce geriletilmeye çalışılırken, Rusya tarafından da bu kuşatma politikasına karşı hamleler yapılmaktadır. Askeri ve siyasi gücü ile dünya emperyalist kapitalist sistemi içinde önemli bir ağırlığa sahip olmasına rağmen, bugün Rusya’nın  politik olarak “emperyalist ülke”  sayılması Rus ekonomisinin göreli güçsüzlüğü nedeniyle mümkün değildir. Rusya kapitalizminin mali gücü, emperyalist bir güç olmasına imkân tanıyacak bir birikimden şu an için uzaktır. Bugün Rusya, emperyalist sistemin hiyerarşisinde yukarıya çıkmayı zorlamaktadır. Ancak belirleyici olan Rusya’nın hamleleri değil, tersine emperyalist güçler tarafından stratejik bir plan doğrultusunda Rusya’ya yönelik uygulanan kuşatma siyasetidir. Kafkaslar’da Gürcistan ve bir ihtimal gelecekte Dağlık Karabağ gündemi üzerinden, Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla, Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği ve NATO saflarına alınmasıyla ve Rusya’nın doğu sınırında bulunan Ukrayna, Polonya, Macaristan gibi ülkelerde faşizan yönetimlerin emperyalizm tarafından desteklenmesiyle Rusya’nın ABD tarafından askeri ve siyasi olarak çevresi daraltılmaya çalışılmaktadır. Rusya ise Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki NATO genişlemesine karşı dış politikasını belirlerken Akdeniz’deki tek üssü olan Suriye’deki varlığını korumakta, Akdeniz’deki egemenlik haklarını Libya üzerinden de garantiye almaya çalışmaktadır. Rusya; Yunanistan, Mısır, İsrail ile tıpkı Türkiye ile olduğu gibi dengeli ilişkiler kurmakta, ittifak yerine geniş ilişkiler üzerinden bir siyaset sürdürmektedir. Rusya’daki Putin yönetiminin ilerici değil, Rusya kapitalizminin ve Rusya sermaye devletinin çıkarlarını koruyan bir iktidar olduğu gerçeği hiçbir durumda akıldan çıkarılmamalıdır. 
  1. Başını ABD’nin çektiği emperyalist ülkeler ile Çin ve Rusya arasındaki gerilimin bugün dünyada uluslararası siyasetin temel belirleyen odağı olduğu veri alınarak sosyalist hareketin, emperyalist dünya sisteminin büyük kapitalist devletleri arasında tercihte bulunmak veya taraf olmak gibi bir durumunun bulunmadığı ayrıca belirtilmelidir. Emperyalist hiyerarşi içerisindeki çelişki, gerilim ve çatışmalar, bir taraf ve yakınlık ilişkisi kurmak üzerinden değil, ancak emperyalizmin fay hatları ve zayıf halkalarındaki devrimci potansiyel ve dinamikler açısından komünistleri ilgilendirir. Bu güçler tarafından belirlenen eksenlerde ortaya çıkan uluslararası siyasette emperyalizmin etkisinin azalıp azalmadığına ya da devrimci olanaklara yol açıp açmadığına göre belirlenir. 
  1. ABD emperyalizmi, Çin ve Rusya’nın kuşatılmasını ve baskılanmasını ekonomik, askeri, siyasi ve ideolojik boyutlarıyla uygulamaktadır. Koronavirüsün bilinçli olarak Çin tarafından üretilip dünyaya yayıldığı propagandası gibi ideolojik salgıların yanı sıra, ABD emperyalizminin özellikle ekonomik boyutuyla ve yaptırımlar adı altında attığı adımlar iki ülkeye yönelik sözü edilen kuşatma siyasetinin en önemli başlıklarıdır. ABD ve NATO’nun Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a yayılması ve yerleşmesi, Rusya’nın nüfuz alanının geriletilmesi olarak görülmelidir. Benzeri şekilde, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Keşmir, Hong Kong gerilimleri üzerinden Çin ile sorunlu bütün noktalar emperyalizm tarafından provoke edilmektedir. Keşmir sorunu ile Çin-Pakistan ilişkilerine Hindistan üzerinden müdahale edilmesi; Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti sorunu üzerinden Japonya’ya askeri yığınak yapılması; Hong Kong sorunu üzerinden askeri deniz gücünün bölgeye sevk edilmesi emperyalizmin askeri ve siyasi adımlarına birkaç örnektir. 
  1. Bugün ABD emperyalizminin önceliklerinden biri Rusya’nın Avrupa’da geriletilmesidir. Daha önce Gürcistan’da gerçekleştirilen turuncu devrim, Rusya’nın müdahalesiyle Osetya’nın Gürcistan’dan ayrılmasıyla; Ukrayna’da gerçekleştirilen turuncu devrim de ülkenin doğusundaki üç ildeki Rusya yanlısı güçlerin “özerkliği” ve Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ile sonuçlanmıştı. Bugün emperyalizm, Baltık Cumhuriyetleri, Polonya, Romanya, Bulgaristan gibi bir dizi Doğu Avrupa ülkesinde ve son olarak da Belarus’ta Rusya’ya dönük saldırgan bir yerleşme ve silahlanma siyaseti  izlemektedir. Benzer biçimde eski Yugoslavya ülkeleri üzerinde emperyalistlerin sağladığı egemenlik, iki kutuplu dünyadan bugüne Rusya’nın emperyalist bir ülke olarak yayılmacılığı anlamına değil tersine Sovyet etkisinin her geçen gün kaybettiği mevziler anlamına gelmektedir. Ukrayna, Gürcistan ve Belarus’ta Rusya tarafından verilen tepkiler, bu kuşatma siyasetine karşı atılan adımlar olarak görülmelidir. Varşova’da yapılan NATO toplantısı simgesel anlamı dışında NATO’nun ilerlemesini göstermesi bakımından değerlendirilmelidir. 
