Kapitalizm sömürü demektir. Kapitalist düzende ücretli kölelik hüküm sürmektedir. Köleci toplumdan tek farkı ücretli sömürünün olmasıdır. Bir yanda üretim araçlarına sahip patronlar, diğer yanda işgücünü satarak yaşamaya çalışan emekçiler vardır. Bu düzende patronlar, emekçilerin yaratmış olduğu artıkdeğere el koyarak zenginleşirler. Kapitalizmin işlemesinin tek yolu kârdır, kâr ise emekçilerin ürettikleri değere el koyarak ortaya çıkar.
Eşitsizlik tam da buradan çıkmaktadır. Bir yanda zenginler sömürücü sınıflar, diğer yanda emeği ile geçinenler, yoksullar, işsizler… Bu durum kapitalizmin gerçek yüzüdür. Eşitliğin olmadığı yerde, paranın hüküm sürdüğü bir düzende emekçilerin özgürlüğü de mümkün değildir.
Bugün dünyada kapitalist-emperyalist sistem hüküm sürmektedir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, göç, katliamlar, savaşlar, gericilik bu sistemin bir sonucudur. Bugün kapitalist-emperyalist sistemin insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur. Tek amaçları sömürünün, talanın, yağmanın devamı ve kârlarının korunmasıdır.
Çünkü sosyalizm insanlığın kurtuluşunun sağlanacağı; eşitlik, özgürlük ve adaletin gerçek anlamda var olduğu; sınıfsız ve sömürüsüz düzenin adıdır. Sosyalizm, sınıfların ve sömürünün ortadan kalkması için işçi sınıfının iktidarda olduğu düzenin adıdır. Sosyalizm; kapitalist düzende iktidar olan sermaye sınıfının yerine işçi sınıfının iktidara geldiği, üretim araçlarında özel mülkiyetin değil, kamu mülkiyetinin olduğu, yer altı ve yer üstü kaynaklarının kamulaştırıldığı, eğitimin, sağlığın, barınmanın, yani en temel insani ihtiyaçların devlet tarafından ücretsiz şekilde karşılandığı düzendir.
Kapitalizmde üretim toplumsaldır, ancak mülkiyet bireyseldir. Sosyalizm bu çelişkinin ortadan kaldırılmasıdır. Türkçeye “toplumculuk” olarak çevrilebilen sosyalizmin genel ilke ve amacı şudur: “Herkesten yeteneğine göre alınacak, herkese eşit bir şekilde dağıtılacak.”
Öncelikle özel mülkiyete dayalı kapitalist üretim biçiminin yerini kamu mülkiyetine dayalı sosyalist üretim biçiminin alması gerekir. Bunun için yıllardır emekçileri sömürerek var olan burjuvazinin iktidardan indirilmesi gerekmektedir.
İşçi sınıfının iktidarında bütün fabrikalar, madenler, toprak, enerji kaynakları, yani bütün üretim araçları kamu mülkiyetine geçirilecek, devletleştirilecektir. Kısacası halkın malı halka verilecek; toplum tarafından yaratılan değerlere el koyan azınlığın elinden alınacak, zenginleryoksullar, sömürenleremekçiler ayrımı ortadan kaldırılacaktır. Böylece herkes iş sahibi olacak, üretim sürecine katılacak ve emeği ile geçinecektir. Eşitliğin sağlanması açısından toplumsal üretim sürecinde eşitlenen toplum, yasal, hukuki alanlarda buna uygun adımlar ile de güvenceye alınacaktır. Bu açıdan kapitalist düzende maddi hiçbir gerçekliğe oturmayan eşitlik söylemi, sosyalizmde ayakları üzerine oturtulacaktır.
Kamu mülkiyetine geçen bütün işletmelerden elde edilen değerler ve gelirler toplumun hizmetine sunulacaktır. Bunun için merkezi bir planlama ve kalkınma modeli ortaya konacaktır. Böylece temel bütün ihtiyaçlar, barınma, ulaşım, ısınma, sağlık, eğitim vb. bütün hizmetler herkese bedelsiz olarak sunulacak, insanca yaşanılan bir düzen kurulacaktır. Çok büyük kârlar elde eden şirketler ve asgari ücretle geçinmek zorunda kalan emekçiler sosyalizmde tarih olacaktır.
Komünistler için çok fazla yalan üretilmiştir. “Vatansız”, “dinsiz”, “mülkiyet ve devlet düşmanı” gibi kavramlar bunlardan sadece birkaçıdır. Çünkü sosyalist düşünce en fazla sömürücüleri, işbirlikçileri ve gericileri rahatsız etmekte, onların düzenini sorgulamaktadır. Kurdukları yağma, talan düzeninin yıkılmaması için bu düzenin tek gerçek alternatifi olan sosyalizme bu şekilde saldırmakta, yalan ve iftira atmaktadırlar.
p>Ülkemizde dinci gericilikten beslenen egemen düzen siyasetinin siyasal yaşama kattığı bir kavram vardır, takiye. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre “takiye”, olduğundan farklı görünme, sakınma, çekinme, gizleme anlamlarına gelmektedir. Düzenin egemen aklı, biz ilericilere, sosyalistlere, devrimcilere de takiye yapmamızı salık veriyor. “Komünist ismi insanları ürkütür, isminizi gizleyin, olduğunuzdan farklı görünün” diyorlar.
İnsanın insanı sömürmediği, kaynakların verimli bir şekilde kullanıldığı, zengin bir toplumun yaratılabileceğine inandığımız için komünistiz. Komünistler yurtseverdir, toplumcudur, kamucudur, ilericidir, laiktir, adaletten, eşitlikten ve özgürlükten yanadır. Bu niteliklerinden dolayı komünist olmak, bizim için bir onur kaynağıdır. Şeriatçısının ırkçısının, kapitalistinin kendi kimliğinden utanmadığı bir ortamda, komünistlerin kendilerini gizlemek şöyle dursun, daha fazla anlatmaları gerekir.
p>Öte yandan komünist isminin halkı korkuttuğunu düşünen samimi dostlarımıza ise sormak gerekir; yarın insanları korkuttuğu iddia edilirse ‘laik ve ilerici” olmaktan vazgeçerler mi? 0 yüzden mesele doğru bildiğin yolda, boynunu eğmeden, korkmadan yürüyebilme, kendi doğrularını milyonların doğrusu yapma meselesidir.
Bizim işimiz "öbür dünya"yla değil. Biz, adaleti bu dünyaya getirme mücadelesi veriyoruz! Savaşlar, eşitsizlik, sömürü söylendiği gibi bir alın yazısı değildir. İnsanlık isterse ve mücadele ederse, adil ve eşit bir dünya kurabilir. Bu yüzden sosyalizm, din adına adaletin tecellisini "öbür dünyaya" bırakan, eşitsizlikleri "kader" olarak gören bütün anlayışlarla mücadele eder.
Sosyalist bir düzende din elbette yasaklanmayacak. Fakat toplumun herhangi veya belirli bir dini anlayış üzerine kurulmasına ve şekillenmesine de izin verilmeyecektir. Sosyalizm laik bir toplumsal düzeni savunur, toplumdaki bütün dini inançlara eşit mesafede durur. Ayrıca her dinin kendi inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlanması için gerekli önlemlerin alınmasını da savunur.
Komünistler, kişisel inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlandığı, ancak dinin siyasal ve toplumsal yaşantının kuralları belirlenirken bir referans olmaktan çıktığı, laik bir toplum ve devlet yapısından yanadırlar
Din ve vicdan özgürlüğü başkadır, dinin toplumsal ve siyasal hayata kurallar koymaya kalkışması, yani siyasallaşması başka. Siyasetin ve toplumun kurallarını, çağın koşulları ve insanlığın vardığı gelişkinlik düzeyi belirler. Örneğin insanlık, kadınerkek eşitliğini bir değer ve bir kural olarak kabul etmiştir. Kimse dini gerekçe göstererek, kadınların toplumda ikinci sınıf insan muamelesi görmesini savunamaz. Ya da kimse, çağdaş ceza kanunları yerine dinin öngördüğü cezaların uygulanmasını savunamaz.
Dinci gericiler ve yobazlar, meselenin bir kişisel inanç meselesi olarak görülmesine itiraz ederler ve şöyle derler: "Din sadece kişisel bir mesele değildir, toplumsal ve siyasal düzen hakkında da kurallar koyar." Yani aslında, toplumsal ve siyasal hayatın da dine göre düzenlenmesini isterler.
Sosyalizmde ise insanların kişisel inanç ve vicdan özgürlüğü vardır. Tam da bu yüzden dinci gericiliğe karşıdır; çünkü gericiler, başka inançtan insanlara ve inanmayanlara baskı kurarlar.
Kapitalizm sömürü üzerine kurulan sınıflı bir toplumdur. Sömürünün temelinde ise artıkdeğere el konulması vardır. Artıkdeğeri yaratan işçiler, el koyanlar ise üretim araçlarına sahip olan kapitalistlerdir. Bu açıdan sömürünün ortadan kalkmasının yolu üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasından geçer. Fabrikalar, madenler, toprak, makineler vb. üretim araçlarıdır. Bu araçların üzerindeki özel mülkiyet var oldukça sömürü de devam edecektir.
Sosyalizm, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşıdır. Sosyalizm karşıtlarının iddia ettiği gibi insanların kişisel eşyalarındaki özel mülkiyetle bir derdi yoktur. Kişisel sahipliğin ya da mülkiyetin bir üretim aracına karşılık gelip gelmediği önemlidir. Sosyalizmde üretim araçlarında toplumsal mülkiyet olacaktır. Üretilen değer eşit bir şekilde bütün topluma dağıtılacaktır.
Sınıflı toplumlarda bütün halkı birleştiren ortak çıkarlar olduğu varsayımını kabul etmiyoruz. Patronların kendi çıkarlarını, pazar ve kâr arayışlarını ulusal çıkarlar olarak kabul ettirerek, gerek ülke içerisinde gerek başka ülkelerdeki işçiler ve emekçi halklar arasında düşmanlıklar ve karşıtlıklar yaratmasına karşı mücadele ediyoruz. Tüm dünyada işçilerin ve emekçi halkların çıkarları ise sınırlarla değişmeksizin bir ve aynıdır. Tüm dünyada işçiler ve emekçi halklar sermaye tarafından sömürülmektedir.
Bu bağlamda, bütün ulusu birleştiren ortak çıkarlar olduğunu varsayan ulusalcılığın ve ırksal bir ortaklık/ üstünlük tarif eden milliyetçiliğin karşısında yer alıyoruz. Gerçekte bu ideolojiler mülk sahibi sınıfların egemenliğini örtmeye yarar. Enternasyonalizm ise bütün ülkelerin emekçilerinin ortak çıkarlarını savunmak anlamına gelir.
Bununla birlikte, komünistler tereddütsüz biçimde yurtseverdir. Doğduğumuz ve büyüdüğümüz toprakların kurtuluşu için mücadele ederken elbette bu topraklar ile birlikte yaşadığımız ve mücadele ettiğimiz işçilerin ve emekçi halkların çıkarları genel doğrultumuzu belirlemektedir. Komünistler yurtsever oldukları için tüm dünyada ülkelerinin işgaline karşı ilk ayağa kalkanlar olmuşlar, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin en önünde yer almışlar ve kendi ülkelerinin kurtuluşu için hiçbir fedakârlıktan da kaçınmamışlardır.
Bugünkü sömürü düzeninin devamından yana olanların komünistlerle ilgili olarak öne sürdüğü yalanlardan biri de komünistlerin anarşiden yana olduğu, ülkenin yönetilememesini sağlamaya çalıştığıdır. Sabah akşam devletin kendilerini nasıl engellediğinden bahseden piyasa güçleri, devletin küçülmesi hatta önemli hiçbir alanla ilgilenmemesi gerektiğini savunanların, komünistleri devlet düşmanı olarak göstermeye çalışması da başlı başına gülünçtür.
Komünistler, devleti, iktidarı elinde tutan sınıfın aracı olarak görürler. O nedenle, biz devlete değil, o devleti yöneten sınıfa ve yaratılan düzene karşıyız. İnsanın insanı sömürdüğü bu düzende sermaye sınıfı iktidardadır. Devlet, bugün burjuvazinin elinde sömürü düzeninin devamını sağlamak için bir araç konumundadır. Emekçilerin, halkın iktidarında ise devlet, tüm halkın çıkarları için var olacaktır.
Sosyalizm, 1989 yılında ciddi bir yenilgiye uğradı. Sovyetler Birliği deneyimi, insanlığın ileriye doğru atacağı adımlarda sosyalist iktidarların vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Ama öte yandan emperyalizmin dünya üzerinde saldırgan politikalarının hüküm sürdüğü koşullarda sosyalist bir iktidarın savunmasız kalmasının sonuçlarının çok kötü olabileceğine de hep birlikte Sovyetler Birliği'nin yıkılış sürecinde görmüş olduk. Aradan geçen süre içinde, bu yenilginin yalnızca eski sosyalist ülke halkları için değil, dünya üzerindeki tüm emekçiler için bir yıkım anlamına geldiği belirginlik kazandı. Geçmişte iş, eğitim, sağlık, konut ve ulaşım sorunu nedir bilmeyen eski sosyalist ülke yurttaşları, bugün, kapitalizmin yalnızca ışıltılı vitrin camları anlamına gelmediğini acı bir şekilde tecrübe etti. Artık kapitalizmin işsizlik, yoksulluk, emekçi çocuklarının okuyamaması, parası olmayanların sağlık hizmetlerinden yararlanamaması ve ellerine geçen az miktardaki paranın da konut ve ulaşım harcamalarına gitmesi anlamına geldiğini onlar da biliyor.
Diğer yandan, sosyalizmin yenilgisinden bu yana, emperyalistler ve sermaye sahipleri, emekçilere çok daha pervasızca saldırıyor. "Sosyalizm tehdidi"nin zayıf düşmesinden bu yana, emperyalist ülkelerdeki emekçiler de, özelleştirmelerle, sosyal devletin tasfiye edilmesiyle, eğitimin paralı hale getirilmesiyle ve taşeronlaştırmayla karşı karşıya.
Evet, kapitalizm henüz "ölmedi". Ölmediği için de, öldürmeye devam ediyor! Sosyalizmin bir kutup olmaktan çıkmasının ardından, savaşlar ve katliamlar başımızdan eksik olmadı. Kapitalizm ölmediği gibi bir dizi musibeti yaşatıyor da... Gericilik, yobazlık, kültürsüzlük, yozlaşma ve savaşlar kapitalizm sayesinde, kapitalizm onları istedi diye yaşıyor. Eğer ölen bir şey varsa, o da, ekonomik ve toplumsal gelişmenin ancak "serbest piyasa" koşulları altında, yani kapitalizm koşulları altında sağlanabileceği iddiasıdır.
Yukarıda anlattığımız tablo sosyalizmin bugün hala ekmek, hava ve su kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Bu koşullarda sosyalizmin artık öldüğünü iddia etmek gerçekleri çarpıtma iddiasından başka birşey değildir.
Amacımız sömürüye dayalı kapitalist düzenin yıkılıp yerine halka eşitlik ve özgürlük getirecek bir düzenin, yani sosyalizmin kurulmasıdır.
Öte yandan, sosyalizm mücadelesi bugünkü düzende yaşanan haksızlıklarla mücadele etmeyi gerektirir. Haksızlıklarla mücadele etmeden, tek başına isteyerek ve inanarak bir dileğimizin yerine gelebileceğini düşünmek, bizim dünya görüşümüzle taban tabana zıttır.
Bildiğimiz tek bir şey var; bu sömürü düzeninde insanlığın hiçbir temel sorunu köklü bir şekilde çözülemez. Örnek mi arıyoruz? Bu ülkede haklı olarak ayrımcılığa uğradığını düşünenler var. Onların bir kısmı Avrupa'yı örnek alırsak bu sorunun çözülebileceğini söylüyor. Onlara tavsiyemiz, Avrupa'nın büyük ülkelerinde yaşayan göçmenlerden biriyle on dakika sohbet etmeleridir. Avrupa da dâhil sermayenin egemen olduğu tüm ülkelerde, ayrımcılığın, ezilmenin ve dışlanmanın biri biter, biri başlar. Çünkü sömürü düzeni insanları ezmek, bölmek ve birbirlerine düşürmek üzere kurulmuş bir düzendir. İşte bu yüzden bugün karşılaştığımız her türlü haksızlığı ve eşitsizliği ortadan kaldırmak ve sosyalizmi kurmak için var gücümüzle mücadele edeceğiz. Çünkü kapitalizmde yaşadığımız sorunların köklü çözümü yalnızca sosyalizmdedir.
Siyasette sağ ve sol gibi kavramların öldüğünü iddia edenlere dikkat edin, bu kişiler aynı zamanda solun tanımını değiştirmek için de ellerinden geleni yapanlardır. Sovyetler Birliği çözüldükten sonra "ideolojilerin sonu", "tarihin sonu", "medeniyetler çatışması" diye bir yaygara kopardılar. Sosyalizm geçici bir yenilgi yaşamış, kapitalizm iktidara yerleşmişken ideolojiler öldü demek, "iktidardaki ideolojiye artık kimse dokunmasın, bir daha kapitalizm sorgulanmasın" demek değil midir?