  1. Emperyalizm bugün baş düşman olarak Çin ve Rusya dışında, Küba, Venezuela, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, İran ve Suriye’yi hedef tahtasına oturtmuş durumdadır. Doğrudan saldırmak yerine ekonomik ambargo ve yaptırımlar, darbe girişimleri, vekalet savaşları gibi müdahalelerle bu ülkelerin yıkımını, parçalanmasını, bölünmesini ve rejim değişikliğini zorladığını açıkça ilan etmiştir. Komünistler, tekil tekil ülkelerin rejimlerine yönelik yaklaşımlarını korumak kaydıyla, emperyalizm tarafından hedef tahtasına oturtulan ülkelere yönelik emperyalist saldırganlığın karşısında yer alırlar. Emperyalizmin Ukrayna ve Belarus’ta attığı adımlar düşünüldüğünde komünistlerin Belarus’u savunması, Lukaşenko rejimini savunmak değil, emperyalizmin ülkeyi ele geçirme planlarına karşı bir duruş olarak görülmelidir. 
  1. Dünya genelinde denizlerin paylaşımına dair çatışmalar yoğunlaşmaktadır. Hint Okyanusu, Güney Çin Denizi ve Akdeniz’de yaşanan gelişmeler, önümüzdeki dönemde emperyalizm in ve bahsedilen denizlerin bulunduğu bölgelerdeki ülkeler arasında bir paylaşım mücadelesi olacağı bugünden öngörülmektedir. Hint Okyanusu’nda özellikle Hindistan ve Çin arasında artan gerginliğin sonuçları belirginleşmeye başlamıştır. Çin’in Sri Lanka, Pakistan ve Umman Denizi’nde artmaya başlayan faaliyetleri, 2007 yılında ABD, Japonya, Avusturalya ve Hindistan tarafından kurulan Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’nun (Quad) ABD öncülüğünde tekrar faaliyete geçmesine neden olmuştur. Yer yer Pasifik NATO’su olarak adlandırılan bu girişim, Çin’in Hint Okyanusu ’nun genelinde etkisinin artmasıyla birlikte harekete geçirilmiş, ortak askeri tatbikatlara başlanmıştır. Çin ile Quad üyesi ülkelerin neredeyse her alanda karşı karşıya geldikleri düşünülürse Hint Okyanusu’nun önümüzdeki dönemde önemli bir çatışma noktası haline geleceği öngörülebilir. Güney Çin Denizi’nin (GÇD) tamamında hak iddia eden Çin ile bu denize kıyısı bulunan Vietnam, Filipinler, Endonezya ve Malezya arasında zaman zaman tırmanan gerginlikler, ABD’nin de GÇD’de yürüttüğü askeri faaliyetler nedeniyle iyice artmaktadır. Önemli yeraltı kaynakları bulunan ve ticari açıdan deniz trafiği en yoğun denizlerden biri olan GÇD’nin bölge ülkeleri açısından bir diğer önemi ise balıkçılık açısından da zengin olmasıdır. Çin’in GÇD’deki hak iddiaları tartışmalıdır. ABD sürekli bu konu üzerine oynayarak bölge ülkelerini Çin’e karşı kışkırtmaktadır. Öyle ki Vietnam Savaşı’nda bu yana ilk kez Obama döneminde ABD Vietnam’a silah satışı gerçekleştirmiştir. Tüm bu veriler GÇD’nin paylaşımının da gündemde kalacağını göstermektedir. Ülkemizi doğrudan ilgilendiren Akdeniz’deki paylaşım mücadelesi ise yakından takip edilmektedir. Deniz hukukunun genel olarak belirsiz olmasından kaynaklı olarak, Akdeniz’de de bir paylaşım anlaşmazlığı vardır. Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler haricinde ABD, Fransa ve Birleşik Krallık gibi emperyalist ülkeler de bu paylaşım mücadelesindeki konumlarını güçlendirmeye çalışmaktadır. Bölgedeki belirsizliğin boyutları Akdeniz’e kıyısı olan iki ülkenin yaptığı en ufak bir anlaşma sonucunda çatışmaya dönüşebilme potansiyelini barındırmaktadır.
  1. Ortadoğu’da yaşanan bütün gelişmeler Büyük Ortadoğu Projesi’nin çerçevesinde devam etmektedir. Adım adım İran’ın sıkıştırıldığı ve hedef tahtasına yerleştirildiği bir süreç örülmektedir. Öncelikle Sünni-Şii ayrımı üzerinden mezhepsel fay hattına oynayan ABD emperyalizminin, İran karşıtı güçleri ılımlı İslamcılık üzerinden harekete geçirerek giriştiği ilk plan bugün farklılaşsa bile hedefi başkalaşmamıştır. Ortadoğu’da Direniş Cephesi parçalanmış, Körfez’in gerici Arap devletlerinin sırayla ABD ve İsrail tarafına geçmesiyle İran karşıtı cephe kurulmaya başlanmıştır. Türkiye ayağını AKP’nin oluşturduğu, Müslüman Kardeşler üzerinden ‘ılımlı İslamcılık’ adıyla Sünni-Şii ayrımı temelinde planlanan Büyük Ortadoğu Projesi, İhvan Hareketi’nin İran ile ilişkilerini kopartmaması, Hamas’ın İran ile ilişkisini sürdürmesi, İhvancı hareketin Körfez ülkelerinde verili krallıklara karşı muhalefet unsuru haline gelmesi ‘ılımlı İslam’  seçeneğinin devre dışı bırakılmasına neden olmuştur. Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Yemen’de İran etkisinin kırılması için bu ülkelerde yıkım, parçalanma ve bölünme dahil her türlü seçeneği ortaya koyan emperyalizm önemli ölçüde yol almış durumdadır. Lübnan’da Hizbullah’ın geriletilmesi, Filistin’in yalnızlaştırılması, İsrail ile Arap ülkelerinin ilişkilerinin “normalleştirilmesi” ile birlikte Akdeniz’de Türkiye’nin sıkıştırılması olarak izlediğimiz gelişmelere Irak ve Suriye’nin bölünmesi de eklenmelidir. Bu açıdan bu iki ülkeyi kesecek bir Kürt devleti kurulması projesi gündemdeki yerini korumaktadır. Türkiye’nin emperyalizm ile ilişkileri ve dış politikası ile birlikte bölgesel güç olup olmadığı gibi bütün başlıklar bu eksende ele alınmalıdır. 

Türkiye emperyalizme bağımlı orta ölçekte bir kapitalist ülkedir. Görece bölgesel bir güç olmakla birlikte emperyalizmin taşeronluğunu üstlenmek dışında emperyalist niteliklerden uzaktır. 

  1. Türkiye orta gelişkinlikte kapitalist bir ülke olarak ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Türkiye’de kapitalizmin gelişme dinamikleri ve sermaye birikim süreci ile sermaye sınıfının çıkarları emperyalist sisteme tamamıyla bağımlı olduğundan bütün alanlarda belirleyici unsur bu bağımlılık ilişkisidir. Bağımlılık ilişkisinin son kertede belirleyici unsur olacağı akıldan çıkarılmadan Türkiye’nin izlediği dış politikanın da doğrudan emperyalist merkezler tarafından dikte edildiğini ve belirlendiğini düşünmek yanlıştır. Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıfının çıkarları ile sermaye devletinin güvenlik ve “egemenlik” kaygıları, Türkiye sermaye devletinin emperyalist yönelimle zaman zaman ayrılan ve gerilen ilişkilere girmesine neden olmaktadır. Türkiye’nin Suriye ve Akdeniz’de izlediği dış politikada gelinen aşamada bir yandan ricat ve uzlaşma ihtiyacı kendini dayatırken  diğer yandan emperyalizm tarafından Türkiye’nin elinin zayıflatıldığı bir süreç yaşanmaktadır. 
  1. Orta gelişkinlikte bir kapitalist ülke olarak Türkiye’nin, kendi bulunduğu coğrafyada diğer ülkelere göre daha gelişkin bir kapitalizmi temsil ettiği açıktır. Gerek ekonomik gerek siyasi ve gerekse askeri anlamda Türkiye’yi Ortadoğu’da bölgesel bir güç olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Benzer bir biçimde İran ve Mısır’ın da Türkiye gibi bölgesel birer güç olarak görülmesi gerekmektedir. İran ve Mısır’ın bölgesel birer güç olması, bu iki ülkenin emperyalist ya da “alt emperyalist” olarak tanımlamasına neden olamayacağı gibi, Türkiye’nin de görece bölgesel bir güç olması,  ülkenin emperyalizme bağımlılığını ortadan kaldıran bir husus değildir. Tersine, Türkiye Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan ülkeleri söz konusu olduğunda bu bölgelerdeki ülkeler nezdinde hem nüfus bakımından, hem ekonomik  ve askeri bakımlardan  üstünlüğe sahiptir. Ancak bütün bu bölgeler ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya gibi ülkelerin karşılıklı çatışma ve güç alanlarıdır. Bununla birlikte, Türkiye dış politikasının hem bu eksenlere göre şekil aldığını hem de belli bir hareket alanına denk gelen bir egemenliğe işaret ettiği kabul edilmelidir. AKP iktidarının bölgesel alanda sözü geçen, her krizde ana aktör olmaya çalışan ve bunları NATO’nun temsilcisi olarak yaptığını gösteren bir görüntü içinde olmak istemesi, kendisini emperyalizm için vazgeçilmesi zor bir konuma taşımayı hedeflemek gibi bir boyutla da ilgilidir. 
  1. Türkiye’nin emperyalizmle bağımlılık ilişkisi ile Türkiye’nin egemen bir sermaye devleti olması çelişkili değildir. Ayrıca salt Kafkasya, Balkanlar ya da Ortadoğu’daki yayılmacı hedefleri ve girişimleri  üzerinden Türkiye’nin emperyalist ya da “alt emperyalist” bir ülke olarak nitelenmesi mümkün değildir. Neo-Osmanlıcılık siyaseti Suriye’de duvara çarpmış bir iktidarın, dışa bağımlı, üretken olmayan, kırılgan ve büyük bir krize gebe Türk ekonomisinin bu tür bir yayılmacı siyaseti ve emperyalistleşme heveslerini sürdürme olanağının sınırlı olduğu da bilinmelidir. Kaldı ki Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu ülkelerinden Türkiye’ye değil, emperyalist ülkelere kaynak aktarılmaktadır. Türkiye kaynaklarının da emperyalist ülkelere tam boy aktarıldığı, son 20 yıldır ülkemizdeki bütün ekonomik işletmelerin yabancı sermayenin ya da yabancı ortaklıkların eline geçtiği gerçeği önem taşımaktadır. Türkiye’den başka ülkelere sermaye ihracı tezi ise aslında yabancı sermayenin ortaklığı ya da taşeronluğu üzerinden artık-değer ihracı anlamına gelir ki, bu da Türkiye’nin olsa olsa emperyalizmin taşeronluğunu üstlenen bir kapitalist devlet olduğu gerçeğini ortaya koyar. 
  1. Türkiye, emperyalist zincirin zayıf halka ülkesi olmaya devam etmektedir. Türkiye’ye “alt emperyalist” ya da üst bir emperyalist rol atfetmek Türkiye kapitalizminin zayıf halka tespitini teorik olarak ortadan kaldırır. Türkiye’ye bugün emperyalist ya da “alt emperyalist” bir sermaye devleti  niteliği atfedilmesi özünde Kürt sorunu ile ilgili liberal bir bakış açısının ürünüdür. Emperyalist sistemin hiyerarşisinde en tepedeki  ABD ile ilişkilere tek laf etmeyenlerin Türkiye’nin müdahalelerini şu ya da bu biçimde “emperyalist” olarak değerlendirmesi ve bunun üzerinden eleştirmesi doğru bir analiz değildir. Emperyalizmin Ortadoğu’da İran’ı hedef tahtasına oturtmak ve İsrail’in güvenliğini sağlamak için Irak’ın ve Suriye’nin bölünmesini hedeflediği ve planladığı açıktır. Bugün ABD emperyalizminin Kürt kartına oynaması ile Türkiye sermaye devletinin buna karşı direnci göstermelik değil, gerçek bir gerilim başlığıdır. Bu açıdan ekonomik olarak emperyalist sisteme bağımlı ve kırılgan, siyasi olarak emperyalist planlardan etkilenen bir Türkiye’nin, siyasal ve iktisadi kriz dinamiklerinin daha da tetikleneceği bir süreç önümüzde durmaktadır. 
  1. Türkiye’nin dış politikası, bütün yeni-Osmanlıcı söylemine karşın Türkiye kapitalizminin genişleme ve yeni mecralara yayılma basıncından ziyade, esas olarak sermayenin çıkarlarının belirleyici olması kaydıyla, güvenlik kaygıları ve iç politikadaki konsolidasyon ihtiyaçlarıyla belirlenmektedir. Türkiye’nin BOP’a AKP iktidarı eliyle girmesi, emperyalizmin taşeronluğunun ılımlı İslam kartı aracılığıyla devreye sokulmasıdır. Yeni-Osmanlıcık üzerinden Türkiye’nin artık bölgesel açıdan belirleyici bir güç olduğu ve dış politikasını bu yönde değiştirdiğine dair söylemler, aslında emperyalizmin politikalarına AKP eliyle ortak olunmasından başka bir şey değildir. Ilımlı İslamcılık ve Yeni Türkiye kavramları bizzat emperyalist merkezler tarafından üretilmiştir. Yeni Osmanlıcılık bir ideoloji, niyet ve siyaset olarak devreye sokulmaya çalışılsa da bugün Ortadoğu gerçekliği karşısında duvara çarpmıştır. Türkiye sermaye sınıfı batı ile kopmaktan kaçınırken, sermaye devletini sıkıştıran olgu esas olarak Türkiye’nin güvenlik sorunlarıdır. Ancak son kertede, sermaye devletinin emperyalist sisteme bağımlılığı ile sermaye sınıfının çıkarlarının, bölgesel sorunlara yaklaşımda temel belirleyen olacağı asla akıldan çıkarılmamalıdır. 
  1. Bu açıdan Körfez savaşına katılmayan ancak Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumunun önüne geçemeyen Türkiye, benzer bir operasyonun Suriye’de ortaya çıkma ihtimaline karşı emperyalizmin kayığına atlamış, yeni-Osmanlıcılık ve ılımlı İslamcı ideolojik ve siyasi motiflerle BOP’un doğrudan eş başkanlığına soyunmuştu. Burada AKP-FETÖ eliyle, 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılıp yerine İkinci Cumhuriyet rejiminin geçirilmesinin bir boyutu emperyalist siyasete doğrudan bağlılık olduğu kadar yeni sermaye birikim modeliyle de paralellik arz etmesiydi. Bununla birlikte bugün MHP-AKP ittifakını da açıklayacak olan temel tez, son kertede, sermaye devletinin Suriye ve Irak’ta Kürt devletini önleme refleksleri, güvenlik kaygılarıdır. Türkiye’nin Ortadoğu politikası bugün özünde buna dayanmaktadır. 
  1. ABD emperyalizmi tarafından yeni Ortadoğu haritasının şekillenmesi üzerinden sürekli sıkıştırılmış olan Türkiye’nin buna yanıtı “eksen değişikliği” olarak algılanabilecek ve kamuoyunca S-400 gündemi olarak bilinen tutum ile olmuştur. Fakat gerek ordunun, gerek sermaye devletinin ve gerekse asli olarak sermaye sınıfının Amerikancı karakteri böylesi bir eksen değişimine izin vermez. ABD emperyalizmi tarafından sürekli baskı altında tutulan Türkiye’nin dış politikası tehdit, şantaj ve yaptırım uygulamalarıyla Amerikancı siyaset tarafından köşeye sıkıştırılmıştır. Başka bir deyişle AKP’nin dış politikasının sıkıştığı ve başarısızlığa doğru evrildiği bir süreç karşımızda durmaktadır. 