Solculuk eşitlikten ve özgürlükten yana olmak, emekçilerin çıkarlarını savunmaktır. Bu tanımın yerine solculuk diye herkesin istediğini yapmasını, etnikçilik, kimlikçilik gibi kavramları yerleştirmeye çalışanlar büyük bir yalan söylüyorlar. Eşitliğin olmadığı yerde özgürlük nasıl savunulabilir? Güçlü ve güçsüzün olduğu bir ortamda istediğinizi yapmakta özgürsünüz dendiğinde ortaya güçlünün her istediğini yaparak güçsüzü ezdiği, kendi iktidarını sağlamlaştırdığı bir düzen çıkar.
Öte yandan, bugün "insanlar dinlerine, etnik kimliklerine göre tanımlansın" diyenler her şey olabilir ancak solcu olamaz. Yıllardır din ve millet uğruna milyonlarca kişinin kanını dökenler aynı şeyleri söylemediler mi? Solun mücadelesi aydınlanma, emeğin kurtuluşu, insanlığın her türlü prangadan koparılması, insanın dini ve milleti için değil, insan olduğu için değer kazanması mücadelesidir.
Emek sömürüsü, eşitsizlik, emperyalizm, gericilik, ırkçılık, baskı, hukuksuzluk, savaş ve ayrımcılık var oldukça, yani her biçim ve tonuyla "sağ" var oldukça; onlara karşı mücadele eden "sol" ve sosyalizm de var olacaktır. Ta ki, eşit ve özgür bir toplum kuruluncaya kadar...
TKH ülkemizin temel sorunlarının çözümü için sosyalizme geçmeyi zorunlu görmektedir. Sosyalizm, üretim araçlarının tüm toplum adına devletin mülkiyetinde olduğu bir düzendir. Bu sayede sosyalist ekonomi halkın ihtiyaçları doğrultusunda planlanabilir.
İhtiyaç maddelerinin ve hizmetlerin kâr için üretilmediği bir toplumdan söz ediyoruz. Çalışabilir durumdaki herkese devletin iş bulmak zorunda olduğu bir toplumdan... İnsanların diline, inancına, cinsiyetine, tercihlerine göre ayrımcılığa uğramadıkları bir düzenden, adaletten... Eşitlik, özel mülkiyet rejiminde yalandır!
Sosyalizm eşitliğin gerçek temellerinin kurulmasıdır.
Sosyalist Türkiye gerçek bir halk aydınlanmasına sahne olacaktır. Kapitalizm insanların bilmemesini, karışmamasını, hayat içerisinde nesne olmasını tercih eder. Sosyalizm ise tam tersini...
Sosyalist Türkiye'de memleketin bağımsızlığı ve diğer ülkelerle barışçı ilişkiler tesis etmek temel ilkedir.
Emekçilerden başlayarak tüm toplumun örgütlü olması sosyalizmin doğası gereğidir. Sosyalist Türkiye'de yurttaşlara paranın ve yalan makinesi medyanın baskısı altında birkaç yılda bir oyları sorulmayacak, örgütlü toplum temsilcileri aracılığıyla, halkın iktidarı her düzeyde olacaktır.
TKH işçi sınıfının partisidir. TKH yalnızca halkın gücüne ve iradesine inanır. Sosyalizm yalnızca örgütlü emekçilerin mücadelesiyle kurulabilir.
Yine sosyalizmi örgütlü halk koruyacak ve geliştirecektir. Sermayenin sahte demokrasisinin yerini sosyalist demokrasi alacaktır. Halkın desteğini yitiren herhangi bir düzenin ayakta kalması mümkün değildir.
Sosyalist devrimini gerçekleştirerek özgürlüğü, eşitliği, adaleti kendi mücadelesiyle elde eden Türkiye'nin emekçi halkının ve onun öncü sınıf partisi TKH' nin görevi ve mücadelesi elbette ki iktidarın alınması ile sona ermeyecektir. Türkiye'nin emekçi halkının karşısına her türlü karşı devrimci kişiler, gruplar, ideolojiler, hatta emperyalist-kapitalist dünyanın güçleri çıkacak ve tüm kazanımları geri almak, sosyalist iktidarı yıkmak için çabalayacaklardır. TKH, örgütlü halkın bir parçası olarak bu mücadelede yerini alacak, sosyalizmin kazanımlarını daha da ileriye taşıyacak adımları atacak, ta ki sınıfsız sömürüsüz komünist bir toplumsal düzen kuruluncaya kadar emekçi halkının yanında yerini alacaktır.
Sosyalizmin ve komünizmin halka rağmen sürdürülen bir düzen olduğu koskoca bir yalandır. Oysaki TKH, halkı için halkıyla beraber örgütlenmeye ve mücadele etmeye devam edecektir.
Emperyalizm başka ülkelerin sömürülmesi, işgal edilmesi, bağımlı kılınmasıdır. Bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koyma, pazarı ele geçirme, ucuz işgücü ve bağımlılık anlamına gelir. Emperyalizm, sermayenin kendi hareketleri ile siyasal, ideolojik, kültürel ve askeri hegemonya girişimlerini kesintisiz ve bölünmez bir bütünlük içerisinde kapsar.
Emperyalizmi, kapitalizmden ayrı düşünmek mümkün değildir. Emperyalizmin işleyişini mümkün kılan, insanın insanı sömürmesine izin veren bir düzenin varlığıdır. Patronların kâr hırsı, başka ülkelerdeki zenginliklere el konmasını, doğal kaynakların ve insan gücünün sömürülmesini de beraberinde getirir.
Emperyalizm, Türkiye gibi bağımlı ülkeleri ucuz emek gücü ve ucuz asker kaynağı olarak görür. Yok pahasına satılan kamu işletmelerine göz diker. Emperyalistler, kendi aralarında ortaklık kurarak, bu ülkeleri açık pazar haline getirirler. "Yardım" adı altında borç verip, verdikleri borçtan çok daha fazlasını faiz olarak geri alırlar.
Bu "dış güçler" eğer içerideki işbirlikçileri, yani patronlar olmasa bir hiçtir. Emperyalizmi "pek çok kötülüğün anası" yapan bu işbirliğidir. Patronlar, emekçilerin uyanışından korkar ve bu korku, ipleri emperyalist merkezlere daha fazla teslim etmelerine neden olur.
Türkiye, Kurtuluş Savaşı'nı, 1917'de kurulan Sovyetler Birliği'nin desteği ile kazanmıştır. Ancak sonrasında kapitalistleşmeye devam eden Türkiye, batılı emperyalistlerin arasına katılmayı düşlemiş, ancak bağımlılığı kabul etmeden orada yer alması mümkün olmamıştır.
Kore'ye ABD çıkarları için asker göndermek, ancak bağımlı bir ülkenin yapabileceği iştir. NATO bağımlılıktır. Avrupa Birliği (AB) bağımlılıktır. Sosyalist ülkeler onlarca yıl boyunca emperyalist saldırganlığı frenlediler. Bu ülkelerin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra emperyalizm zincirlerinden boşandı. Yugoslavya'yı parçaladılar. Irak ve Afganistan işgal edildi. Bu ülkeleri Libya izledi. Suriye'de saldırmaya devam ediyorlar. İran için yeni planlar yapıyorlar. Türkiye dâhil olmak üzere bir dizi ülkede dinci rejimleri destekleyerek yönetime geçmelerini sağladılar. Bu ülkelerde bir yandan emperyalizmin ideolojisini ve kültürünü egemen kılarken, bir yandan da gerici ideolojilerin kök salmasını sağladılar.
Sermayenin kâr, emperyalizmin egemenlik arayışı daha fazla bağımlılık, daha fazla sömürü ile birlikte kan ve gözyaşı üretir. Ancak bunun ötesinde, bağımlılık, o ülkelerdeki insanların karar ehliyetlerinin de gasp edilmesini beraberinde getirir. Bu durumun ortadan kaldırmanın yolu ise özgürlük, eşitlik, adalet için mücadelenin bağımsızlık mücadelesiyle bir bütün oluşturarak yürütülmesinden geçer.
Ülkemizin ABD'ye ve AB'ye muhtaç olduğu iddia ediliyor. ABD'yle ve AB'yle iyi geçinmezsek, başımıza bin türlü bela geleceği öne sürülüyor.
Doğru olan tam tersidir! Bu ülke ABD'ye ve AB'ye bağımlı kaldıkça, başımızdan bela eksik olmamaktadır!
ABD ve AB ile kurulan yakın ilişkiler Türkiye'ye ne sağlıyor? Birincisi, gençlerimize savaş meydanlarında ölme ve öldürme olanağı sağlıyor!
Bu ülkenin gençleri geçmişte Kore'de, amacını bile bilmedikleri bir savaşta, ABD askerlerine kalkan yapılmıştı.
Türkiye'nin yurt dışındaki bütün askeri birimleri bugün aynı tehlikeyle karşı karşıyadır.
İkincisi, İsrail ile birlikte emperyalistlerin taşeronluğunu yaptığımız için, tüm Ortadoğu halklarının düşmanlığını kazanıyoruz.
Üçüncüsü, emperyalist yağma arttıkça sanayimiz ortadan kalkıyor. Tarımımız çökertiliyor. Üretemeyen bir ülke haline gelirken, işsiz ve yoksul insanlarımızın sayısı artıyor.
Dördüncüsü, emperyalist silah tekellerine her yıl milyarlarca dolar aktardığımız yetmiyormuş gibi, ülkemiz ABD'nin nükleer silah deposu olarak kullanılıyor.
Tüm bunlar neden yapılıyor?
Birincisi, bu ülkedeki sermaye sahiplerinin, emperyalist yağmadan pay alması, uluslararası şirketlerin, tekellerin komisyonculuğunu yaparak para kazanması için.
İkincisi, kârını arttırmak isteyen sermaye sahipleri, bizlerin, yani bu ülkenin emekçilerinin güçlenmesine karşı emperyalistlerin desteğine muhtaç olduğu için.
Hiç unutmamamız gereken şudur: Türkiye, emperyalist ülkelerden "yardım" alan değil, bu ülkelere kaynak aktaran bir ülkedir. Türkiye'nin borçlu olduğu yalandır. Türkiye'den sadece borç ödemesi adı altında çıkan kaynaklar, borç ve kredi adı altında ülkeye giren miktardan çok fazladır. Üstelik fazlasıyla ödediğimiz bu paraların, halkımıza ve ülkemize değil, para babalarına faydası dokunmaktadır. Ülke üretimini gerçekleştirebilecek her türlü kaynağa sahipken, emperyalist ülkelerden her yıl milyarlarca dolar değerinde gereksiz ithalat yapıyoruz. Oysa Türkiye, her alanda fazlasıyla kendine yetecek bir ülkedir. Her türden bağımlılık ilişkisine son verdiğimizde, zararlı çıkacak olan yalnızca sermaye sahipleri ve emperyalistler olacaktır. Ambargo uygulamalarının da hiçbir önemi olmayacaktır. Çünkü Türkiye, kendi kaynaklarıyla kolaylıkla kalkınabilecek bir ülkedir.
Yeter ki, kaynaklarımızı yağmalatmayalım!
Avrupa Birliği temelinde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD merkezli kapitalist dünya sisteminin Sovyet bloğuna karşı inşa edip desteklediği bir oluşumdur. Avrupa Birliği başından itibaren emperyalist bir projedir. Dönemsel krizlerle sarsılan ve tıkanan Avrupa sermayesi, krizi aşabilmek için sermayenin birliğine dayanan Avrupa Birliği'nin kuruluşunu öngörmüştür. Bu tür ekonomik ve siyasal birleşmeler özünde, halkların değil, patronların çıkarlarının temsil edildiği üst birlikteliklerdir. AB düzenlemeleri, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nün dayattığı düzenlemelerle iç içe geçmektedir. AB ve kurumlarıyla bütünleşme sürecinin temel amacı, Türkiye'yi geri dönüşsüz bir biçimde uluslararası sermayeye, yani kapitalist sisteme bağımlı kılmaktır.
Büyük bölümü AKP iktidarı döneminde çıkarılan AB uyum yasaları çerçevesinde sosyal ve ekonomik haklar budanmıştır. Kadın haklarına ilişkin kimi düzenlemeler, idam cezasının kaldırılması gibi bazı iyileştirmeler göz boyamadan ibaret kalmıştır. İş yasası değişiklikleri, sosyal güvenlik düzenlemeleri, kamu yönetimi reformu gibi başlıklar altında emekçilerin hakları gasp edilmiştir. Son olarak, yine "AB'ye uyum" gerekçesiyle 2010 yılında halkoyuna sunularak yapılan anayasa değişiklikleri ile emekçilerin hanesine yeni kayıplar yazılmıştır.
AB üyeliğinin demokratikleşme değil, bir cehennem vaat ettiği son yaşanan ekonomik krizde komşumuz Yunanistan'ın başına gelenlerle görülmüştür. Üyelik sürecinin gerekleri doğrultusunda üretimi neredeyse sonlandırarak sanayisini, tarımını AB'ye emanet eden Yunanistan, büyük bir ekonomik çöküşle karşı karşıya kalmıştır.
NATO, İkinci Dünya Savaşı`nın hemen ardından Batı Avrupa`da "komünizm tehlikesi"ni önlemek hedefiyle ABD öncülüğünde kuruldu. Savaş sırasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ile ABD, İngiltere, Fransa aynı cephede Almanya`ya ve onun müttefiki İtalya ile Japonya`ya karşı savaşmaktaydılar.
İngiltere, Fransa ve ABD kapitalist sistemle yönetilen ülkelerdi. Bu ülkelerde iktidarı elinde tutanlar, emekçiler değil, tersine çalışanları, emekçileri, işçileri sömüren burjuvaziydi. SSCB`de ise emekçiler iktidardaydı.
Savaş sonrası Batı Avrupa`da, özellikle Fransa, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde komünizmin prestiji hızla arttı. Komünist partiler iktidarın eşiğine geldiler. Kendi emekçi sınıfları tarafından iktidardan uzaklaştırılacaklarını düşünen Avrupa sermayesi ve temsilcilerinin yardımına ABD yetişti. Bu ülkelere ve Türkiye`ye, komünist faaliyetleri engellemek için finansal yardım yapıldı. Sadece finansal yardım elbette yetmeyecekti. Bir de askeri örgütlenme gerekiyordu. İşte NATO, batılı kapitalist ülkelerin SSCB`deki emekçi iktidarına ve kurulabilecek yeni emekçi iktidarlarına karşı oluşturduğu, sermaye iktidarlarının koruyucusu, emekçilerin düşmanı bir askeri ittifak olarak ortaya çıkmıştır.
Böylece, ABD, İngiltere, Fransa başta olmak üzere emperyalist ülkeler yeni bir saldırı ve savaş örgütü kurdular.
O günden bu yana NATO, sosyalizme, emekçi halklara karşı etkili bir suç makinesi olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.
NATO, birliğe üye bütün ülkelerde `gladio` adıyla gizli kontrgerilla örgütleri kurulmasını sağlamıştır. Bu paramiliter yasadışı örgütler provokasyonlardan bombalamalara, cinayetlere kadar çok sayıda insanlık dışı suçun failleridir. Özellikle sol düşünceye ve hareketlere karşı kullanılan bu gizli örgütler, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye`de de birçok faili meçhul cinayetin arkasındaki temel güçtür. ABD güdümlü bu tip NATO örgütlenmelerinin yapıları değişse de, hala faaliyet gösterdikleri bilinmelidir.
NATO, iddia edildiği gibi bir savunma paktı değildir. 1990`ların başında SSCB çözülmüş, böylece kapitalizm yok olmadığı gibi daha da saldırganlaşmıştır. Kapitalist sistemi kollamak, emperyalizmin egemenliğini korumak üzere kurulan bu pakt, görevine devam etmekte, tüm dünyaya yayılmakta ve sermayenin ve emperyalizmin egemenliği için bekçilik görevini canla başla yerine getirmektedir. NATO, kapitalist emperyalist sistemin yumruğudur ve bu yumruk giderek daha geniş bir coğrafyaya uzanmaktadır.
Sovyet Blok`una karşı kurulduğu iddia edilen NATO, Sovyetler Birliği ve sosyalist blokun çözülmesi sonrasında faaliyetlerini sürdürürken, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda eskisine kıyasla bugün dünyanın çok daha büyük bir bölümünde askeri üsler bulunduruyor.
Emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda NATO`nun Afganistan`ı işgal etmiş olması, Libya`yı bombalaması ile bugün Suriye`de yürütülen savaş bu suç örgütünün saldırgan karakterinin en canlı ve güncel örneğidir.
Türkiye, Kore savaşında bile bile feda edilen binlerce halk evladının kanı üzerinden 1952 yılında NATO üyesi yapıldı. Bütün iktidarlar tarafından da yıllarca Sovyetler Birliği`nin tehdit olduğu yalanı söylenerek NATO üyeliği savunuldu. Sovyetler Birliği`nin ne Türkiye ne de başka ülkeler üzerinde bir tehdit oluşturmadığı, tam tersine emperyalizmin saldırganlığını dizginlediği, sosyalist blok çözüldükten sonra da görüldü.
Türkiye`nin NATO üyeliği, kesinlikle halkın ve ülkenin değil, egemen sınıfların çıkarları ve güvenliği doğrultusunda alınmış bir karardır.
Üyelikle birlikte Türkiye ordusunu NATO`nun emrine verdi. Eğitimden her türlü silah ve teçhizat teminine kadar her konuda NATO ve ABD`ye bağımlı hale geldik. ABD yardımına muhtaç olmadığımız tek bir askeri alan kalmadı.
NATO`ya girmeden önce ABD ile askeri, ekonomik, siyasi alanlarda imzalanan ikili anlaşmaların sayısı NATO üyeliği sürecinde arttı. İkili anlaşmalar ve NATO üyeliği sonucunda ülkemizde doğrudan ABD Savunma Bakanlığı Pentagon`a ya da NATO Komutanlığı`na bağlı askeri üsler açıldı.
Türkiye, günümüzde de, NATO`nun taşeronluğunu sürdürmektedir. Kosova savaşında NATO`nun yanında yer almıştır. Afganistan`da NATO saflarında savaşarak Afgan halkına karşı suç işlemektedir. Bugün yine NATO üyesi sıfatıyla Suriye`de cihatçı teröre destek veren Türkiye, NATO`nun taşeronu olarak kullanılmaktadır.
Topraklarımızda ABD ve NATO`nun askeri üsleri varlıklarını sürdürmektedir.
İncirlik başta olmak üzere, bu üslerde bulunan nükleer başlıklı silahlar ABD subaylarının denetimindedir. Bu üslerden havalanan ABD askeri uçakları, eskiden olduğu gibi, komşularımızın topraklarına askeri müdahalelerde bulunurken, ülkemizin güvenliği tehdit edilmekte, egemenlik haklarımız hiçe sayılmaktadır. Türkiye, bölgede ABD taşeronu, onursuz ve bağımlı bir devlet olarak yapayalnız bırakılmaktadır.
Türkiye`de hem ABD`ye hem de NATO`ya tahsis edilmiş üsler bulunmaktadır. Bunun yanı sıra NATO üyeliği ve askeri işbirliği anlaşmaları çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri`nin pek çok birimi, üssü ve olanağı da ABD ve NATO kullanımına açıktır.
ABD`nin bölgedeki en büyük üslerinden biri Türkiye`de İncirlik`te bulunmaktadır. ABD Hava Kuvvetleri 39. Ana Jet Üssü burada konuşlanmıştır. ABD, komşumuz Irak`ı işgal ederken İncirlik Üssü`nü de aktif biçimde kullanmıştır, Bugün de Suriye`nin parçalanması için İncirlik Üssü ABD`nin hizmetine açılmıştır.
İncirlik`te ayrıca NATO`nun bölgedeki en büyük depo üssü de bulunmaktadır. İncirlik Üssü aynı zamanda NATO üyeliği çerçevesinde, Türkiye`ye yerleştirilen nükleer bombaların da bulunduğu yerdir.
ABD`de yayınlanan Atomic Scientist Dergisi ABD`nin halen Avrupa`da bulundurduğu atom bombalarının dökümünü yayınlamıştır. Buna göre, Almanya, Belçika, İtalya, Hollanda ve İngiltere`de 390, İncirlik Hava Üssü`nde 90 adet B61 tipi atom bombası bulunmaktadır. Bu bombaların kullanılması konusundaki son karar ABD`ye aittir. Atom bombalarının ülkemizdeki varlığı, tüm bölge halkları üzerinde büyük bir tehdittir ve Türkiye`yi öncelikli hedef haline getirmektedir.
Türkiye`de İncirlik dışında da NATO üsleri bulunmaktadır. Ülkemizdeki en büyük askeri havaalanı olan Afyonkarahisar Askeri Havaalanı aynı zamanda NATO tarafından "ana jet bakım üssü" olarak kullanılmaktadır ve NATO`nun en büyük ikinci havaalanıdır. İzmir Çiğli Hava Üssü, NATO`nun Türkiye`deki en eski üslerinden biridir. 2004`te NATO`nun güneydoğu karargâhı Napoli`den İzmir`e taşınmış, 2006 yılında da ABD 16. Hava Filosu Almanya`dan alınarak yine buraya yerleşmiştir.
Konya 3. Ana Jet Üssü Komutanlığı, Balıkesir 9. Hava Jet Üssü, Muğla Aksaz Deniz Üssü, Diyarbakır Pirinçlik, Şile Üssü sayılabilecek diğer başlıca üslerdir. Bunlar dışında onlarca üs NATO kullanımına açıktır.
ABD, Karadeniz`de de bir üsse sahip olmak için Trabzon`u belirlemiş ve bunun için girişimlerini arttırmıştır.
Türkiye, NATO üyeliği başlangıç kabul edilirse 60 yıla yakın süredir "süper güç" olarak kabul edilen ABD`nin yanında yer alan bir dış politika izlemektedir. O tarihlerden beri de Türkiye halkının çıkarlarını gözetmek yerine emperyalist ülkelerin çıkarları için bekçilik yapılmaktadır. Bu durum uzun yıllar Türkiye`nin neredeyse tüm komşularıyla sorunlu olmasına yol açmıştır. Bugün de bu tablo bütün komşularla düşmanlık noktasına kadar gelmiştir.
Türkiye, geçmişte, Sovyetler Birliği`ne karşı emperyalizmin "ileri karakolu" görevini üstlenmiştir. Daha da tuhafı, aynı ittifak içerisinde yer alan bir başka NATO üyesi Yunanistan`a karşı sürekli teyakkuz durumu devam ederken, yüksek silahlanma harcamalarının en önemli kalemleri arasında bu komşumuz yer almıştır. Komşularına karşı sürekli silahlanma ihtiyacı bir ülkeyi güçlendirmez, zayıflatır. Türkiye, onlarca yıldır çok önemli kaynaklarını toplumsal gelişmeyi sağlamak için değil, silahlanmaya harcamıştır.
Bugün emperyalizmin yanında yer alan Türkiye büyük maliyetler ödemektedir. Irak`ta yaşanan gelişmeler ülkemize de zarar vermiştir. Suriye`de yaşanan iç savaşın ülkemize büyük maliyetleri olmuş, yaşanan katliamlar ve milyonlarca Suriyeli mülteci ülkemizin büyük bir gündemi haline gelmiştir. "Güçlünün yanında duran" bir dış politika anlayışı, aslında emperyalizmin taşeronluğundan başka bir şey değildir. Ülkemiz bugün, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda bir savaşın eşiğine gelirken, Ortadoğu`da cihatçı terörizmin de hamisi konumundadır.
TKH, Türkiye`nin ancak emekçilerin çıkarları doğrultusunda bağımsız ve onurlu bir dış politika ile güçlenebileceğini söylemektedir.
Ülkelerin karşılıklı ilişki içinde olması ile bağımlılık bir ve aynı şey değildir. Emperyalistkapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Büyük kapitalist devletlerin egemenlik sürdüğü, dünya pazarını yönettiği, enerji kaynaklarına el koyduğu ve askeri ağırlığının olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Böylesi bir tabloda karşılıklı ilişki değil, emperyalizme bağımlı olan ilişki biçimi mevcuttur.
Emperyalistkapitalist sistemin dış politikası çıkarlar üzerine kuruludur. O yüzden karşılıklı ilişki yerine çıkarların elde edilmesi üzerine kurulu bir güç politikası yani egemenlik ilişkisi dış politikanın temel belirleyenidir.
Küreselleşme emperyalizmin, dünyaya egemenliğini kabul ettirmek ve bunun normal olduğunu dayatmak için icat ettiği bir kavramdır. "Küreselleşen dünya" ile kastedilen aslında serbest piyasa ekonomisinin sınır tanımaksızın yayılması ve bunun bütün dünya ülkelerine dayatılmasından başka bir şey değildir.
Türkiye sosyalizmi kurarak emperyalist kampı terk ettiğinde, komşularından başlayarak bütün dünya halklarıyla eşitlik ve adalet zemininde ilişki kurma olanağını yakalayacaktır. Diğer halkların da bağımsızlık ve sosyalizm yoluna girmeleri durumunda ise gerçek bir uluslararası dayanışma serpilip boy atacaktır. Ülkeler arasındaki ilişkilerde egemenlik, üstünlük kurma, daha fazla kazanç sağlama gibi konumlanmalar sömürü düzeninden türemektedir. Sömürüye son vermiş halklar arasında gerçek bir entegrasyon tesis edilecektir. Geçmişte yaşanan reel sosyalizm döneminde bu ilişkilerin ilk örneklerine rastlamak pekâlâ mümkündür. Biz daha gelişkinini yaratacağımıza güveniyoruz.
Bugün emperyalist sistemin alternatifi ise Türkiye`nin doğuya yönelmesi değildir. TKH sömürünün her türlüsüne karşıdır. Rusya, Çin gibi ülkeler, ABD, NATO, AB gibi saldırgan emperyalist politikalar sürdürmüyor olsalar da, egemenlik arayışında olan kapitalist ülkelerdir.
Ülkemiz, komşularıyla barış içinde yaşayabilecek, emperyalizmin saldırganlığına ortak olmayan bir dış politikayla birlikte kalkınmış bir ülke haline gelebilir.
Örnek verecek olursak, bağımsız bir dış politikaya sahip olsaydık, ülkemiz cihatçı terörün kurbanı haline gelmezdi. Bu yüzden Türkiye`nin emperyalizmle bağlarını koparması onun içe kapanmasını değil, uluslararası ilişkilerinde barışçı ve onurlu tutumuyla bütün halklar için bağımsızlık yolunu gösterecek bir ülke olmasını sağlar.
Emperyalizm, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra "Yeni Dünya Düzeni" adıyla büyük bir saldırıya girişti. Yıllarca yeşil kuşak projesiyle gericileri destekleyen emperyalizm, 11 Eylül saldırısı sonrası El Kaide terörünü bahane ederek Afganistan`ı işgal etti. Arkasından kimyasal silah bahanesiyle Irak işgali geldi. Saddam Hüseyin rejimi devrildiğinde ise kimyasal silahın olmadığı, bunun sadece bir bahane olduğu görüldü. Bugün Irak halkı hala iç savaş koşullarında yaşamakta, ülke üçe bölünmüş bir şekilde ayakta kalmaya çalışmaktadır. ABD`nin Irak`ı işgal etmesi bugün dünyanın başına bela olan cihatçı dinci terörün büyümesine imkân sağlayarak, IŞİD`i ortaya çıkardı.
AB emperyalizmi ile birlikte Yugoslavya`nın parçalanması ve bombalanmasını izledik. Buna, eski Sovyet Bloku ülkelerinin tek tek emperyalizm tarafından ele geçirildiği bir süreç eşlik etti.
"Arap Baharı" adıyla bir dizi Arap ülkesinde başlayan eylemler, emperyalizm tarafından kullanılarak gizliaçık operasyonlar gerçekleştirildi. Emperyalizm tarafından bombalanan ve yok edilen Libya`da bugün karışıklık hala sürmekte, aşiretler savaşı ve cihatçı terör devam etmektedir. Mısır`da, Tunus`ta, Libya`da ortaya çıkan bu gelişmeler her nedense krallıkla yönetilen bazı Arap ülkelerinde hiç karşılık bulmadı. Suudi Arabistan gibi ülkeler emperyalizm tarafından hep korundu.
Bu operasyonların bir ayağı ise Suriye oldu. Emperyalizm aynı senaryoyu, Suriye`nin meşru yönetimini diktatörlük ilan ederek orada da sahnelemeye kalkışmış, ülke içinde dinci örgütleri doğrudan veya taşeronları aracılığıyla eğitip silahlandırmış ve katliamlara ön ayak olmuştur.
Bu operasyon bölge ülkeleri eliyle yönetilmiş, cihatçı örgütler ise tetikçi olarak kullanılmıştır. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye, ABD`nin yanında bu operasyonun parçası olmuştur. Dünyanın bir dizi ülkesinden cihatçı terör grupları Suriye`ye taşınmış, para ve silah yardımı yapılmış, sınırlar açılmıştır. Cihatçı terör örgütleri ise Suriye`nin parçalanması için vahşice katliamlara girişmişlerdir.
Bugün Ortadoğu`da ve Suriye`de yaşananlar, emperyalizmin bölgeye müdahalesidir. Amaç Irak ve Suriye`nin parçalanması, İsrail`in güvenliğinin alınması, petrol ve doğalgaz kaynaklarına el konmasıdır.
Türkiye`de de AKP iktidarı tam da bu proje doğrultusunda "ılımlı İslam" adıyla iktidara getirilmiştir.
Dünyanın birçok ülkesinde baskıcı rejimler varken emperyalizm, boyun eğdirmek istediği ülke yönetimlerine diktatörlük suçlamaları yönelterek, gizli veya açık operasyonlarına meşruiyet kazandırmak istemektedir. İşine gelen hükümetlere "stratejik müttefik", işine gelmeyen hükümetlere "diktatör rejimleri" nitelendirmesiyle kamuoyu yaratmaktadır.
Arap halklarının yaşadığı rejimleri savunma konumunda değiliz. Ancak bu rejimlerin yıkılması sonrasında kurulan yönetimler Arap halkları için çok daha kötü sonuçlar doğurmuştur. Kaddafi`nin ortadan kaldırılması Libya`nın özgürleşmesine değil, yıkımına neden olmuştur. Saddam Hüseyin`in öldürülmesi, Irak`ın kurtuluşuna değil, işgaline ve bölünmesine sebep olmuştur. Burada isimlerin önemi yoktur, önemli olan emperyalizmin planları ile bölge ülkelerinin ne kadar uyumlu hareket edip etmediğidir. Örneğin emperyalizm, Saddam Hüseyin yönetimi ile işbirliği yaptığı dönemde bir sorun yokken, ne zaman ki bağımlılığın artmasına karşı önüne daha fazla engel çıkmıştır, işte o zaman savaş ve katliamlarla Saddam iktidarını ortadan kaldırmıştır. Bugün de benzer bir plan Suriye`de Beşar Esad rejimi için sürdürülmektedir.
Buradaki amaç sözü edildiği gibi diktatörlerin gitmesi değil, emperyalizmin bu ülkeleri gerekirse sınırlarını yeniden çizerek egemenlik altına almasıdır.
Osmanlı`nın egemenliğinden çıktıktan sonra, 1950`lere kadar Kıbrıs çeşitli din, mezhep, köken ve dilden insanın bir arada yaşadığı bir İngiliz sömürgesiydi. Sömürgeciliğin sonunun yaklaştığını fark eden egemenler en önemli iki topluluğu birbirine düşürme yoluna girdiler.
Kıbrıs sorununun temelinde yatan, bu kadar önemli bir coğrafyada bağımsız, antiemperyalist, ilerici bir devletin oluşmasını önleme çabasıdır.
Sorun Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasında değil, Kıbrıs halkıyla, onun kendi kaderini eline almasını sabote eden emperyalistler arasındadır.
Milliyetçilerin emperyalizme karşı oldukları zannedilir. Oysa çoğunlukla egemenler işbirlikçiliklerini milliyetçi demagojiyle gizlerken, ulusal çatışmalardan emperyalistler yarar sağlar. Yunan ve Türk milliyetçiliği Kıbrıs sorununda emperyalizmin suç ortağıdır.
TKH, Rum ve Türk Kıbrıslıların çoğunluğunun arzuladığı gibi birleşik bir Kıbrıs`tan yanadır. Bu doğrultuda yabancı askerler çekilmeli, İngiliz üsleri kapatılmalı, adaletin ve eşitliğin hüküm süreceği bir ülke yeniden kurulmalıdır.
Ada halkının bunu gerçekleştirebilmesi için Türkiye ve Yunanistan`ın ilerici, antiemperyalist, halkların kardeşliğinden yana güçlerinin el ele vermeleri, Kıbrıslıları desteklemeleri, dış müdahale ve provokasyonlara duvar örmeleri gerektiği açıktır.
TKH, ülkemizin emperyalist ülkelerle yaptığı bütün bağımlılık anlaşmalarına son verilmesi gerektiğini savunmaktadır.
ABD ve NATO üsleri kapatılacaktır. Ülkemizde bulunan nükleer silahlar imha edilecektir. Yurtdışındaki Türk askerleri geri çağrılacaktır.
Avrupa Birliği`ne yapılan tam üyelik başvurusu geri çekilecek, bağımsız ve ülke yararına ekonomik politikalara yönlenecektir.
NATO ve AB üyesi ülkelerle veya bu kuruluşların yandaşı olan ülkelerle ve İsrail`le askeri anlaşmalar iptal edilecektir.
Bu ilişkilerin Türkiye`nin güvenliği için yararlı olduğu iddiası tamamen yalandır. Tersine, günümüz Ortadoğu`sunda emperyalist ittifakların içinde olmak komşu halklarla düşman olmak anlamına gelmektedir. Ülkemizdeki Amerikan ve NATO üslerinin bölgedeki savaş ve işgallerde nasıl kullanıldığı bilinmektedir. Bugün bu ittifaklar ve üsler, Türkiye`yi İran ve Rusya gibi komşularıyla karşı karşıya bırakmış, hedef haline getirmiştir. Emperyalist ittifaklar halkımızın güvenliğini her anlamda tehdit etmektedir.