Türkiye kapitalizminin  krizi derinleşiyor. 

  1. 1980’lerde uygulanmaya başlanan neo-liberal ekonomik model ve yapısal uyum programıyla Türkiye tamamıyla emperyalist pazara açılmış, yabancı sermayenin sınırsız at koşturduğu bir alana dönüşmüştü. 2001 mali krizi ile birlikte yeniden başlatılan “yapısal reform” programı özelleştirmeleri hızlandırırken kamu hizmetlerinin tasfiyesi, bürokrasinin küçültülmesi, döviz serbestisi, yabancı sermayeye kapıların açılması gibi bir dizi uygulamayla ülke ekonomisi tamamıyla emperyalist tekellere peşkeş çekilmiştir.
  1. Son 20 yıldır uygulanan ekonomik program özünde yabancı sermaye girişine bağımlı, dış borçlanmaya dayanan ve inşaat ile hizmet sektörü temelli  bir büyüme modelidir. Türkiye’de devlet tahvilleri ve banka faizlerinin, emperyalist merkezlere göre yüksek seyretmesi, yabancı sermayenin Türkiye’ye girişine neden olmuştur. Bugün faizlerin düşürülmesi ve AKP’nin son dönem uyguladığı kredi musluklarını  açarak iç ekonomiyi canlandırma politikası yabancı sermayenin Türkiye’ye girişini yavaşlatmış, bazı dönemlerde ise çıkmasına neden olmuştur. ABD merkez bankasının piyasalara ‘dolar basması’ itkisiyle piyasalarda ortaya çıkan para bolluğu, emperyalist banka ve finans kurumları tarafından ucuz kredi olarak sunulmuş, Türkiye’de özel sektör ve devlet son 20 yılda büyük bir borçlanmaya girmiştir. Türkiye’deki yabancı para bolluğunun bir boyutu da budur. Ancak yabancı sermayenin AKP iktidarı tarafından üretime değil inşaat odaklı, toprak rantına dayalı yatırımlara yönlendirilmesi ülke ekonomisini daha da kırılgan hale getirmiştir. Döviz kurunun artışı, borç ödemesinde tıkanıklık ve Türk lirasının değer kaybetmesiyle birlikte yabancı sermayenin ülke içinde tutulması sorunu bugün ekonomik krizin belli başlı parametreleridir. Tam da bu nedenle emperyalist merkezlerdeki finans hareketleri, ülke ekonomisini doğrudan etkilemekte ve giderek kırılgan hale dönüştürmektedir. 
  1. Bugün ciddi bir iktisadi kriz yaşanmaktadır. Bu kriz kendisini uzun süreli bir resesyon/durgunluk olarak gösterecektir. Krizin dibinin görünüp görünmemesi bir yerden sonra önemsizdir. Ancak krizin doğal etkisinin toplumsal eşitsizliğin daha da büyümesi olacağı açıktır. Ücretlerin enflasyon karşısında reel olarak hızla değer kaybetmesi, yoksulluğun bütün alanlarda büyümesi, işsizliğin neredeyse bütün sektörlerde artarken toplumsal olarak büyük bir yüzdeye ulaşması krizin emek cephesindeki yansımalarıdır. Bugün dış kredilerdeki ucuzluk belli açılardan sermaye çevrelerine sıcak para girişi sağlasa da döviz kurundaki oynamalar borçların geri ödenmesi söz konusu olduğunda daha büyük bir krize doğru derinleşmeyi gündeme getirmektedir. Türkiye ekonomisi ihracat-ithalat dengesinde ihracatta bile hammadde ve ara mamul için dışa bağımlı olduğundan döviz kurundaki her oynama doğrudan enflasyonist bir etki yapmakta, böylece kriz hem derinleşmekte hem de toplumsal etkisi daha da hissedilir hale gelmektedir.  
  1. Türkiye kapitalizminin içine girdiği krizin yapısal bir diğer boyutu sermaye sınıfının iç bileşimi ile ilgilidir. Sermaye birikiminin dayandığı model, bazı sektörlerde görülen aşırı üretimi barındırsa da daha yapısal bir soruna sahiptir. Bu krizin aşılması için sermaye cephesinde ortaya çıkan eğilim, yeni endüstrilerin ve pazarların ortaya çıkarılmasıdır. Bunun tek yolu ise, Türkiye’nin bir emek cehennemi haline dönüşmesinden geçmektedir. Ancak, bu “çözüm”ün  de sınırları olduğu bilinmeli, Türkiye kapitalizminin bağımlılıkla malul olan gerçekliği göz ardı edilmemelidir. 
  1. Türkiye kapitalizmini yönetenlerin ve siyasi iktidarın “yerli ve milli” üretim adı altında pazarladığı ekonomik politika, ortaya çıkan sıkışmanın aşılmasına dönük yüzeysel ve kısa dönemli bir adımdır. Savunma sanayii, otomotiv, ilaç, enerji ve yazılım gibi sektör ya da alt sektörlerde ortaya atılan projelerin önemli bir çoğunluğunun bağımlılık ilişkilerini yeniden üreten bir niteliğe sahip olması şaşırtıcı değildir. Öte yandan, bu sürecin belli alanlarda bir “ilkel sermaye birikimi” yaratacağını ve bunun da sermayeye aktarılan kaynaklarla pekiştirileceği unutulmamalıdır. Bu bölmelerde ortaya çıkacak yeni tekeller, mevcut sermaye gruplarının uzantısı ve bileşeni olacaktır.
  1. Krizin yarattığı düzlemde sermaye sınıfı içindeki çelişkiler de yoğunlaşırken, bu krizin yapısal değil, arızi olduğuna ilişkin tezler özellikle sosyal demokratlar tarafından dile getirilmektedir. Sınırlı düzeyde bir kamulaştırma çağrısı ve sermaye sınıfının AKP ile palazlanan kesiminin yarattığı eşitsizliklere daraltılmış eleştiriler üzerinden şekillenen bu söylem, emekçi sınıfların istem ve arzularını düzen muhalefetinin programına eklemleme çabasından başka bir şey değildir. Türkiye’de işçi sınıfının bugünkü krizden sosyalist iktisat anlayışıyla çıkmak dışında başka hiçbir yolu bulunmamaktadır.  Geniş bir kamulaştırma programını ve planlı bir ekonomiyi toplum için bir alternatif haline getirmenin nesnel şartları oluşmuştur.