Rusya emperyalist bir ülke değildir. Öte yandan Rusya`da egemen sınıfların diğer kapitalist ülkelerdeki gibi hırslı ve saldırgan olduğu, sömürü ilişkileriyle birlikte emekçi sınıflara dönük baskının sürekli olduğu bir gerçektir. Bunun yanı sıra, yeni pazar ve hammadde kaynaklarına ulaşmak, sınır ötesi yatırımlara yönelmek için askeri, siyasi ve toplumsal kaynaklarını seferber ettiği de açıktır. Ukrayna, Suriye gibi ülkelerdeki askeri varlığını bu arayıştan bağımsız düşünmemek gerekir.
Rusya, belli büyüklükteki bütün kapitalist ülkeler gibi emperyalistleşme eğilimi içinde olan bir ülkedir. Ancak, bugün için siyasi, ekonomik, askeri, ideolojik ve kültürel açıdan bütünlüklü bir emperyalist güç olarak tanımlanamaz.
Bugün Rusya`nın ABD saldırganlığı karşısında bir güç olduğu, ABD ve batılı emperyalist güçleri Suriye, Irak ve Ukrayna gibi coğrafyalarda başarısızlığa uğrattığı, köşeye sıkıştırdığı bir gerçektir. Böyle bir durumda komünistlerin nasıl bir tavır alması gerektiği önemli bir husustur. Bakmamız gereken, bölgedeki ilerici ve devrimci güçlere alan açacak ve işçi sınıfının çıkarlarına zemin oluşturacak konumdur.
TKH, herhangi bir uluslararası gücün çıkarı için emekçi sınıfların çıkarlarını gözetmekten ve savunmaktan vazgeçerek uluslararası bir gücün savunucusu haline gelinmemesi gerektiğini savunur. Bu nedenle, emperyalizme yalnızca "ulusal" açıdan bakarak işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları göz ardı edilemez.
Rusya ve Çin gibi bazı güçlü ülkelerin başta ABD olmak üzere emperyalizmin kimi girişimlerini engelleyici, erteleyici adımları olduğu kabul edilse de, bu ülkelerin konumlarıyla ilgili göz önünde bulundurulması gereken önemli başka özellikler vardır.
Bu ülkeleri asıl harekete geçiren, kendi sermayeleri için dünya pazarlarında yer edinmek, bölgesel güç alanları oluşturmaktır. Yani, dünya ölçeğinde emek sömürüsünden daha fazla pay kapmaktır.
Bu nedenle adımlarını sürekli ve tutarlı bir "antiemperyalist çizgi" olarak görmek mümkün değildir.
Rusya ve Çin, kendi emekçilerini düşük ücretlere mahkûm etmekte, hatta sermaye karşısındaki örgütlenmelerini baskı altına alabilmektedir. Yani bu ülkeler kapitalist sömürü düzenini sürdürmektedirler.
Bu ülkelerin "ABD emperyalizminin önünü kesici" politikaları, başka emperyalist ülkelerle uzlaşma arayışları ile birlikte kendi ülkelerinin ucuz işgücünü pazarlamayı ve başka ülkelere sermaye ihraç etmeyi de içeren adımlarla paralel yürümektedir.
TKH, Çin ve Rusya ile ittifak yaparak bir çıkış yakalamak gibi halklara ve emekçi sınıflara yönelik başka bir sömürü ve saldırganlık konumu almayı reddeder.
TKH, Türkiye`nin komşularıyla barış içinde yaşayabileceği, emperyalizme ve başkaca herhangi bir saldırganlığa ortak olmayan bağımsız bir dış politikayı hayata geçirir.
Sermaye sınıfı, krizini aşabilmek üzere kendi soluna en fazla ihtiyaç duyduğu dönemlerde, emekçi sınıfları ikna edecek, böylece sistemin devamını sağlayabilecek aktörlere ihtiyaç duyar. Böyle aktörlerin varlığı sermaye düzenine yönelik tehditleri zayıflatır.
Kapitalizmin 2008`deki kriziyle birlikte sermaye sınıfının yeni yönetim modelleri aramaya başladığı sırada ortaya çıkan Syriza da Yunanistan`da krizi kontrol etmek ve kapitalist düzeni sürdürmek üzere iktidara geldi. İddiası, sermaye düzenini yıkıp yerine sosyalizmi kurmak değil, kapitalist sistemin düzeltilebileceğidir.
Bugün Syriza, ülkemizde de kendine sol diyen birçok parti gibi istikrar adına emekçi sınıfların sömürüsünün devamını, NATO, AB gibi emperyalist kurumlarla ilişkinin sürdürülmesini öngörüyor.
Sosyalist devrimin güncel bir hedef olmaktan çıkmasına hizmet eden bu tür siyasi yapılar, sınıfsız ve sömürüsüz yeni bir düzen, yani sosyalizm yerine, sömürünün devam ettiği, kapitalizmin krizini aşarak, krizin maliyetini yeniden işçi sınıfının omuzlarına yükleyeceği bir çözümü hedefler.
Aynı zamanda, sermaye düzenine karşı ortaya çıkmış olan tepkileri soğurarak sol sloganlarla halkı kolayca sermayenin hizmetine sokabilmeyi öngörürler.
Kapitalizmin iyileştirilerek emekçi sınıflar lehine işlemesi mümkün değildir. Sermaye düzeni var oldukça, emperyalizme bağımlılık sürecek, eşitsizlikler devam edecektir. Bu nedenle, TKH, iyileştirilmeye çalışılan bir sermaye düzeninin emekçileri aldatmaktan öte bir anlam taşımadığını, gerçek kurtuluş olan sosyalizmin ise bu düzenden kopmadıkça kurulamayacağını bilerek, Syriza gibi sermaye ve emperyalizmle uzlaşan siyasi aktörlerin işçi sınıfı için kurtuluş olmadığını söyler.
Hangi alanda olursa olsun, bir üretimin yapılabilmesi için gerekli araçların sahibi olan, onların mülkiyetini elinde bulunduranlara "patron" diyoruz. Bu kişiler, üretim araçlarını kullanıp üretim yapmaları için başka insanların çalışmasına ihtiyaç duyar ve onların emek güçlerini belirli bir ücret karşılığında kiralar. Nedeni çok basittir: birincisi, o araçlar durduk yerde hiçbir işe yaramazlar. İkincisi, patron dediğimiz kişi, o araçları kendisi kullanıp herhangi bir şey üretemez. Patronun emek güçlerini kiraladığı işçiler, üretimi gerçekleştirir. Yarattıkları değerin küçük bir kısmını işçilere ücret olarak veren patron, bu değerin çok büyük kısmına da kendisi için el koyar. İşte bizim sömürü dediğimiz şey, işçilerin ürettiği değere patron tarafından el konulmasıdır.
Kısaca anlattığımız bu durumun, yani sömürünün, kabul edilmemesi gerektiği ve pek çok kötülüğün de kaynağı olduğu besbellidir. Ama bunun patronun iyi ya da kötü insan olması ile bir ilgisi yoktur. Diyelim, herhangi bir patron, fakirlere yardım ediyor olsa, hayvanları sevse, acı olaylar karşısında iki gözü iki çeşme ağlamadan duramasa, kısacası onu tanıyanlar tarafından genellikle iyi bir insan olarak kabul edilse bile, "ben bu sömürüden vazgeçeyim" diyemez. Çünkü o zaman, kârını devam ettiremez, kendisi de patron olmaya devam edemez.
TKH`nin patronlara karşı olması bizzat o kişilerle ilgili değil, sömürü ilişkileri içinde ortaya çıkan ve patronların içinde var olduğu sınıfla ilgilidir. TKH, sermaye sınıfına karşı olduğu için patronlara da karşıdır.
Özellikle kriz dönemleri, patronların kârlarının azalmasından korktukları dönemlerdir. Kriz dönemlerinde de kârlarını düşürmemek, artırmak isterler. Patronlar kriz dönemlerinde kazanmak için yeni pazarlar yaratmak dışında, en fazla işçilerin haklarına el koyarak kârlarını artırır. Ücretlerin düşürülmesi, hatta aylık ücretten vazgeçilerek çalışılan gün sayısı ile orantılı ücret verilmesi, sipariş yoksa üretimin durdurulması ve durdurulan gün sayısı ile orantılı olarak sosyal güvenlik primlerinin yatırılması, işçilerin işten çıkarılması, istihdamın daraltılması gibi uygulamaları gündeme getirirler. Eğer bunları yaparlarsa iş yerinin yaşayacağını, işçilerin de kendisinin de kazanmaya devam edeceğini söyleyerek, işçilerin "fedakârlık yapmasını", ücretleri düşürüldüğünde seslerinin çıkmamasını, işten atıldıklarında haklarını aramamalarını isterler. Patronlar "hepimiz aynı gemideyiz batarsak birlikte batacağız" diyerek işçileri daha az ücrete, daha zor koşullarda çalışmaya razı etmeye çalışır. Krizin sorumlusu işçilermiş gibi, bütün yükü işçilerin omuzlarına yıkarlar.
Oysa gerçekler farklıdır. İşçilerle patronlar değil, aynı gemide aynı tarafta bile bulunmazlar. Çünkü birinin çıkarına olan, diğerinin zara-rınadır. Sınıfsal ilişkinin gereği olan bu kural asla değişmez. Patronlarla işçiler arasında bilimsel bir dille ifade edersek uzlaşmaz bir çelişki vardır.
Hepimiz aynı gemideyiz lafıyla patronlar, işçileri kendi çıkarlarına ikna etmeye çalışırlar. Bu işçileri teslim alma çabasıdır. Oysa tablo açıktır. Hiçbir zaman patronlarla aynı gemide olmadığını fark eden işçi, teslim alınamayacak, hakkını arayacaktır.
Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve ücretli emeğin sömürülmesine dayalı bir yapıya sahiptir. Üretilenler pazara, kimin kullanacağı önceden bilinmeyen mal olarak sunulur. Her şey kapitalist pazarda alınıp satılır bir maldır. Bu pazarın düzenleyicisi, planlayıcısı yoktur. Daha fazla kâr elde etmek temel amaçtır. Kâr oranları n-daki değişimler, bütün sistemi belirler. Rekabet vardır. Rekabet, ekonominin değişmez parametrelerinden biridir. Pazarın bu düzensiz, karmaşık, rekabetçi yapısı kapitalizmin işleyiş yasaları ve temel eğilimleri ile birlikte yalnızca krizlere yol açabilir.
Örneğin, ortaya çıkabilecek tıkanıklıkları hesaba katmaksızın, üretimin artması her zaman kârın artması anlamına gelmeyecektir. Bu durumda, sermaye birikim süreçlerinde tıkanıklıklar oluşmaya başlar. Sermaye kendisini geliştirmeye çalıştıkça kapitalist işleyişin doğasından gelen engeller ile arasında sürekli bir çatışma söz konusudur. Bu çatışma, bazen çok derinleşmekte, bazen daha hafif atlatılmaktadır. Kapitalizm, tarihsel olarak sürekli yükselen bir çizgide ilerleyemez. Her biri 25-30 yıl süren genişleme ve daralma evreleri birbirini izler. Kapitalist ekonomi inişli çıkışlı bir biçimde ilerler. Yani kapitalizmin krizi yapısaldır.
Siyasi iktidarların uygulamaları krizin zaman zaman derinleşmesine neden olurken, tek başına krizi aşmaya yetecek önlemler içeremez.
Bu nedenle, ekonomik krizleri yalnızca siyasetçilerin kötü yönetimine bağlamak yanlıştır. Kapitalizm doğası gereği krizlere mahkûmdur. Siyasetçiler bu krizlerin nasıl yönetileceğini, daha doğru bir ifadeyle, bu krizlerde sermayenin iktidarını nasıl devam ettireceklerini ve bu krizlerin maliyetini işçilere ne şekilde ödeteceklerini düşünürler.
2008 yılında başlayan son dünya krizi Amerika Birleşik Devletleri`nde çıktı ve hızla dünyaya yayıldı. Bu krizle beraber, dünyadaki toplam gayrisafi hâsıla yüzde 4-6 oranında düşerken, gelişmiş ülkelerde sanayi üretimi yüzdel5-25 oranında geriledi. Dünya ticareti ise yüzde 20`nin üzerinde daraldı. Kapitalizmin ekonomistleri dahi 2008 yılında başlayan ekonomik krizi 1929`dan bu yana görülen en büyük kriz olarak adlandırırken, ekonomik kriz bunalıma dönüşerek günümüze kadar artçıllarıyla devam etti. Kriz hızla üretimi, bankacılık sistemini etkiledi. İşsizlik devasa boyutlara ulaştı.
Türkiye ekonomisi ithalat ve ihracata bağımlı olduğu için dünya üze-rindeki gelişmelerden doğrudan etkilendi. Pek çok sektörde üretimin Avrupa ile yapılan ticarete bağlı olması ve Avrupa ülkelerinin krizden etkilenmesi nedeniyle Türkiye ürettiklerini satamaz, dahası bu sek-törlerde üretim yapamaz hale geldi.
Krizin ülkeyi teğet geçeceğini ifade eden dönemin Başbakanı Erdoğan, kriz döneminde artan işsizlerin sayısını önemsemedi. İşsizlik oranı kriz döneminde resmi olarak yüzde 16`ya, geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 25`e yükseldi. 2008`deki şok dalgasının ardından işsizlik daha sonra gerilirken, bugün dahi resmi olarak yüzde 10`dan, geniş tanımlı olarak ise yüzde 17`den daha fazla düzeyde bulunuyor. Kriz döneminde işçilerin ücretlerinde de gerileme yüzde 15`leri geçti. Bugün dahi işçi ücretleri 1998 seviyesinin altında bulunuyor.
Öte yandan AKP, patronları ve onların servetlerini korumak için çeşitli uygulamalar gerçekleştirdi. Bu uygulamaların başında işçilere har-canması gereken fonlarda biriken paraların, patronlara hibe edilmesi yer aldı. Patronlar için vergi muafiyetleri getirildi, teşviklerle patronların harcamaları daha da azaltıldı. Tüm bu uygulamaların sonucunda ise şirketlerde kâr patlamaları yaşandı. AKP işçinin cebinden alıp patronların cebini doldurarak krizi onlar için fırsata çevirdi. İşçilere daha az ücretle, daha uzun sürelerde çalışmak düştü. İşçilerin çalışma koşulları daha da kötüleşti.
AKP son dünya krizinden Türkiye`yi değil, patronları korumaya çalıştı. Krizden en çok etkilenenler ise işçiler oldu, kriz AKP nedeniyle Türkiye işçi sınıfını vurdu.
AKP Türkiye ekonomisini özelleştirmeler ve yabancı sermayeyle uyum çerçevesinde gerçekten de "dönüştürmüştür." Ancak ülkenin piyasa ilişkilerine daha açık hale gelmesinden, daha büyük miktarlarda paranın piyasada dönmesinden, kısacası AKP`nin gerçekleştirdiği dönüşümden toplumun geneli yarar sağlayacak diye bir kural yoktur. Türkiye ekonomisinin "büyümesi", halkımızın daha fazla sömürülmesine neden olan bir ortamın şekillenmesi anlamına gelmiştir.
AKP 2008 krizine kadarki yıllarını uluslararası sermaye akışına borç-ludur. Bu borç ise, devletin emekçilerin vergileriyle kurduğu ekonomik kuruluşlarının tamamının elden çıkartılması yoluyla halk tarafından ödenmiştir! Ancak bu yetmemiş ve Türkiye dünya krizinden ağır biçimde etkilenmiştir. Krizin ilk dalgasında küçülen ekonomi, eskisinden çok daha fazla uluslararası güçlerin iki dudağı arasındadır. Öte yandan dünya krizi atlatılmış olmaktan uzaktır ve ülkemiz son derece kırılgan bir durumdadır.
Başbakanın "IMF`ye borçları kapattık" böbürlenmesi manasızdır. Türkiye`nin toplam dış borcu AKP iktidarı döneminde katlanmışken, borçlar devlet tarafından alınmak yerine özel sektöre kaymışken bu böbürlenme tamamen demagojiden ibarettir. Kaldı ki, emperyalistlere yapılan ödeme yine emekçi halkın cebinden çıkmaktadır. TKH, bu sömürü çarkının kırılıp atılmasından, yani borçların ödenmemesinden yanadır.
Bu arada sağlık, eğitim gibi ticarete konu olmaması gereken temel haklar piyasalaştırılmıştır. Sıra kentlere ve doğaya gelmiştir. Her sokakta, her meydanda gözü rant arayan AKP, insanların yaşam alanlarına saldırmakta, kentsel dönüşüm güzellemesi ile emekçiler göçe zorlanmakta, yoksullaştırılmaktadır. Bu değirmenin suyunun fazla uzun süre akmayacağı da açıktır.
Türkiye yalnızca kamunun kontrolündeki sanayisini yitirmemiş, tarımı özellikle AB`nin ortak tarım politikası uygulamaları nedeniyle büyük bir çöküntüye uğramıştır.
Böyle bir ülkenin dünya gücü olma iddiası ciddiye alınabilir mi?
Bütün ekonomisi bağımlı hale gelen, dış politikada ise "hayaller gören" bir iktidarın "dünya gücü" olma iddiaları gülünçten öte, gerçeğin saklanmasından öte bir şey değildir. Gerçek ise son 13 yılda ekonomisi talan edilmiş, bağımlılığı artmış bir ülkedir.
Yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle ülkemiz kendisine yeten kaynaklara sahip. Ancak ne yazık ki ülkemiz; bu kaynakları halkın çıkarları için kullanacak siyasi iktidarlar tarafından yönetilmiyor. Ülkemizin kay-nakları yerli ve yabancı sermayedarların daha fazla kazanması için onların kullanımına sunuluyor. Sistem böyle çalışınca da, Türkiye, pek çok ürünü, enerjiyi, hammaddeyi dışarıdan almak zorunda kalıyor.
Örneğin, ülkemizin elektrik üretiminin yaklaşık yarısı doğalgaz çevrim santrallerinde gerçekleştirilmektedir. Hepimizin bildiği gibi Türkiye doğalgazı yurtdışından satın almaktadır. Elektrik üretimi için doğal kaynaklarımız yerine ithal, pahalı, verimsiz doğalgaz kullanımı sonucunda, ekonomide önemli kaynaklardan biri olan enerjide bağımlılık doğrudan hale gelmektedir.
1980 sonrası Özal dönemi, ekonomide bağımlılık konusunda önemli bir tarihsel kesittir. Bu dönemde başlayan ekonomi politikalarının sonucu ülkemiz daha da bağımlı hale getirilmiştir. "Dış pazarlara açılmak" olarak süsledikleri politikalarla ülkemiz pek çok alanda üretimden çekildi. Üretmediğimiz her kalem mal için dışarıya bağımlı hale getirilmiş olduk.
Küreselleşme, sınırların kalkması değil, dünyadaki zenginliği kendi ülkelerine çeken ülkelerin kendi lehlerine daha zengin olmaları anlamına geldi. Amerika Birleşik Devletleri, dünya gayri safi milli hâsılasının yüzde 25`ine yakınına sahip. Avrupa Birliği yüzde 30`unu kendinde topluyor. Bizim gibi ülkeler de, sermaye sınıflarının karlılığı için emperyalist ülkelerin sermaye sınıflarıyla kurdukları işbirlikleriyle, kendi toplumsal kaynaklarını bu ülkelere aktararak onların daha da zengin olmalarını sağlıyor.
Sonuçta küreselleşme adıyla anılan emperyalizm gerçeği, emperyalist olan ülke ve birliklerin daha da zenginleşmesine, diğer ülkelerin ise daha fazla sömürülmesine yarıyor. Bu durumda da ülkeler ve bölgeler arasındaki eşitsizlikler daha da artıyor.
Ekonomik olarak durum böyle iken siyasal olarak da tüm dünyayı sömüren emperyalist ülke ve birlikler daha otoriter ve daha militarist hale gelirken, siyaset de bu ülkelerin çıkarlarına ve keyfi uygulamalarına teslim oluyor.
Yabancı sermaye, kârını artıracağı yani daha fazla sömüreceği ülkelere gidiyor. Teşvikler, vergi muafiyetleri, oluşturulan serbest bölgeler, yabancı sermayenin yatırım yapması için cazip koşullar olarak sunu-luyor.
Ford firmasına otomobil üretmek için SEKA`nın 1600 dönümlük ara-zisinin bedava verilmesi, kamuoyunda büyük tartışma yaratmıştı. Zamanın Cumhurbaşkanı Demirel ise "gerekirse Çankaya`nın bahçesini bile veririm" demişti.
Yabancı sermaye, gittiği ülkelerin ekonomik bağımlılığını artıran bir işleve sahiptir. Unutulmamalı ki sermaye kendisi için yatırım yapmaya geliyor, halkın kazanması için değil. Öncelikle bunun akılda tutulması gerekiyor.
Türkiye yabancı sermayeyi çekebilmek için pazarladığı kendi üstün-lükleri arasında büyük ve gelişen iç piyasa, kalifiye ve düşük maliyetli işgücü ve vergi sisteminin rekabetçi yapısını sıralıyor. Bu unsurların dolaylı sonuçları da biz emekçileri etkilemekte. Açıkçası büyük ve gelişen iç piyasa demek, üretime değil tüketime odaklı bir toplumun şekillenmesi için politikaların üretilmesi demek. Daha fazla tüketim ise bankaların verdikleri tüketici kredileriyle daha fazla borçlandırılan emekçiler demek. Daha fazla tüketici kitle için çok daha fazla genç nüfus yani çok daha fazla çocuk yapın demek. Kalifiye ve düşük maliyetli işgücü için de yine en başta daha fazla çocuk yapın ki işsizler ordusu büyüsün, işsizlik baskısıyla ücretler hep düşük kalsın, emekçiler haklarını aramak için ürkek ve çekinken kalsınlar demek. Kalifiye ve düşük maliyetli işgücü, paralı meslek liseleri (kolejleri), her şehre niteliksiz üniversiteler açarak kalifiye işsizler yaratmak demek.
Vergi sisteminde rekabetçi yapı demekse en başta asgari ücretlilerden olmak üzere tüm emekçi kesimlerden yüksek vergiler alınırken, sermayedarlardan düşük vergiler almak demektir. Hatta öyle ki ül-kemizde en sevilen spor olan futbolda bile yabancı oyunculardan alınan gelir vergilerinin düşüklüğü nedeniyle, ülkemiz emekliliği gelmiş yabancı futbolcular için en cazip yerlerden biri olmuştur.
Siyasette ise yabancı sermayenin varlığı ve etkinliğinin artışı ülkemiz ekonomisindeki kırılganlığı artırarak, bu kırılganlığın emperyalistler tarafından ülkemiz üzerinde sürekli tehdit aracı olarak kullanılması şeklinde karşımıza çıkıyor.
Kısacası, yabancı sermaye ülkemize ve emekçilerine kazandırmak için değil sömürmek ve kendi servetlerine servet katmak için geliyor. Bu nedenle yabancı sermaye ülkemizden giderse halimiz daha kötü olur diye düşünmenin bir gerçekliği bulunmadığını, tam tersine yabancı sermayenin varlığının ülkemizi çok daha zor koşullara ittiğini görmek gerekiyor.
Ülkemizin dünyanın en borçlu ülkelerinden biri olduğu, ne yazık ki, doğrudur. 2015 yılının Eylül ayı itibariyle, Türkiye`nin dış borçları 405 milyar dolardır. Bu, bütün cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş yükseklikte bir borç toplamıdır.
Türkiye, borçları en yüksek olan ve en hızlı artan ülkeler arasındadır. AKP hükümetinin sözcüleri, iktidara geldiklerinden bu yana, ülkemizin IMF`ye olan borcunun azaldığını söyleyerek, Türkiye`nin eskisine göre daha az borçlu bir ülke olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyor. Oysa bu doğru değil. Merkez Bankası verilerine göre, AKP döneminde, Türkiye`nin yabancı ticari bankalara olan borcu 3,5 katına çıkarak 170 milyar dolara, yerli bankaların ticari şubelerine olan borcu ise 5 katına çıkarak 32 milyar dolara yükseldi. Dolayısıyla IMF`ye olan borçların azalması, ülkemizi kesinlikle daha az borçlu yapmıyor.
Tam tersine, AKP`nin iktidara geldiği dönem 130 milyar dolar olan toplam dış borç, 13 yıl içinde üçe katlanarak 405 milyar dolara ulaştı. Üstelik dış borçların toplam ekonomiye oranı da herhangi bir azalma göstermemiş, tersine 2002 yılındaki "kriz sonrası" görünüm aynen korunmuştur.
Bununla birlikte sorun tek başına "dış borç" stoğundan ibaret değildir. Cari açık da ekonominin "yapısal" sorunu haline gelmiştir. 2002 yılında AKP iktidarında cari açık 0.6 milyar dolar olarak kayıt altına alınırken, 2015 yılının Temmuz ayıyla birlikte bu 46 milyar dolar olarak kaydedildi. Üstelik bu veri ekonominin yavaşladığı, özel olarak ithalatın kısılmaya çalıştığı bir dönemde kaydedildi.
Türkiye, emperyalist birliklerden aldığı borçların kat kat fazlasını geri ödemektedir. Borçlandırma ve açık verme emperyalizmin ülkeleri bağımlı hale getirmek ve kaynaklarını emmek için kullandığı önemli yöntemlerdir. Dolayısıyla ülkemiz, borçları elinin tersi ile ittiğinde kendi kaynaklarının tamamını halkı için kullanacaktır. Emperyalist dünyanın yanında yöresinde, ona bağımlı, başı eğik yaşamaya devam edeceksek borçları ödemek zorundayız "bağımsız ve onurlu bir ülkenin emekçi insanları olarak çalışıp yaşamaya devam edeceğiz", diye karar verirsek, borçları ödemeyeceğiz. Ülkemizdeki bir emekçi iktidarının ilk işlerinden biri, bu kararı almak olacaktır. Bu karar alınacak ve bağımsız bir ülke olmanın gücüyle, onuruyla yola devam edilecektir.
Türkiye, bu kadar borçluyken bağımsız olamaz. Türkiye`nin bağımsız olmasının yolu, bu borçları yok saymaktır.
Yabancı sermaye ülkemizi çeşitli açılardan cazip bulmaktadır. Birincisi, ülkemize baktıklarında nüfus olarak büyük, demografik açıdan dinamik bir pazar; ikincisi, ucuz ve kalifiye işgücü fazlası görmektedir. Bunların yanı sıra, çok uygun koşullarda devlet teşvikleri ve vergi oranları ile bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından davet edilerek, gerekli hukuki düzenlemelerle de güvence altına alınmaktadır.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin, dünya kapitalizmine eklemlenme hedefiyle yerli sermaye sınıfını güçlendirme ve geliştirme yönünde izlemiş olduğu politikalar bir gerçektir. Bu yerli sermaye sınıfı adına onun partileri ise 1950`li yıllarla birlikte, ancak emperya-list-kapitalist bloğun etkin bir parçası olunduğu zaman kar oranlarının artacağı saikiyle ekonomik-sosyal ve politik adımlar atmıştır. 12 Eylül 1980 darbesiyle ise 24 Ocak kararları olarak bilinen kararlar uygulamaya sokularak Türkiye`nin sermaye birikim süreci yeni bir eşiğe sıçramış ve ithal-ikameci modelden serbest piyasa ekonomi modeline geçilmiştir. Devamında 6 Mart 1995`de imzalanan ve 31 Aralık 1995 tarihinde yürürlüğe giren AB - Türkiye Gümrük Birliği anlaşmasıyla tüm ithalat ürünleri üzerindeki gümrük vergilerinin kaldırılmasıyla Türkiye Kapitalizmi dünya kapitalizmiyle bütünleşme sürecini tamamlamıştı. Artık yerli sermaye sınıfı kapitalist ekonominin yasaları gereği kârını korumak ve artırmak için en önemli ön koşulu yerine getirerek, yabancı tekellerle daha fazla işbirliğine gitmektedir.
Nitekim 2001 ve 2008 yıllarında Türkiye`nin yaşadığı büyük krizler sonrası ortaya çıkan yeni gelişmeler göstermiştir ki, Türkiye`de sermaye ile ülkenin çıkarları giderek birbirinden daha fazla ayrılmaktadır. 2001 yılı Şubat ayında yaşanan krizin en önemli sonuçlarından biri, Türkiye`nin yabancı sermayeye tamamen teslim olması oldu. İhracat yapamayan işletmelerin çoğu bu krizle battı. Bu noktadan itibaren, ülkemiz tekelci sermayesinin tam boy bir "dışarı açılma" macerasına girdiğine tanık olduk. 2001 sonrasında özelleştirmeler, yurt dışı yatırımlar ve yabancı şirketleri ortak alma ya da şirketleri tümüyle satma vakalarında büyük bir patlama gerçekleşti. Bugünün Türkiye`sinde "sermayenin çıkarları" dendiğinde zaten hep tartışmalı olan yerli-yabancı ayrımı iyice silikleşti.
Dünya ölçeğinde sermayenin yoğunlaşması inanılmaz boyutlara var-mıştır. Artık çoğu malı çok daha az sayıda dev şirket, bütün dünya pazarları için üretmektedir. Çoğu ülkede yerli şirketler, bu tekellerin kendi bölgesindeki küçük ortağı haline gelmeye razı olmaktadır.
Finans ve ticaret alanında kârların katlanarak artması ve sermayenin çok hızlı büyümesi, dünya kapitalist sisteminin yerel sermayeyi hazmetme kapasitesini inanılmaz noktalara vardırmıştır. Büyüklüğü Türkiye ekonomisinin tümüyle karşılaştırılabilir olan şirketler birbirlerini satın almakta ve el değiştirmektedir.
Son tahlilde, emekçiler açısından, sermayenin yerli-yabancı ayrımı üretilen artı değerin her koşulda sermayeye akması nedeniyle bir anlam taşımamaktadır. Tüm bu nedenlerle TKH yabancı ya da yerli sermaye ayrımı gözetmemekte, bir bütün olarak sermaye sınıfıyla mücadele etmeyi en başa yazmaktadır.
1970`lerin ikinci yarısında kapitalizmin krizi, sermaye sınıflarının yeni liberal politikalar adı verilen politikaları uygulamaya koymasına yol açmıştır. Özelleştirme bu politikalardan en önemlisidir. 24 Ocak 1980 tarihi, Ekonomik Kararları kapsamında ülkemizde piyasa ekonomisine geçiş ve özelleştirmenin temellerinin atılma tarihidir. 1983 yılında özelleştirmeler ile ilgili ilk çalışmalar başlamış, 1984 yılında yapılan hukuki düzenlemeyle uygulayıcı kurumun (Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı) temeli atılmıştır. 1986 yılına gelindiğinde KİTlerin özelleştirilmesi ile ilgili plan hazırlanmıştır.
Dahası eğitim ve sağlık gibi toplum için çok önemli iki unsur birer hak olmaktan çıkarılmış, tamamıyla piyasa ilişkilerine açılarak hem bu "sektörlerde" çalışanlar hem de bunlardan faydalanmak zorunda olan emekçiler, her türlü ekonomik eşitsizliğin sonuçlarıyla baş başa bıra-kılmışlardır.
"Özelleştirmeyle sermaye tabana yayılacak, kuruluşlar kârlı hale gelecek, refah artacak, iş olanakları çoğalacak, demokrasi güçlenecek; zaten sadece zarar eden şirketler satılacak" O günlerden bugüne bu sözlerin birer aldatmacadan ibaret olduğunu açıkça yaşayarak gördük.
Türkiye`de, iddia edildiği gibi "verimsiz çalışan" kamu kuruluşları değil, ülkenin en büyük ve kârlı kuruluşları özelleştirildi. Üstelik, sadece birkaç yıllık kârları karşılığında. Özelleştirme gelirleri, iç ve dış borç faiz ödemeleri aracılığıyla, yine sermaye sahiplerine aktarıldı. Olup bitenler bunlarla da sınırlı değil.
Birincisi, kamu kuruluşlarını yok pahasına ele geçiren sermaye sahipleri, devlete vergi ödememek için her tür oyunu oynuyorlar. Böylece devletin gelirleri daha da azalıyor.
İkincisi, özelleştirilen şirketlerin sunduğu mal ve hizmetlere zam yapılıyor. Türlü tarife oyunlarına da başvuran Türk Telekom bu konuda başı çekiyor. Türkiye, internet erişiminin en pahalı olduğu ülkeler arasında yer alıyor.
Üçüncüsü, bugüne kadar özelleştirilmiş olan kamu kuruluşlarının pek çoğu kapatıldı ve Türkiye pek çok ürün ve gıdada dışarıya bağımlı hale geldi. Bunlar arasında, Uzanlar tarafından yağmalanan çimento fabrikaları, METAŞ ve TOE`nin (Türkiye Otomotiv Endüstrisi) yanı sıra SEK ve Et ve Balık Kurumu`na bağlı onlarca işletme de bulunuyor.
Dördüncüsü, özelleştirilen bankaların pek çoğu, içleri boşaltılarak yine devlete devredildi. Bunun örnekleri arasında Etibank ve Sümer-bank da vardı.
Ayrıca özelleştirmeleri meşru göstermek için kamu işçisinin "yan gelip yattığı" en fazla kullanılan tezlerden biri oldu. Sendikal örgütlenmenin varlığını sürdürdüğü, çalışma sürelerinin yasal sınırlar içerisinde kaldığı koşullarda çalışan işçiler yani yasal haklarını kullanarak çalışan işçiler, kötü örnek olarak gösterildi. Böylece halkımız özelleştirmenin haklılığına inandırılmaya çalışıldı. 2010 kışında Tekel işçilerinin Ankara`da 78 gün süren direnişi sırasında Başbakan Tekel işçilerinin yan gelip yattığı söyleyerek, toplumsal desteği azaltmayı amaçlamıştı. Oysa yan gelip yatan birileri varsa, kamu kuruluşlarını yok pahasına alıp hiçbir yatırım yapmadan içlerini boşaltanlar olduğu ortadadır.
Bütün bunlara rağmen patronlar doymamışlardır, elektriğimizden demiryollarımız ve tüm limanlarımıza kadar özelleştirme devam etmektedir. İstanbul`daki iki köprü ile tüm otoyollarımız, Türk Hava Yolları ile kalan tüm devlet bankaları, Türkiye Kömür İşletmeleri ve Makine Kimya Kurumu özelleştirmeleri sırada beklemektedir.