İkinci Cumhuriyet rejiminin krizi derinleşiyor

  1. 1923 yılında kurulan Cumhuriyet’in temel paradigmalarının ortadan kaldırıldığı ve kendisini 1923 Cumhuriyeti’nin reddiyesiyle tanımlayan, İslamcı ve Yeni-Osmanlıcılık gibi ideolojik formlarla tarif eden İkinci Cumhuriyet rejiminin, “eski Türkiye” yerine “Yeni Türkiye” ve “vesayet rejimi” yerini “milli irade” söylemini koyarak çizdiği hedef bugün gelinen nokta ile başarısız olmuştur. Bugün AKP eliyle kurulan rejim, bir karşı devrim olarak değerlendirilmeli, 2023 hedefinin ve Yeni Türkiye söyleminin ise inandırıcı hiçbir karşılığının bulunmadığı saptanmalıdır. Bu yönüyle AKP eliyle kurulan rejim, son 20 yıldır Türkiye’de gerçekleştirdiği gerici dönüşüm hamlelerine rağmen ideolojik bir krizle karşı karşıyadır. İkinci Cumhuriyet rejiminin bugün ülkeyi taşımaya çalıştığı düzlemin “oluşmaması” aynı zamanda bu rejimin topluma sunabileceği bir gelecek tasavvurunun da ortaya çıkamadığı anlamına gelmektedir. 
  1. Ekonomik ve ideolojik krizle birlikte bugün İkinci Cumhuriyet’in yerleşme sürecinin yaşandığı bu kesitte “yeni rejimin” siyasi krizinin ayak sesleri duyulmaktadır. AKP eliyle gündeme gelen yeni-Osmanlıcılık ve İslamcı söylem, kapitalist-emperyalist sistemin altında kalmış, siyasal ve hukuksal alan gerilemiştir. Sermaye açısından yeni bir sermaye birikim modeli anlamına gelse de, başkanlık rejiminin içinden geçilen krizin aşılması için doğrudan engel haline gelmesi, olası bir siyasal krizin nedenidir. Yargının doğrudan yürütmenin aracı haline dönüşmesi, yasamanın devre dışı kalması, hatta bakanlar kurulunun bile işlevsiz hale geldiği başkanlık rejimi, Türkiye sermaye düzeninin ihtiyaçlarını çözen değil, tersine bu düzenin yaşadığı sorunların belli açılardan nedeni olarak bizzat düzen içi bir kanat tarafından eleştirilmektedir. Bu tablo, sermaye devleti ve düzeni adına, siyasal bir krizin ayak sesleri olarak görülmelidir. Önümüzdeki genel seçimlerde ortaya çıkacak her türlü tablo mutlak bir siyasal krize gebedir.  
  1. İkinci Cumhuriyet rejiminin, “eski Türkiye” ve “yeni Türkiye” arasındaki gerilim ve çatışma eksenli süreci geride kalmış, bu bağlamda kurulma sancıları aşılmıştır. İkinci Cumhuriyet, bugün geriye döndürülmeyecek ölçüde sermaye düzeninin rejimi haline gelmiş olmasına rağmen, hem ideolojik olarak hem de siyasi olarak karşı karşıya kaldığı kriz göz önüne alındığında, sermaye düzeni ve devleti açısından bir “düzenleme” ihtiyacını zorunlu kılmaktadır. Özellikle başkanlık rejimine geçiş ile birlikte sermaye devletinde ortaya çıkan temel boşluklar bugün hem AKP-MHP hem de düzenin muhalif kanadı tarafından “düzeltilmeye” muhtaçtır. 
  1. Bugün İkinci Cumhuriyet kavramı, 20 yıllık bir süre boyunca, Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi ve ona karşı olan direncin güncelliği dolayısıyla kullanılan bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Burjuva düzenin yaşadığı dönüşümü anlatmak için kullanılan bu kavramın tarihsel doğrultusu yerinde kalmakla birlikte, burjuvazinin sınıfsal iktidarı, sermaye düzeni ve sermaye devleti egemenliğini yeni bir organizasyonla sürdürmektedir. Sermaye düzeninde yeni bir düzlemin ve bir dönüşüm olarak “yeni rejimin” tesisinin eski dönemin farklılıkları üzerinden değerlendirilmesi anlamlı olmakla beraber, 1. Cumhuriyet’in referansları üzerinden “yeni rejim” eleştirilerinin bir sınırı bulunmaktadır. Türkiye kapitalizminin 100 yıllık gelişimi, bugün 2. Cumhuriyet’e karşı “eski Türkiye’ye” dönüşü değil daha ileri bir toplumsal kurtuluş mücadelesini gerekli kılmaktadır. Bu açıdan 2. Cumhuriyet kavramı süreci açıklayan bir olgu olarak güncelliğini korusa da kapitalist sistemi daha fazla vurgulayan bir projeksiyonla bu kavramın ele alınması önemlidir. Bugün Türkiye kapitalizmi için düzen cephesinde yeni bir dönüşüm ya da reform söylemi, temsiliyeti, ihtiyacı ya da öznesi bulunmamaktadır. Bugün AKP-MHP tarafından temsil edilen kapitalist düzenin baskın kanadının karşısındaki muhalefetin herhangi bir reform talebi yoktur, tersine reformun bile gerisinde bulunan bir tadilat talebi vardır. Restorasyon programı ise başkanlık rejimi yerine “salt” güçlendirilmiş parlamenter rejim talebidir. Sermaye düzeninin temel paradigmalarına dokunmayan bir söylemle yetinmenin düzen içi siyaset anlamına geleceği açıktır. Komünistler, halkın devlet yönetimine katılımı üzerinden bir politikaya sahiptir; bununla birlikte, bugün başkanlık rejimine karşı çıkarken Meclis’in yetki ve temsiliyetinin artırılmasını emekçi sınıfların çıkarları bağlamında ele alırlar. 
  1. Bu anlamıyla düzen karşıtı güçlerin düzen içi bir talebin etrafında bir araya gelerek, düzenin restorasyonuna hizmet edecek bir pozisyon içinde bulunması beklenmemelidir. Bugün devrimci ve komünistlerden aslında istenen “vasata razı olmak”tır. Oysa yaşanan krize karşı emekçi sınıfların tarihsel ve güncel çıkarları ancak devrimci bir programla temsil edilebilir. Bu açıdan “Kamucu Planlı Ekonomi Programı” ile “Sosyalist Cumhuriyet Programı” önümüzdeki dönem Partimizin temel çalışma başlığı haline getirilecektir.

Sosyalist Cumhuriyet Programı toplumsal mücadele konusu haline getirilmelidir. 

  1. Yaklaşık 100 yıl önce yaşanmış ve Türkiye’nin tarihsel olarak ilerici adımı olarak değerlendirdiğimiz ancak sınıfsal karakteri ve tarihsel anlamı itibariyle ülkenin burjuva devrimi anlamına gelen 1923 yılında kurulmuş Cumhuriyet’e, bu dönemin siyasal atmosferine, yeni bir Kuvayı Milliye ya da Kemalist siyasete yönelmek maddi ve tarihsel olarak mümkün değildir. Hem kapitalizmin tarihsel ve siyasal gelişimi hem de bugünkü Türkiye kapitalizminin, sermaye düzeninin ve devletinin ihtiyaçları bağlamında böylesi bir siyasal boşluk olduğunu iddia etmek anakronik bir durumdur. Kaldı ki bugün Kemalizm ya da Atatürkçülük bir kimlik olmanın ötesinde siyasal bir talep ya da hareket olarak CHP dahil herhangi bir siyasal özne tarafından temsil edilmemektedir. Bugün burjuva siyasetinin hiçbir aktörü 100 yıl önce ortaya çıkan Kemalizm’in temsiliyetini üstlenemez. CHP, Kemalist bir parti olmaktan ziyade Türkiye’nin liberal demokrat bir sağ partisi olmaya doğru evrilmektedir. 
  1. Kemalizm tarihsel bir ilerleme olan Türkiye burjuva devriminin en ileri aşaması olarak özgün bir karakter taşımaktadır. Tarihsel olarak devrimci bir döneme, 1917 Ekim Sosyalist Devrimi’nin yaratmış olduğu iklime doğmuştur. Bugün Kemalizm’in burjuva devrimci hareket olarak doğum koşullarının belirlediği özellikleri ile sınıfsal karakteri arasındaki çelişki, kendisinin hep tartışma konusu haline gelmesinin temel nedeni sayılmalıdır. Komünistler, Kemalizm’in Türkiye burjuva devriminde oynadığı rolü tarihsel olarak ileri bir adım olarak görmekle birlikte onun sınıfsal karakterini asla gözden kaçırmadan, bir burjuva devrim çağının öznesi olan Kemalizm ya da benzeri referanslı bir siyasal mücadele içerisinde olamazlar. Bugün anti-kapitalist ve doğrudan sosyalist iktidarı hedefleyen bir mücadele programı ortaya konmalıdır.
  1. Kaldı ki laiklik, bağımsızlık, devletçilik, halkçılık başta olmak üzere 1923 Cumhuriyeti’ne atfedilen ve bugün tasfiye edilmiş olan değerler ancak ve ancak işçi sınıfının siyasal mücadelesiyle anlamlı kılınarak ileri taşınabilir. Burjuvazinin tarihsel olarak gericileştiği ve özel olarak gerici-faşist kanadının bugün iktidarda olduğu Türkiye’de, Cumhuriyet’in ileri yönlerinin sosyalizm bayrağı ile geleceğe taşınması, sosyalist mücadelenin ayrılmaz parçasıdır. Komünistler, bu açıdan ülkenin ilerici, yurtsever, Cumhuriyetçi toplumsal kesimlerini işçi sınıfının devrimci bayrağı altında toplamak için seslenme ve örgütlenme çalışmalarını kararlılıkla devam ettirirler.
  1. Laiklik, adalet, bağımsızlık ve Cumhuriyet’in kuruluş değerleri bugün sermaye diktatörlüğünde ayaklar altına alınmıştır. Bu değerlerin tasfiyesiyle birlikte ortaya çıkan sorunların temel kaynağı, emekçi sınıflara karşı hüküm süren burjuva diktatörlüğüdür. Bugün sınıf mücadelesinin önemli bir boyutunu ve dolayımlı mücadele alanlarını oluşturan bu başlıklar, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin konusu haline gelmiştir. Ülkemizde bugün laiklik, adalet, bağımsızlık ve cumhuriyetin tasfiyesi burjuva diktatörlüğünün sınıfsal gericiliğini ve gerçek yüzünü gösteren başlıklardır. 

Düzen siyasetine karşı bağımsız sosyalist odak ihtiyacı devam ediyor. 