Yap-işlet-devret adlı uygulamayla, emekçi halkın üzerinden toplanan tüm vergilerle ve tüm diğer toplumsal birikimimizle yeni köprüler, yeni yollar, yeni HES`ler yapılıp; bunlar önce siyasi rant uğruna birer reklam aracı olarak propaganda edilip, sözde gelişmenin işaretleri olarak anlatılıp sonrasında birer birer sermaye grubuna peşkeş çekilmektedir.
1985 yılından bu yana 949 kuruluş özelleştirilmiştir. Bunlardan 341 âdeti AKP`nin 2002 yılındaki iktidarından öncesine aittir. Sonrasında ise bu sayı 608 adettir.
Dikkat çekici olansa 2002 yılından bu yana olan özelleştirmelerin sadece 98 tanesi üretim yapan tesis iken, 510 tanesi taşınmaz maddi varlık niteliğindedir. Yani burjuva siyasal iktidarları işçi sınıfının emeğiyle biriken toplumsal zenginliklerimizi haraç mezat satarak, tüm toplumsal varlık ve zenginliğimizi sermaye sınıfına transfer etmiştir. Ve deniz tükenmiştir...
Evet, satılmıştır! Bu konuda aşağıda özet bir tabloyu sunmak yeterli olacaktır.
Özelleştirilen kuruluş
Özelleştirme tarihi
Satın alan firma/ ortaklık
Ülke
TEKEL (Alkollü İçki ve Sanayi ve Ticareti AŞ.)
2004
Mey İçki A.Ş, 2006yılında Texas Pacific Group
ABD
Türk Telekom
2005
Oger Telecom Ortak Girişim Grubu (Oger Telecoms LLC ve Saudi Oger Limited
Suudi
Arabistan
ve
Lübnan
Başak Sigorta (Ziraat Bankası kuruluşu)
2006
Groupama Sigorta
Fransa
Erdemir
2006
OYAK (daha sonra %25 hissesi Arcelor Mittal tarafından Satın alındı.)
Lüksemburg ve
Hindistan
TÜPRAŞ
2006
Koç Holding - Shell Ortaklığı
Türkiye, İngiltere ve Hollanda
Mersin Uluslararası Liman İşletmesi
2007
PSA-Akfen ortaklığı
Singapur ve
Türkiye
PETKIM
2008
SOCAR&Turcas-Injaz Ortak Girişim Grubu
Azerbaycan, Türkiye ve S.Arabistan
TEKEL (Sigara Sanayi ve İşletmeleri A.Ş.
2008
Britih American Tobacco
İngiltere
Bugüne kadar özelleştirme uygulamalarının ülkemiz emekçilerine hiçbir yararı dokunmamıştır. Özelleştirmeler sonucu onlarca büyük işletme kâr etmediği gerekçesiyle kapatılmış, işlemeye devam eden kuruluşlarda ise önemli ücret düşüşleri ve işten çıkarmalar gerçek-leşmiş, sendikalaşma oranları azalmıştır.
Özelleştirilen kuruluşların devlete zarar ettirdiği büyük bir yalandır. Türkiye'nin en kârlı kamu kuruluşlarından biri olan Tüpraş, Koç-Shell ortaklığına satılmasının üzerinden geçen dört yıl içerisinde elde ettiği kârla özelleştirme maliyetini karşılamıştır. Tüpraş halen Türkiye'nin en büyük sanayi kuruluşu olmayı sürdürmektedir. Olan işçilere olmuştur. Yaklaşık 3900 işçiden 2800'ü işten çıkarılmış. İstihdam daraltılmıştır.
Aynı şekilde Türk Tel eko m, yüzde 55'lik hissesi Oger Telecom'a satıl-dıktan sonra elde ettiği kârlarla özelleştirme bedelini 4.5 yıl içerisinde geri kazanmıştır.
TEKEL'in içki bölümünü 2004 yılında 292 milyon dolara satın alan Mey A.Ş., 2 yıl sonra şirketin yüzde 92'lik hissesini tam 810 milyon dolara ABD'li Texas Pacific Group'a satarak büyük bir vurgun gerçek-leştirmiş, böylece özelleştirme sürecinde kamu bütçesinin zarara uğratıldığı ortaya çıkmıştır. Üstelik, bu satışın ardından şirket zarar ettiği ya da atıl olduğu gerekçesiyle dokuz fabrikasını kapatmıştır.
Özelleştirmenin verimliliği arttırdığı ve istihdam sağladığı da, yine onlarca örnekle kanıtlanmış bir yalandır. TEKEL'in sigara bölümünü satın alan British American Tobacco (BAT), özelleştirmenin hemen ardından, satın aldığı 6 fabrikadan yalnızca 2'sini çalıştıracağını açık-lamıştır. TEKEL'in özelleştirme sonrası kapatılan fabrikaları arasında İstanbul Paşabahçe, Ankara Yenimahalle, İzmir, Çanakkale, Yozgat fabrikaları gibi önemli tesisler bulunmaktadır. Özelleştirme süreci yıllara yayılan ve yüzlerce tesisi tasfiye edilen TEKEL'in toplam işçi sayısı 1980'li yıllarda 80 binleri bulurken, 2009 yılında 11 binin al-tındaydı. TEKEL'in özelleştirme sürecinin tamamlanmasıyla birlikte ülkemiz kendi tütününü üretmeyen ve yabancı tütün ve sigara tekel-lerine bağımlı bir ülke olmaya doğru hızla yol almıştır.
Benzer şekilde, Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu'nun özelleştirilmesinin ardından bu kurumun 20 fabrikası kapatılmış, özelleştirmenin ardından yalnızca 3 yıl içerisinde kurumun süt üretimi % 24 azalmıştır. SEK'de çalışan işçi sayısı ise yaklaşık 1400'den 500'e düşürülmüştür. Yani çalışanların % 65'i işten çıkarılmıştır.
2006 yılında OYAK Grubu tarafından satın alınan Erdemir'de özelleş-tirme sonrası farklı tesislerde yüzlerce işçi işten çıkartılır ya da emekli edilirken, 2008 yılında da kriz bahanesiyle işçi ücretleri % 35 oranında düşürülmüştür. Sadece demir-çelik sektöründeki özelleştirmelerin sonucunda bile özelleştirmeden önceye göre istihdam sayısındaki ve kapasite kullanım oranlarında azalma verileri tüm söylenenlerin aldatmacadan öte olmadığını göstermektedir. Demir-Çelik'te istihdam 14354 kişiden 11827 kişiye düşürülmüş, kapasite kullanım oranı ise %72'den % 64'e gerilemiştir.
Öyle ki çimento sanayinde özelleştirilen toplam 24 fabrikanın kapasite kullanım oranı %54'e düşürülmüş, işçi sayısı ise yaklaşık 6800'den 3200'e düşürülmüştür. İstihdam %50'den fazla oranda azaltılmıştır. İşçi kıyımındaki en vahim manzara ise orman ürünleri sektöründe yaşanmıştır, istihdam %77 azaltılarak binlerce orman işçinin işsiz kalmasına neden olunmuştur.
Sonuç olarak işten çıkarmalar, sendikal örgütlenme kısıtları, artırılan işsizlik ile ücretler üzerinde baskı getiren uygulamaların elbette ki hiçbir olumlu yönü bulunmadığını söylemek gerekmektedir. TKH, bu nedenle özelleştirmelere karşı mücadele etmeye devam edecektir.
Bugün dünya üzerinde, tüm insanların sağlıklı bir şekilde beslenmesine yetecek kadar yiyecek maddesi üretiliyor. Ortada bir besin kıtlığı yok. Ama küçük bir azınlık patlayacak kadar tıkmıyor, her yıl milyonlarca ton buğday, mısır, domates, süt, et vb. ürün tarlalarda ya da depolarda çürüyor. Yoksulluk ve sefalete itilmiş milyarlarca insanın elinde bunları almaya yetecek kadar para olmadığı için!
İnsanların büyük çoğunluğu geçim sıkıntısı çekiyor. Neden? Tembel ya da akılsız oldukları için mi? Elbette hayır! Ama çalışmak ve üretmek için gerekli araçlardan yoksunlar. Fabrikalar, makineler, hammaddeler ve teknoloji, sermaye sahiplerinin elinde. Ve sermaye sahipleri yüzyıllardır yan gelip yatıyor. Onlar hiç çalışmadan servetlerine servet katıyor. Buna karşın, ömür boyu onların fabrikalarında, bankalarında, marketlerinde, okullarında, hastanelerinde çalışanlar, ay sonunu nasıl getireceklerinin hesabını yapmaya devam ediyor.
Oysa ülkemizin kaynakları, verimsiz şekilde değerlendirilmesine rağmen, patronlar daha fazla kazanıyor, emperyalistlere her yıl mil-yarlarca dolar aktarılıyor. Örneğin, Türkiye, bütün enerji ihtiyacını karşılayabilecek linyit ve taşkömürleri rezervine sahip olmasına rağ-men, enerji ithalatına her yıl milyarlarca dolar para ödüyor.
Bu ülkenin kaynakları, bu ülkedeki herkesin insanca bir yaşam sür-mesine yeter de artar. Yeter ki kaynaklar küçük bir azınlığın elinden alınsın ve toplumsal çıkarlar doğrultusunda kullanılabilsin. Yeter ki, patronların elindeki madenler, fabrikalar ve bankalar kamulaştırılsın. Toplumdaki eşitsizliklerin asıl kaynağı olan üretim araçlarındaki özel mülkiyet tümüyle kaldırılsın.
Bu ülkede kurulacak Sosyalist bir iktidar, bu ülkenin kaynaklarını kullanarak ve merkezi planlama yoluyla bir sanayileşme ve kalkınma hamlesi gerçekleştirecek; bütün ekonomik etkinlikleri ve ekonomik gelişmeyi merkezi olarak planlayacak. Devlet de bunun için olacak.
İşte o zaman, insanlar arasındaki sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmak mümkün olacak, ülkenin bağımsızlığı pekiştirilebilecek, üretim toplum yararına ve doğaya zarar vermeden gerçekleştirilecek. Bilimsel ve teknolojik birikim toplum yararına kullanılacak İşte o zaman, insanlar arasındaki doğal farklılıklar, eşitsizliklere yol açmak yerine, hep birlikte daha hızlı bir şekilde ilerlememize hizmet edecek. Merkezi devletin işleyişine planlama ile her düzeyde emekçiler örgütlü olarak katılacaklar; üretim sürecindeki karar mekanizmalarında katılımcı ve paylaşımcı bir biçimde yer alacaklar.
Kapitalizmde çok küçük bir azınlık ülke zenginliğinin önemli bir bö-lümüne sahip olurken, çoğunluğu oluşturanlar ülke zenginliğinden çok az pay alır. Emekçilerin ürettikleri değerler bir avuç zenginin malı, mülkü parası haline geliyor. Bu küçük zengin azınlığın aldığı pay ne kadar artarsa, emekçilerin aldığı pay o kadar azalıyor. Her geçen gün zengin daha zengin olurken, yoksullar daha yoksul oluyor. Bu, sömürü düzeninin kuralıdır.
Patronlar ve onların düzenini savunan siyasi partiler, işçilerin aldığı payın azalması için çaba gösterirler. Bu durumda patronların payı giderek daha da artar. Bu düzen böyle devam ettikçe de yoksulluk artar. Sonra da bizim yoksulluğun kader olduğuna inanmamızı beklerler.
İşsizliğin ve yoksulluğun nedeninin nüfus artışında olduğu söylenir çoğu zaman. İşsizlik, kapitalizmde hiçbir zaman sona ermez, kapita-lizmin doğasında işsizlik vardır. İşsizlik, işçilerin daha ucuza çalıştı-rılmaları için patronların elinde önemli bir silahtır. İş alanlarının yaratılması için yatırım yapılması gereklidir. Devlet bu alanı tamamen terk etmiş, özelleştirmelerle elindekileri de satmıştır. Sermayedarlar ise kendileri için kârlı alanlarda yatırım yapmak isterler. Bazıları ise yatırım yapmaz, ithalat-ihracat ile üretmeden tüketime yönelik olarak çalışır. Yeni iş alanlarının yaratılamaması ve emekçilerin daha ucuza çalışmalarını sağlamak için yapılan düzenlemeler yoksulluğu ve işsiz-liği her geçen gün artırır.
Bugün, çalışma koşulları patronlar ve siyasi iktidarlar tarafından öyle bir hale getirilmiştir ki, iş bulup çalışanlar dahi yoksul sayılabilmek-tedir. Oysa üretilen tüm değerlerin eşit paylaşımı mümkün olsa, üretim araçlarının kimse sahibi olamasa, ülkemizde yoksulluk da işsizlik de ortadan kalkar.
İşsizlik ve yoksulluk sermaye düzeninin sorunudur ve bu nedenle kader değildir. Bu düzen değiştiğinde, işçiler iktidara geldiğinde işsiz-liğin de yoksulluğun da sonu gelecektir.
Kapitalizmde çok küçük bir azınlık ülke zenginliğinin önemli bir bölümüne sahip olurken, çoğunluğu oluşturanlar ülke zenginliğinden çok az pay alır. Emekçilerin ürettikleri değerler bir avuç zenginin malı, mülkü parası haline geliyor. Bu küçük zengin azınlığın aldığı pay ne kadar artarsa, emekçilerin aldığı pay o kadar azalıyor. Her geçen gün zengin daha zengin olurken, yoksullar daha yoksul oluyor. Bu, sömürü düzeninin kuralıdır.
Patronlar ve onların düzenini savunan siyasi partiler, işçilerin aldığı payın azalması için çaba gösterirler. Bu durumda patronların payı giderek daha da artar. Bu düzen böyle devam ettikçe de yoksulluk artar. Sonra da bizim yoksulluğun kader olduğuna inanmamızı beklerler.
İşsizliğin ve yoksulluğun nedeninin nüfus artışında olduğu söylenir çoğu zaman. İşsizlik, kapitalizmde hiçbir zaman sona ermez,kapita-lizmin doğasında işsizlik vardır. İşsizlik, işçilerin daha ucuza çalıştı-rılmaları için patronların elinde önemli bir silahtır. İş alanlarının yaratılması için yatırım yapılması gereklidir. Devlet bu alanı tamamen terk etmiş, özelleştirmelerle elindekileri de satmıştır. Sermayedarlar ise kendileri için kârlı alanlarda yatırım yapmak isterler. Bazıları ise yatırım yapmaz, ithalat-ihracat ile üretmeden tüketime yönelik olarak çalışır. Yeni iş alanlarının yaratılamaması ve emekçilerin daha ucuza çalışmalarını sağlamak için yapılan düzenlemeler yoksulluğu ve işsiz-liği her geçen gün artırır.
Bugün, çalışma koşulları patronlar ve siyasi iktidarlar tarafından öyle bir hale getirilmiştir ki, iş bulup çalışanlar dahi yoksul sayılabilmek-tedir. Oysa üretilen tüm değerlerin eşit paylaşımı mümkün olsa, üretim araçlarının kimse sahibi olamasa, ülkemizde yoksulluk da işsizlik de ortadan kalkar.
İşsizlik ve yoksulluk sermaye düzeninin sorunudur ve bu nedenle kader değildir. Bu düzen değiştiğinde, işçiler iktidara geldiğinde işsizliğin de yoksulluğun da sonu gelecektir.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), gerçek işsizlik sayılarını gizlemek için elinden geleni yapıyor. Bu kuruma göre, 2015 Ağustos ayı itibariyle Türkiye'de işsizlerin sayısı 3 milyon 58 bin ve işsizlik oranı da yüzde 10,4'tü. Sayıları yaklaşık 2 milyon 400 bin olan "iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar" da işsiz sayısına eklendiğinde gerçek işsizlik oranı yüzde 16,8'e yükseliyor.
Ülkemizde kadınların işgücüne katılım oranı halen yüzde 35'i bulmu-yor. Bugün Türkiye'de 19 milyondan fazla kadın "ev işleriyle meşgul" olduğu için iş gücüne katılmazken, 1 milyonu aşkın kadın ise, iş bul-duğu takdirde çalışmaya hazır olduğunu ifade etmektedir. Bu kesimin üçte biri, iş bulma ümidi olmadığı için iş aramadığını belirtmektedir.
Tarım kesimi, Devlet Planlama Teşkilatı'na göre bile, yüzde 50'ye varan oranlarda "gizli işsiz" barındırıyor. Bunlara kısa süreli işlerde çalışanlar ve "işsizim" demekten utananlar eklenirse üç kişiden biri işsiz olmaktadır.
Nitekim işsizlik oranı son on yılda neredeyse ikiye katlanmıştır. Da-hası, 2008 sonunda ülkemizi etkileyen ekonomik kriz, resmi işsizlik rakamının yüzde 16,1'e kadar tırmanmasına neden oldu.
Ülkemizde bugün işsizlik oranı, resmi verileri esas aldığımızda bile, yüzde 20'ye yakın görünmektedir ve bu, dünyada hangi ülke olursa olsun pek az görülen bir durumdur.