  1. Bugün en büyük ihtiyaç sosyalist hareketin bağımsız bir odak olarak toplumun karşısına çıkması, düzen siyasetinden tamamen ayrı, farklı ve devrimci bir alternatifi ortaya koymasıdır. Bugün burjuva siyasetinde düzen içi ittifakların parçası haline gelmek adlı adınca reformizmdir. Güçlendirilmiş parlamenter rejim programının bugünkü iktidardan kurtulmak adına baskın bir şekilde propaganda edildiği bir ortamda komünist hareket kendi hedef ve misyonundan sapmayacak bir duruşu sergilemek zorundadır. Bu duruş “yeni bir cumhuriyet” söylemi ve programı etrafında şekillenecektir. 
  1. Liberalizmin, emperyalist merkezler tarafından üretilen ve beslenen şekilde, bugünkü AKP iktidarını “gayri-normal” olarak niteleyen yaklaşımları reddedilmelidir. AKP, son 20 yıldır bir ucube olarak değil, emperyalizmle işbirliği içerisinde hem sermaye sınıfının hem de sermaye devletinin tercihleriyle iktidar olmuş, tam bir sermaye partisidir. İki kutuplu dünyanın sona erdiği 1991 tarihinden tam 10 yıl sonra, emperyalizmin reel sosyalizmin uluslararası siyasetteki bütün kazanımlarına saldırdığı bir dönemde, Irak işgali öncesinde bizzat emperyalizm tarafından doğrudan tercih edilen bir parti olarak iktidara getirilmiştir. AKP aynı zamanda emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası ve sonucu olarak yapılandırılmış ve muktedir kılınmıştır. Ancak, AKP’nin, “düzenin ‘normalinden saptığına” ve “düzenin normale döndürülmesi gerektiğine” dair görüşlere karşı tereddütsüz bir karşı duruş gerekirken AKP’nin son 20 yıldır yaşama geçirdiği gerici dönüşümleri önemsiz kılacak bakış açılarından da uzak durulmalıdır. Bu durum bir çelişki değil, sermaye aktörlerinin niteliği ve misyonları ile düzenin restorasyon ihtiyacıyla bağlantılıdır. 
  1. Türkiye kapitalizminin ve sermaye iktidarının bütün yönelim ve birikim süreçleri, bizzat emperyalizmin dünya ölçeğinde yönelimleriyle paralel ve ona uygun biçimde gerçekleşmiştir. İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra Türkiye sermaye devletinin de emperyalizmin yeni yönelimine paralel bir dönüşüm geçirmesinin sonucu AKP iktidarıdır. Bugün dünya emperyalist sistemine zaman zaman “ters düşen” AKP’nin iktidarını sürdürmesinin özgünlüğü bizzat Türkiye’nin “egemen devlet” tanımında ve özelde Kürt sorununda bulunmaktadır. Kürt sorunu bugün emperyalizmle oluşan açının temel noktası niteliğini taşırken, kapitalizmin çıkarları bir yandan da bu açıyı daraltan bir işlev görmektedir. Bu itibarla Türkiye kapitalizminin ve sermaye devletinin yönelimleri, bu açıyı kapatacak bir eğilim içinde olacaktır.  
  1. Düzenin bütün aktörlerinin bugünkü güncel siyasi sorunlara dönük olarak ortaya koydukları alternatifler emperyalist sistemle ilişkilerin düzelmesi ve sermayenin kârlılık oranlarının yükseltilmesi hedefiyle özetlenebilecek bir tadilat programından ibarettir. Bugün güncel siyasal sorunlar başlığında “farklılaşan” ve temelde ise mutlak ortak zeminlere sahip düzen partilerinin hiçbirinin emekçi halkın çıkarlarıyla uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır.  Sınai, mali, ticari ya da tarım kapitalistleri ayrımı üzerinden sermaye sınıfının bugün net tanımı yapılamayacağı gibi düzen partilerinin de doğrudan sermaye sınıfının bu kanatları dışında tanımlanabileceği bir siyaset düzlemi yoktur. Bu açıdan bugün emekçi sınıfları temsil eden bir düzen partisi yoktur. 
  1. AKP ve MHP iktidarının alternatifi olarak emekçi sınıfların önüne çıkarılan Millet İttifakı’nın, bugün AKP-MHP koalisyonun karşısında ortak tek zemini, “parlamenter rejime dönüş”tür. Böylesi bir programın Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına geleceği, Başkanlık rejimi öncesi Türkiye’de sermaye devletinin ve yönetim biçiminin “demokratik” olduğu yanılmasıyla bir ve aynı şeydir. Oysa sermaye devleti biçimlerinin değişimi ve karakterlerinin temel zemini bizzat sermayenin birikim modellerinde aranmalıdır. Bu açıdan bugün AKP’den ve MHP’den kopanlarla CHP ve HDP’nin yan yana geleceği bir Türkiye tablosu, düzenin restorasyonu dışında bir anlama gelemez. Kapitalizmin ekonomik krizine yönelik farklı arayışların böldüğü sermaye partileri arasında işçi sınıfı açısından ehveni şer yoktur. 
  1. CHP’nin uzun süredir sağa yöneldiği ve bunu bir stratejik açılım olarak gördüğü bütün seçim süreçlerinde açıkça görülmüştür. CHP’nin daha sol ve emekten yana bir alternatif olması beklentisi, bizzat liberalizm tarafından propaganda edilmektedir. Tarihte işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketin siyasete ağırlığını koyduğu dönemlerde CHP’nin sola dümen kırdığı olmuştur. Bugün sosyalist hareketin güçsüz olduğu bir tabloda CHP’nin sola kaymasını beklemek büyük bir hayaldir. Bu beklenti aynı zamanda, sermaye düzenine karşı tepkileri yeniden düzene kanalize edecek bir siyasal proje partisi olarak işçi sınıfı için de büyük bir tehlike anlamına gelmektedir. 
  1. HDP ise bugün CHP’nin soluna yerleşen bir liberal demokrat partiden daha öte değildir. Dünün yetmez ama evetçilerinin bugün HDP siyasetinde doğrudan etkili olması bu gerçeği bir kez daha göstermektedir. HDP, emperyalizme, gericiliğe ve sermayeye karşıtlık üzerinden değil, tersine işbirliği üzerinden kendisini tanımladıkça bir emekçi sorunu olan Kürt sorununda da temsiliyet ehliyetinin doğrudan ve doğal bir taşıyıcısı olarak da görülemez. Türkiye kapitalizminin geldiği nokta itibariyle bugün Türk ve Kürt bütün emekçilerin ortak bir mücadele hattı daha da güçlenmektedir. Kendisini Kürt sorunu üzerinden tarif eden Kürt siyasetinin ise emperyalizmin çizdiği çerçevede sermaye düzenine entegrasyona yönelmiş bir eğik düzlemde bulunduğu bir kez daha belirtilmelidir. Sosyalizmin bir politik odak ve güç olarak kendisini n daha fazla ortaya koyması, bugün Kürt emekçilerinin de politik arayışına da karşılık gelecektir. 
  1. Bugün sermaye düzeninin önünde güncel dört temel siyasal sorun bulunmaktadır. Kürt sorunu, Akdeniz-Kıbrıs sorunu, ekonomik kriz ve başkanlık rejimi düzen siyasetinin karşı karşıya kaldığı güncel siyasal sorunlar olarak değerlendirilmelidir. Her sorun başlığının birbirleriyle olan ilgisi ve emperyalist sistemle bağlantıları açıktır. Gerek iç ve gerekse dış dinamiklerin iç içe geçtiği bu kesitte, güncel siyasi başlıkların sermaye düzeninde önemli gerilim noktaları olduğu özel olarak vurgulanmalıdır. Bu özgün durumun kaynağında yatan olgu ise her başlığın Türkiye kapitalizmi ve emperyalizm arasındaki ilişkide hem belirleyen hem de “pazarlık” konusu olmasıdır. Ekonomik krizin, dünya kapitalizmine eklemlenmiş bir kapitalizmde “emperyalizme rağmen” çözülme şansı yokken, Akdeniz-Kıbrıs ve Kürt-Ortadoğu sorununun da emperyalizmden bağımsız ve ona rağmen belirlenme şansı düzen siyaseti açısından mümkün değildir. Bütün bu başlıkların iç içe geçtiği ve karşılıklı koz, pazarlık unsuru ve tavizlerle birlikte ele alınacağı unutulmamalıdır. Bu durum, sermaye düzeni ve devleti açısından, güçlü bir konumu değil tersine sıkışmış bir durumu ifade ederken, önümüzdeki dönemde Türkiye’de iktisadi kriz zemininde bir siyasal kriz olasılığını güçlendirmektedir. Özellikle önümüzdeki dönem düzen siyasetinde gerçekleşecek bir seçimin, başkanlık rejimi başlığında ciddi bir kriz başlığı potansiyeli taşıdığı bilinmelidir. Bugün düzen siyasetinde bu güncel sorunların çözümünün tek belirleyeni sermayenin çıkarları ile emperyalizmin belirleyiciliği olacaktır. 

Ülkenin komünist partisi yeni bir atılım sürecindedir.

  1. Türkiye sosyalist hareketinde yeni bir likidasyon ve reformizm süreci gözlemlenmektedir. Kendi bağımsız hattını örmek yerine “siyasetsiz kalmama” adına sermaye düzeninin muhalif kanadının peşine takılarak cephe, ittifak ve demokratikleşme formülasyonlarını gündeme getiren arayışlar ortadadır. Açıktır ki Türkiye sosyalist hareketi devrimci siyasal çizgisini ancak ve ancak sosyalist siyaseti n bir odak olarak toplumun karşısına çıkararak koruyabilecektir. 12 Eylül sonrası yaşanan iki likidasyon dalgasından sonra bugün üçüncü bir likidasyon dalgası sosyalist hareketin karşı karşıya olduğu tehlikelerin başında gelmektedir. 1980’lerin sonunda yaşanan TBKP ve 1990’ların sonunda yaşanan likidasyonunun bir benzeri bugün HDP çatısı altında sürmektedir. HDP liberal sol bir parti olarak, Türkiye sosyalist hareketinin bir kısmını kendi bünyesine alarak örgütsel, bir kısmını da siyasal ve ideolojik olarak hegemonyasına alarak ideolojik likidasyonun zeminini döşemektedir. Komünistler, böylesi bir likidasyon sürecine karşı sınıf siyasetini öne çıkarmayı, anti-emperyalizm ve laiklik mücadelesini yükseltmeyi politik bir tercih olarak gündeme getirir, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki mutlak uzlaşmazlık karşısında sınıfa karşı sınıf politikasını düstur edinirler.  

Konferansımız bu doğrultuda;

……….

  1. Bugün Türkiye komünist hareketinin önündeki en büyük ve en acil görev, ülkenin komünist partisini örgütlemektir. 12 Eylül darbesinden itibaren başlayan ve Haziran Direnişi ile kapanan dönem Türkiye komünist ve sosyalist hareketi açısından muhasebeyi gerektiren bir mücadele dönemi olarak geride kalmıştır. Bugün işçi sınıfının öncüleriyle buluşan ve yeni bir kuşağın partisi olarak yükselecek bir komünist parti; sosyalist devrim, Leninist örgüt ve iktidar perspektifi sac ayakları üzerinden doğrulacaktır. Türkiye Komünist Hareketi, böylesi bir ihtiyacın bilinciyle kendisini yenileyerek ülkenin komünist partisi olma hedefine sahiptir. Ülkenin komünist partisinin her alanda örgütleneceği sürecin öncü örgütünün kuruluşu tamamlanmış, şimdi örgütün kendisini büyüteceği bir döneme girilmiştir. Türkiye Komünist Hareketi, önündeki süreci bir atılım süreci olarak tarif etmektedir. 

Konferansımız bu doğrultuda;

……….

  1. Türkiye işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durum geçicidir. Sendikal bürokrasi tarafından zapturapt altında tutulan işçi sınıfının, bu statükoyu kıracağı nesnel zemin fazlasıyla vardır. Partimiz yeni bir sınıf ve sendikal hareketin örgütlenmesi için işçi sınıfı içinde öncü kesimlerin örgütlenme kararlığını sürdürecektir. İşçi sınıfı içinde öncü bir kolun oluşturulması için önüne koyduğu Sınıf Tavrı çalışması, Partimizin stratejik örgütlenmesi olarak görülmelidir. Bu doğrultuda önümüzdeki dönem Sınıf Tavrı çalışması, elde ettiği mevzileri daha ileriye taşıyacak bir ataklık içinde olacaktır. 

Bu doğrultuda; 

…………….

  1. Bugün komünistlerin önündeki en büyük görevlerden bir diğeri ülkemizdeki emek ve gericilik karşıtı mücadelenin en önemli bir bileşeni olan ilerici ve emekçi kadınların örgütlenmesidir. Partimiz kadın mücadelesinde mevcut liberal hegemonyanın ve gericiliğin karşısında sosyalist bir kadın hareketinin örgütlenmesi ve güçlenmesini hedeflemelidir. İlerici ve emekçi kadınların örgütlenmesinde Parti, önümüzdeki dönemde büyük bir çıkışı örgütlemek üzere bütün olanaklarını harekete geçirecektir. 

Bu doğrultuda;

………

  1. Türkiye sosyalist hareketi güncelliğe takılan ve geçmişin muhasebesi içinde kaybolan bir siyasal iklimden derhal kurtulmalıdır. Bunun yolu Partinin ve sosyalist mücadelenin yeni bir genç kuşakla buluşmasıdır. Komünist mücadelede hem işçi gençliğin hem de öğrenci gençliğin etkin bir biçimde rol alacağı bir örgütsel pratik sergilenmelidir. 

-Bu doğrultuda; 

………..

  1. Sosyalist hareketin, daha etkin bir politik zemine yaslanması için önemli görevlerinden birisi de sermayenin, gericiliğin ve liberalizmin ideolojik saldırılarına karşı devrimci bir ideolojik üretimin gerekliliğidir. İşçi sınıfının ve emekçi toplumsal kesimlerin baskı altına alındığı gerici, milliyetçi ve liberal düşünsel iklimde sosyalist ideolojinin daha etkin kılınması Partinin acil görevlerinden birisidir. 

Bu doğrultuda; 

…………..

To Top