Nüfus, işgücü ve işsizlik (Ağustos 2015) (bin)
15yaş üzeri nüfus 57.973
İşgücü 26.166
İşgücünün 15yaş üstü nüfusa oranı
Türkiye %52,3
ABD %74,0
İspanya %60,0
İşsiz sayısı 3.058
Toplam işsizlik oranı (resmi): % 10,4
Tarım dışı işsizlik oranı (resmi) %12,4
İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar 2.400
Toplam işsizlik (çalışmaya hazır olanlar dahil) % 16,8
Kaynak: TÜİK 46
Sermaye düzeninde asgari ücret, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel bir kazanımı olmakla birlikte, piyasa mekanizmasının çalışması için bazı kolaylıklar da sağlar. Örneğin, işçileri yaşatacak kadar bir ücretin devlet tarafından garantilendiği görüntüsü oluşturulur. Sermayedarların birbirleriyle rekabet edebilmek için işçi ücretlerini daha da dü-şürmelerinin önleneceği; işçilik maliyetleri eşitlenerek rekabetin teknoloji türünden diğer alanlara kaydırılacağı varsayılır.
Gerçekler, yansıtılmak istenen durumdan oldukça farklıdır. Örneğin, ülkemizde asgari ücretin satın alma gücü çok düşüktür. Öyle ki, bu asgari ücret rakamları ile dört kişilik bir ailenin yoksulluk seviyesinin üstüne çıkabilmesi için ailenin bütün bireylerinin çalışması bile yet-mez. Kaldı ki, ülkemizde çalışanların yarısı, kayıt dışı, sigortasız, gün-delik-haftalık yevmiyeyle ya da mevsimlik çalıştırılmaktadır. Böylece, patronlar, çoğu işkolunda asgari ücretten çok daha düşük düzeylerde işçi çalıştırabilmekte; emekçilerin sağlık, emeklilik, yıllık izin gibi birçok hakkını bu yolla gasp etmektedirler.
Kuşkusuz, kayıt dışı istihdam, bilinçli bir politikadır. Adil bir asgari ücret önerisi yapılmadan önce alınması gereken acil önlemler olarak, devletin tüm vatandaşlara iş ve yoksulluktan kurtulabilecek ücret garantisi taahhüt etmesi, kayıt dışı istihdamı engellemesi gerekir. Ayrıca bütün işçilerin sendika üyesi olabilmesi yasalarla güvence altına alınmalıdır. Yani işçiler sendika üyesi odu diye işten atılama-malıdır. Bunlar yapılmadığı sürece, patronlar işsizliği düşük ücretle, kayıtsız, sigortasız ve sendikasız çalıştırmanın bir tehdidi olarak kul-lanacaklardır; asgari ücret ise, göstermelik bir mekanizma olarak kalmaya devam edecektir.
Yukarıda sayılanlar, halkçı iktidarların gerçekleşmesini kolaylıkla sağlayabilecekleri önlemlerdir. Neo-liberal ideolojinin dayatmalarının aksine, devletin, dış ticaret ve üretimde söz sahibi olması, üretimi planlayabilmesi, büyük kaynakların boşa harcanmasının önüne geçerek üretimin akılcı biçimde artırılmasını ve işsizliğin önüne geçilmesini sağlar.
Hiçbir zaman patronlar, yalnızca işçilere ödedikleri ücretlerden dolayı batmaz. Öyle ki; bizim ülkemizde hiç batmaz. Çünkü işçilere yaptıkları ödemeler, toplam harcamaları içerisinde o kadar düşük kalmaktadır ki, Türkiye yurtdışında yatırımcıları çekmek için bile emekçilerin ücretlerinin düşük olduğunun reklamını yapmaktadır. Ülkemizde her yıl ücretler reel olarak gerilemekte, satın alma gücü düşmektedir. Ancak patronlar, ücretlerin daha da düşürülmesini istemekte, esneklik uygulamaları ile çalışılan saat başına ücretlendirme sistemine geçmeye çalışmaktadır. Bu uygulamalardan biri bölgesel asgari ücret uygulamasıdır.
Kapitalist ekonomide işsizliğin artış nedeni, işçilerin ücretleri değildir. İşsizliğin artış nedeni, kapitalist ekonominin üretim yapısının değişmesi, kapitalist pazarın daralmasıdır.
Çalışabilir durumda ve yaşta olan her yurttaşın çalışma hakkını ve iş güvencesini sağlamak, sosyalist düzenin başlıca görevleri arasındadır. Bunlar temel insan hakları sayılır ve bu hakların ortadan kaldırılmasına hiçbir koşulda göz yumulamaz, bu durum Anayasal güvenceye alınır.
Bunu sağlamanın yolu, kısaca, şudur: Türkiye birçok yer altı ve yer üstü kaynak bakımından zengin bir ülkedir. Büyük bir kısmını emperyalizm çeşitli engeller koyduğu için ve egemen sınıfların da böyle bir amacı olmadığı için, kullanılır hale getirememektedir. Sosyalizmin iktidarında, bütün bu kaynaklar, emekçi halkın öncelikli ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için ve merkezi planlamanın yönlendiriciliği ile en akılcı biçimde ve eksiksiz olarak devreye sokulacaktır. Böylece, bu-günkü kapitalist Türkiye`de ya işsiz bırakılan ya da kötü koşullarda ve yanlış istihdam edilen emekçilerin yaratıcı gücü her türlü dizginden kurtarılıp harekete geçirilecektir. Bir yandan, herkes temel bir insan hakkı olarak çalışma imkânına kavuşacak, diğer yandan da ülkemiz, üretimin kardeşçe paylaşılacağı gerçek bir kalkınma atılımının içine girecektir. 0 zaman, emekçiler, üç beş kuruş ekmek parası uğruna çalışmayacak; işten atılıp sefil perişan olma korkusuyla değil, son derece doğal bir eylem olarak, toplumun iyiliği için çalışmanın değerini anlayacaklar ve çalışmalarının gerçek karşılığını alacaklardır.
"İş garantisinin insanları tembelleştireceği" yıllardır tekrarlanır ve açıkçası bu bir yalandır. Aslında bunu söyleyenler, bugünkü sömürü düzeninin egemenleri ve çıkarları için onları destekleyen ideologlardır. Varlığını sürdürebilmek için git gide daha fazla artık değere el koymaya, başka bir anlatımla, daha fazla sömürmeye muhtaç olan kapitalizm, elinin altında her zaman büyük bir işsizler kitlesi bulundurmak zorundadır. Ancak bu yolla, hem çalıştırdığı işçilerin ücretlerini baskı altında tutmayı hem de her istediğinde kullanabileceği işgücü yığınlarının var olmasını sağlayabilir.
İşte kapitalizm, "yedek işgücü ordusu" diye adlandırdığımız bu büyük işsizler kalabalığının varlığını doğal ve haklı göstermek ya da kendi günahını gizlemek için, böyle masallar uydurur. Oysa asıl soru şudur: İnsan, çalışmasının ürünlerinin kendisi ve üyesi olduğu toplum için ne kadar anlamlı ve değerli olduğunu bilirse, herhangi bir kaytarmacılık ve tembellik gösterebilir mi? Yoksa asıl kaytarmayı ve tembelliği, hakkını alamadığından emin olduğu ve yaptığının ne işe yaradığını pek bilmediği bir düzen içinde çalışırken mi gösterir?
Kapitalist üretim, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde belirginleşmiş olan şu tür özelliklere sahipti: mallar büyük miktarlarda, yığınlar halinde üretilirdi; işlerde ve ürünlerde standartlaşma söz konusuydu; işler parçalanmış ve basitleştirilmiş durumdaydı; gitgide daha büyük iş-letmelerde, artan sayıda işçi bir arada çalışıyordu. Yüzyılın son çeyre-ğinde ise "esnek üretim" adı verilen yeni bir sistem yaygınlaşmaya başladı. Talebe göre üretim, kalitenin iş sürecinin başından itibaren denetlenmesi, çalışma biçimlerinin ve istihdam kurallarının farklılaş-tırılması, işgücünün becerilerinin ve çalıştığı şirkete bağlılığının artı-rılması gibi uygulamalar ön plana çıktı.
Taşeronlaşma, üretimin gerektirdiği çeşitli işlerin ana işveren duru-mundaki patrona bağlı bir ya da birkaç ikincil firma tarafından üstlenilmesi ve o firmaların bulup çalıştırdıkları işçiler tarafından gerçek-leştirilmesidir.
Değişik görünümleri ve biçimleri ile "esnek üretim", kapitalizmin tarihsel bir özelliği olan kâr oranlarının düşmesi eğilimini dizginleyici bir arayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Bir kez, ülkemizde üretim, esasen, yaygın küçük işletmelere, kayıt dışı istihdama ve çalışanları kuşatan geniş bir işsizler ordusuna dayanarak gerçekleştiği için esneklik açısından birçok uygun özelliğe sahiptir. Şimdi de, AB ile uyum çerçevesinde getirilen sosyal güvenlik, sen-dikalar, toplu iş sözleşmesi, grev, vb. konulardaki çeşitli yasal düzen-lemelerin yanı sıra hızla ilerleyen özelleştirme, taşeronlaştırma, fason üretim türünden uygulamalar ile bu yönde büyük adımlar atılmaktadır.
Bütün bunlarla bağlantılı olarak; iş güvencesi tümüyle ortadan kalkmış, işsizlik olağanüstü düzeylerde artmış, gerçek ücretler düşmüş, çalışma saatleri ve koşulları ile ilgili bütün sınırlar ve iyileştirmeler çiğnenmiş, sendikasızlaşma çok ileri boyutlara ulaşmış durumdadır. Örnek olsun, aynı işyerinde ana patrona bağlı işçilerle taşerona bağlı işçiler arasında çalışma koşulları ve haklar bakımından büyük farklar ortaya çıkmaktadır.
Esnek üretim ve taşeronlaşma, işçi sınıfını bölmektedir.
Sermayenin bu saldırısı sonunda işçi sınıfı, konumu, günlük çıkarları ve hakları, sendikal örgütlenmesi açısından bölünmekte ve işçilerin ortak çıkarlara, ortak geleceğe sahip bir sınıfa ait olma duygusu bula-nıklaşmaktadır. Esnek üretim ve taşeronlaşma, işçileri böldüğü, sınıfsal kimlikten uzaklaştırdığı için işçi sınıfını mücadeleden uzaklaştırmaktadır.
AKP`nin uzunca bir süredir hükümet programında olan ve çalışma hayatına yeni bir soluk getireceğini iddia ettiği bir konu var: Kıdem tazminatının fona devredilmesi. Özellikle patronların büyük bir iştahla beklediği bu açılım, esas olarak AKP`nin çalışma hayatının "esnek-leştirilmesi" programının bir parçasıdır. Bu programda işçi kiralama büroları, işe giriş çıkışların kolaylaştırılması vs. gibi uygulamalar bulunmaktadır. Programın temelinde ise işgücü maliyetlerinin azaltılması ve patronların önünün açılması yatmaktadır.
Öte yandan bu programın en önemli başlığını kıdem tazminatı fonu oluşturmaktadır. Kıdem tazminatı fonu ile kıdem tazminatlarının patronlar tarafından ödenmesi kaldırılırken, her yıl devlet patronlardan belli oranda "fon parası" kesecek. Böylece "ödenemeyen tazminatlar" biriken fondan ödenecek.
Ancak bu işin kandırmacasıdır. Kıdem tazminatı yalnızca işçinin pat-ronlardan aldığı bir hak, ödeme değildir. Kıdem tazminatı esas olarak caydırıcı bir unsurdur ve patronların diledikleri gibi işçi çıkartmala-rının önündeki en önemli engeldir. Dolayısıyla kıdem tazminatının fona devriyle iş güvencesine ait son kalıntılar da ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Dahası böylesi fonların nerelere ve nasıl harcandığı konusunda da bir açıklık bulunmamaktadır. Geçmişte işsizler için oluşturulan fonun gerçek amacı için toplam büyüklüğünün yüzde ll`i kullanılırken, bu fon büyük oranda amaç dışı bir biçimde kullanıldı. Gene aynı şekilde deprem fonu olarak bilinen fon da toplama amacı dışında kullanılırken, bu alanda yapılması gereken iyileştirmeler yapılmadı. Dolayısıyla fonun oluşumu yalnızca emekçilerin kazanılmış haklarına bir saldırı değil, aynı zamanda bütçe dışı gelirlerin artışı anlamına da gelmektedir. Bu durumda AKP`nin denetlenmesi daha zor hale gelmekte ve kaynakların nerelere harcandığı belirsizleşmektedir.
Aksine, toplumda var olan eşitsizlik ve yoksulluğun üzerini örten bir uygulama olarak görmemiz gerekir. Bu uygulama, toplumdaki sadaka kültürünün yaygınlaşmasına yol açmakta; bu düzende, emekçilerin çalışarak istek ve ihtiyaçlarını karşılamasının mümkün olmadığını görmesine engel olmaktadır.
Oysa bütün yurttaşları kapsayan ve insani gereksinimlerine eksiksiz olarak karşılık veren tek bir sosyal güvenlik sisteminin olması bir devletin sağlaması gereken asgari koşullardandır. Ama bırakalım bunu, AKP sosyal güvenlik sistemini neredeyse bütünüyle tasfiye etmiştir. 18 yaşına gelmiş her fert Genel Sağlık Sigortası adı altında önce devlete borçlandırılmakta, ilk işe girdiği zamanda bu borç ondan derhal tahsil edilmektedir. GSS uygulamaları çatısında en temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerine ulaşım ve edinim neredeyse bütünüyle paralı hale getirilmiştir. Her türlü sosyal hizmetten dışlanan geniş kitleler ise AKP tarafından yaratılan bu sadaka kültürünün ağına itilmektedir.
Sosyalist bir düzende, sadaka olmaz. Sosyalist bir devletin her şeyden önce çalışabilir durum ve yaştaki her yurttaşına çalışma olanağı ve iş güvencesi sağlamak gibi temel bir görevi vardır. Çalışamayacak du-rumda olanlar, yaşlılar ve emekliler devletin güvencesi altındadırlar.
Kapitalist düzende, sadaka alan bir emekçi mücadeleci değil, kanaat-kardır. "Ben neden istediklerimi alamıyorum da, hep başkasına muh-tacım" diye sorular sormaz. AKP bir yandan emekçi halka yönelik sosyal ve ekonomik her türlü baskı ve sömürüyü artırırken, diğer yandan güya yardım etmektedir. Bu, büyük bir aldatmacadır.
AKP, sahip olduğu dinci gerici ideolojiyi bu tür yardımlarla bezeyerek, en geniş kesimlere yaymaktadır. İşsizlik ve yoksulluğu kader olarak gören, AKP eliyle gelen yardımlar için "Allah razı olsun" diyen bir emekçi sınıf, her patronun isteyeceği bir sınıftır.
Bilinen kimi örneklerden hareketle, AKP yoksul ama mücadele eden emekçi ailelere bu yardımlardan yapmamakta; bunu emekçi sınıflara karşı mücadelesinin bir parçası olarak görmektedir. Diğerlerinin nezdinde "başkaldırdığı için mahrum olan biri" olarak görülen emekçi, tehlikeli biridir, onunla dost olmamak ve konuşmamak en iyisidir!
Sonuç olarak, bu uygulama, kapitalist bir düzende yoksulluğun ve eşitsizliğin asla düzelemeyeceğinin bir kanıtıdır.
AKP`nin sağlık sektöründe "reform" adı altında yürüttüğü dönüşüm, tamamen sermayenin çıkarlarına hizmet etmektedir. Sosyal güvenlik sistemi, AKP`nin sağlık politikası tarafından özel hastanelere gelir getiren bir kaynağa dönüştürüldü. AKP`nin sağlık politikası, son 30 yılda özellikle Sovyetler Birliği`nin yokluğundan bu yana, tüm diğer ülkelerde olduğu gibi "paran kadar sağlık" politikasıdır.
Bugün kapitalist ülkelerde sağlık alanında harcanan para ile halka daha iyi bir sağlık hizmeti götürülmesi arasında birebir ilişki kurulamaz. Örneğin, ABD`de kişi başına sağlık harcaması çok yüksek olduğu halde, sağlık sistemi, nüfusun büyük çoğunluğu için çok yetersizdir. Küba gibi kaynakları sınırlı bir ülkede ise, toplumsal sağlık göstergeleri, en ileri Avrupa ülkeleriyle yarışıyor durumdadır. Bunun nedeni, harcanan paranın nereye gittiği ile ilgilidir.
Bugün Türkiye sağlık sistemi, uluslararası tekellerin sosyal devlet uygulamalarını tasfiye etme planları doğrultusunda sermayenin hiz-metine sunulmaktadır. Özel sağlık kuruluşları bir yana artık özerk hale getirilmiş olan kamu hastaneleri döner sermaye sistemi nedeniyle hastalara yolunacak müşteri gözüyle bakmakta, hizmet alımı ve taşeron sistemi ile rant sağlama peşinde koşmaktadır. Küba`nın kaynaklarının çoğunu ayırdığı koruyucu sağlık hizmetleri, semt poliklinikleri, ilaç sanayinde bağımsızlık gibi konular, Türkiye`de tamamen ihmal edilmektedir.
Hükümetin övündüğü gelişmeler, cebinde yeterli parası olana sunulan özel sektörün verdiği sağlık hizmetidir.
Sağlıkta Dönüşüm diye adlandırdıkları sürecin sonucu, çoğu AKP`li patronların sahibi olduğu ve tıpkı bir markette olduğu gibi, pazarlama teknikleriyle donattıkları ve toplam sağlık hizmetinin neredeyse % 40`ını verecek kadar güçlendirilmiş özel hastanelerdir.
Bir ülkenin yurttaşlarını yeterli derecede eğitmekten kaçınması, o ülkede siyasi iktidarın sınırlı bir zümrenin elinde olduğunun en önemli göstergesidir. Cehaletin yaygın olduğu bir toplumu yönetmek daha kolaydır. Bu toplumda, ırkçılığın, dini duyguların ve batıl inançların sömürülmesi, kırda ağalık düzeninin hâkimiyeti, çok daha kolaydır.
Düzen partilerinin hiçbirinin programında eşit ve parasız eğitime ilişkin bir düzenleme yok. Bunun yerine küçük bir yoksul grubuna burs türü katkılar sağlayan ve sadece görüntüyü kurtarmayı amaçlayan bir sistemle "eğitimde fırsat eşitliği" sloganına sahip çıkılıyor.
Üstüne üstlük, tekellere hizmet eden ve halkın çoğunu cahil bırakan eğitim sistemimiz, zaten epeyce pahalı. Zenginlerin çocuklarının devam ettiği özel okullar bile devlet tarafından büyük bir bütçeyle des-tekleniyor.
Eşit ve parasız eğitim hizmeti, bir bütçe sorunu değildir; her şeyden önce, sermayenin çıkarlarından bağımsız olmayı gerektiren bir tercih ve kararlılık sorunudur. Nitekim sermaye sınıfı, yıllardır devlet bütçe-sinden eğitime ayrılan payın düşürülmesine ciddi bir itiraz yönelt-memekte; eğitimin özel çıkarlar doğrultusunda örgütlendirilmesini planlayıp kolaylaştırmaktadır.
Emekçilerin yönetimindeki bir Türkiye`de, eşit ve parasız eğitim hiz-metinin herhangi bir bütçe sorunu olmayacaktır. Üstelik bütçede temel ihtiyaçlar dışında kalan kısımlara ayrılan kaynaklar ile "örtülü kaynaklardan" sağlananlarla bu ihtiyaç sonuna kadar sağlanabilir ve toplumun tüm kesimlerine eşit ve parasız eğitim verilebilir.
Tıpkı yerüstü kaynaklarımızda olduğu gibi, yeraltı kaynaklarımız da tümüyle halka aittir, halkın malıdır. Bu kaynakların halkın çıkarları doğrultusunda değerlendirilmesinin tek yolu, madenlerimizin devlet kuruluşları tarafından çıkarılması ve işlenmesidir. En uygun teknolo-jilerin seçimi ve üretim süreçlerinin denetlenmesi de ancak bu koşullar altında mümkündür. Aksi durumda başımıza gelecek olanlar bellidir: dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi Türkiye`de de, madenleri işleten yerli ve yabancı sermaye sahipleri, yeraltı kaynaklarımızı her türlü planlamadan uzak, tamamen kâr hırsıyla hoyratça tükettiklerinde kaçıp gidecektir. Geride bırakacakları pislikleri temizleme işi devletin, yani halkın sırtına kalacaktır. Bugün işçilere ödedikleri paradan çok daha fazlasını gelecekte tüm halk ödeyecektir.
Madencilik sektöründe yaşananlar, ülkemizin yüz karasıdır. Çokuluslu şirketler, AKP eliyle ülkemizin maden havzalarını talan etmekte birbirleriyle yarışmaktadır.
Diğer taraftan, ülkemizin batısından doğusuna, işletilen tüm madenler ekolojik dengeleri bozmakta, tarımı tehdit etmektedir. Daha fazla altın için kullanılan siyanürler, tarımsal alanlara akıtılan zararlı sular vb.
Peki ya insanlarımız? Daha fazla üretim diye, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan ve iş kazalarında yaşamını yitiren insanlarımız... Soma`da ve Ermenek`te yaşanan madenci ölümleri gerçek bir katliam olarak ülke tarihimizin kara sayfalarına yazılmıştır. Madencilikte üretimi çılgınca artırabilirsiniz, ama hangi bedel karşılığında? İşte Soma katliamında yaşanan tam da budur. Soma`da ve diğer madenlerde yaşanan katliamlar hiç aklımızdan çıkmayacak, orada katledilen işçi kardeşlerimizin katilinin sermaye düzeninin kar hırsı olduğunu hep akılda tutacağız.
Türkiye`nin enerji alanındaki dışa bağımlılığı, bilinçli bir şekilde ya-pılmış yanlış tercihlerin bir sonucudur. 1950`li yıllarda petrole bağımlı hale getirilmiştik. 1990`h yıllarda da doğalgaz bağımlısı bir ülke haline getirildik.
Oysa enerji kullanımına ilişkin bazı önlemlerin de alınması koşuluyla, başta linyit olmak üzere yerli enerji kaynaklarımızla Türkiye`nin enerji ihtiyacının büyük kısmının karşılanması mümkün. Linyit rezervleri açısından dünya ülkeleri arasında 7. sıradayız. Bazı üniversi-telerimizde, tüm engellemelere rağmen, linyit rezervlerimizin çevreye en az zarar verecek şekilde kullanılmasını sağlayacak teknolojiler üzerinde çalışılıyor. Buna karşın işbirlikçi yöneticilerimiz ve sermaye sahipleri, yerli kaynaklarımızın değerlendirilmesi için yatırım yapmak istemiyor. Bunun yerine, sınırlı petrol rezervlerimizi bile yabancı şirketlere teslim etmek için, petrol yasasından "milli çıkarlarla" ilgili her tür ibareyi silmeye çalışıyorlar!
Türkiye`de, yerli enerji kaynaklarının kullanılması için teknoloji geliş-tirebilecek eğitimli insanlar da var; bu kaynakların çıkarılmasında ve değerlendirilmesinde çalışabilecek insanlar da... Ama bağımlılığımızı artıran politikalar yüzünden, teknik elemanlarımız birikimlerini de-ğerlendiremezken, çalışabilir durumdaki insanlarımızın çoğu işsiz.
Türkiye`nin en öncelikli ihtiyaçlarından biri, enerji alanındaki dışa bağımlılığın ortadan kaldırılmasıdır. Yenilenebilir enerji kaynakları, kısa ve orta vadede Türkiye`nin enerji alanındaki dışa bağımlılığını ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Petrol ve doğalgaz bağımlılığını ortadan kaldırmanın çaresi, başta linyit olmak üzere kendi enerji kaynaklarımızın kullanıma sokulmasıdır. Bunun da tek yolu, kamu kesiminin gerekli yatırımları yapması, kaynaklarımızın kamu kuru-luşları eliyle değerlendirilmesidir.
Petrol ve doğalgaz tüketimini azaltmak için, hem kent içi ulaşımda hem de şehirlerarası yük ve yolcu taşımacılığında raylı sistemlere ve toplu taşımacılığa ağırlık verilerek, elektrik enerjisi üretiminde de doğalgaz kullanımına son verilmelidir.
Öte yandan Türkiye`nin enerji alanındaki dışa bağımlılığını büyük ölçüde ortadan kaldırılabilmek için, kentlerde merkezi ısıtma sistem-lerinin kurulması, enerji tasarrufu sağlayan elektrikli cihazların kul-lanımının yaygınlaştırılması, uygun yörelerde jeotermal enerji, güneş enerjisi ya da rüzgâr enerjisi gibi kaynaklardan daha fazla yararla-nılması gibi ek önlemler de alınmalıdır.
Tüm bu önlemler yanında, TKH enerji sorununu sosyalist ekonomik model çerçevesinde temelinden çözülebileceğini; bu bağlamda enerji, toprak, madenler ve nitelikli işgücü gibi yeterince sahip olduğu kendi kaynaklarına dayanan bir kalkınma atılımının örgütlenmesini, böylece ülke ekonomisinin dışa bağımlılığına son verilmesi gerektiğini savunur.
Türkiye, nükleer santral kurmak için gerekli teknolojilere sahip değil. Bu nedenle, nükleer santraller için ihale şartnamesi hazırlama işi bile yabancı şirketlere yaptırılıyor. Dolayısıyla, kurulması, daha doğrusu kurdurulması planlanan nükleer santraller, ülkenin enerji alanındaki bağımlılığını azaltmak bir yana, daha da artıracaktır.
Ülkemizde, nükleer santrallerin kurulması ve işletilmesi için gerekli teknolojiler bir yana, nükleer yakıt teknolojileri bile geliştirilmemiş durumda. Ayrıca, Türkiye`de yalnızca tek bir nükleer santrali ekonomik ömrü boyunca besleyebilecek miktarda uranyum rezervi bulunuyor. Uranyumun nükleer yakıt haline getirilmesi için işlenmesi gerekiyor ve mevcut rezervle bunun yurtiçinde yapılması ekonomik değil. Diğer yandan, çok sözü edilen ve Türkiye`de bol miktarda bulunan toryumun nükleer santrallerde kullanılması için gerekli teknolojiler henüz geliştirilmemiş durumda. Zaten, kurdurulması planlanan santrallerde yakıt olarak toryumun kullanılması düşünülmüyor bile.
Nükleer enerji teknolojisindeki dışa bağımlılık, nükleer santrallerin güvenliğinin de yabancı şirketlere emanet edilmesi anlamına gelecek.
AKP hükümetinin çıkarttığı nükleer santral yasası, nükleer enerji üretiminin en pahalı ve riskli boyutunu oluşturan nükleer atıkların kontrol altına alınması konusunda yabancı şirketlerin sorumluluğunu azaltıyor.
Tüm bunlara ek olarak, nükleer santrallerde üretilecek elektrik ener-jisinin maliyeti de yüksek olacaktır.
Kısacası, Türkiye`nin gündemine nükleer santral tartışmasının so-kulmasının tek bir hedefi var: nükleer santral kuran ve işleten yabancı şirketlere yeni bir pazar sağlamak.
Nükleer enerji alanında ne dışa bağımlılık ne de özel sermaye ege-menliği kabul edilebilir. Toplumsal çıkarın yerine kâr hırsını koyan sermaye düzeninde nükleer santrallere hiçbir şekilde güvenilemez.
Buna karşılık, düzen politikacıları, yabancı şirketler ile el ele, sanki nükleer santral Türkiye`ye çağ atlatacakmış havasını yaymaya çabalı-yorlar. Oysa nükleer santraller, ülkemizin enerji sorununa ilişkin doğru ve akılcı çözüm olmadığı gibi dışa bağımlılığı da artıracak ve ciddi güvenlik tehlikeleri yaratacaktır.
Bugün için yapılması gereken, bu alandaki teknolojik gelişmeleri izlemek ve gerçekten güvenli teknolojilerin geliştirilmesi için çaba harcamaktır.
TKH, bugün için, bu koşullarda Türkiye`de nükleer santral kurulmasına karşıdır.
Ülkemizin kaynaklarını en verimli şekilde değerlendiren ve enerjide dışa bağımlılığı azaltan bir enerji politikasının oluşturulması hayati önem taşımaktadır. Hatta sınırlarımız içerisinde yer alan akarsu po-tansiyeli hesaba katıldığında hidro elektrik santralleri de enerji poli-tikamızda yeri olan enerji kaynaklarındandır. Ancak bugün hemen hemen her akarsu üzerinde bir hidro elektrik santrali yapılmaktadır. Bu projelerde doğaya, tarihi eserlere ve tarıma verilen zarar hiç hesaba katılmadan sadece projeyi üstlenen şirketlerin çıkarları kollanmaktadır. Bu projelerle, o bölgedeki akarsular sayesinde yaşayan birçok endemik tür yok edilmekte; Hasankeyf ve Munzur`da tarihi ve kültürel varlıklar hiçe sayılmakta; hatta üstlerinin baraj suyu ile örtülmesine izin verilmekte; Yuvarlakçay gibi tarım alanları yok edilmektedir. Şu anda yürürlükte olan projelerle Anadolu`nun akarsuları hesapsızca yağmaya terk edilmiştir. Sermaye sınıfı hidroelektrik santraller gibi doğal bir enerji kaynağını bile çıkarları uğruna doğaya ve insana zararlı hale getirmeyi başarmıştır. TKH, HES`lere değil, AKP`nin HES politikasına karşı çıkmaktadır.
TKH, her şeyden önce bütün emekçiler için insanca bir yaşam ve eşit-likçi bir düzen talep etmektedir. Bunun için emekçilerin haklarına sahip çıkması ve mücadele etmesi gerekir. TKH`nin sosyalizm programı bir emekçi programıdır ve bütün çalışanlar için aşağıdaki hakları temel olarak savunmaktadır:
Cumhuriyet düşüncesi tarihsel olarak bir ilerlemeyi ifade eder. To p-lumun, farklı kişilerin, ailelerin ya da toplulukların mutlak hakimiyeti altında yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları yönetim biçimlerine karşı, toplumun bütün üyelerinin "eşit yurttaşlar" haline gelmesi fikri cumhuriyetin ilerici yönünü net olarak ortaya koyar. Ülkemiz açısından da cumhuriyetin kuruluşu Osmanlı İmparatorluğu`nun, dolayısıyla saltanatın ortadan kalkması ve halkın tebaa sayılmasının sona ermesi anlamına gelmiştir. Cumhuriyetin ilanının aynı zamanda emperyalist işgale karşı verilen bir savaş sonrası gerçekleşmesi cumhuriyetin bağımsızlıkçı bir kimlik kazanmasını da sağlamış ve bu da ilerlemenin önemli ayaklarından olmuştur.
Cumhuriyetin gerçekleştirdiği dönüşümler ülkemize ve ülkemiz insa-nına çok şey kazandırmıştır. Yüzyıllar boyunca insanlarımız saltanatın boyunduruğu altında yaşamış, dini kurallar tarafından belirlenen bir yaşam sürmüştü. Cumhuriyet ile saltanat ve hilafet kaldırılmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, laiklik devletin niteliği haline getirilmiş, kadınların toplumsal yaşamdaki rolünün değiştirilmesi için adımlar atılmış, ülkenin kalkınması ve ilerlemesi için önemli altyapı hamleleri yapılmış, toplumun bütününün eğitim alabilmesi için politikalar geliş-tirilmiştir. Bütün olarak ifade edersek, cumhuriyet kamucu, bağımsız-lıkçı, aydınlanmacı bir kimlik oluşturmuştur. Şüphesiz bu kimlik kapi-talist bir cumhuriyette çok ileriye taşınmamış, hatta dünyadaki ve ülkedeki sınıf mücadelelerinin seyrine bağımlı olarak içi boşaltılmış, yeri geldiğinde terk de edilmiştir. Bizim içinse bu kimlik ve söz konusu değerler insanlığın gerçek kurtuluşunu ifade eden sosyalizmin ayak bastığı zeminin ana öğelerindendir. Bu açıdan kamuculuk, ba-ğımsızlıkçılık, aydınlanmacılık komünistlerin sahiplendiği ve daha ileriye taşıyacağı başlıklardır.
1923 yılında kurulan cumhuriyetin en önemli kişisi şüphesiz Mustafa Kemal`dir. Yıkılan bir imparatorluk için yapılan planları bozan ve emperyalistlere karşı ulusal kurtuluş savaşını başlatan, sonrasında toplumun dönüşümü için birçok radikal kararın alınıp hayata geçiril-mesini sağlayan kişidir. Bir burjuva devrimcisi olarak niteleyebilece-ğimiz, İttihat ve Terakki ekolünden gelen Mustafa Kemal`in politik ve ideolojik hattı bu doğrultuda şekillenmişti. Mustafa Kemal`in toplumsal sistem kavrayışı tartışılmaz biçimde batılı burjuva iktidarlarıydı ve kapitalizmden yanaydı. Gerçekleştirdiği dönüşümler, cumhuriyet tarihi boyunca varolmaya devam eden dinci ve liberal düşüncedekile-rin Mustafa Kemal`le hesaplaşma başlıkları oldu. Bugün Mustafa Kemal`in kurduğu cumhuriyet fiili olarak ortadan kalkmıştır. Günümüzde, AKP iktidarı döneminde şekillenmeye başlayan "İkinci Cumhuriyet" rejimi, 1923`te kurulan cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye
çabalarken, Mustafa Kemal`i de önemsizleştirmeye çalışmaktadır. Gelinen noktada, Mustafa Kemal`in önderlik ettiği dönüşümlerin ve ilerici hamlelerin Türkiye siyasi haritası içerisinde taşıyıcısı kalmamış durumdadır. Komünistler, tüm bu düşüncelerin ve yönelimlerin sosyalist bir sistemde gerçek biçim ve içeriklerinin oluşabileceğini düşünmektedir. Dolayısıyla Mustafa Kemal`in mücadelesini verdiği aydınlanmacılık, kamucu-luk ve yurtseverlik gibi başlıkların sosyalizm mücadelesinde siyasi temsiliyetini üstlenmeye çalışmak konusunda komünistlerin kafasında soru işareti bulunmamaktadır.
Cumhuriyetin kuruluşu ve sonrasında yapılan uygulamalar toplumun bütünü açısından bir ilerlemeye işaret ediyordu. Siyasal alandaki bu ilerleyiş 1930`lu yıllarda, zorunlu olarak, ekonomik alanda yapılan düzenlemelerle de buluştu. Ortada ilerlemeci, aydınlanmacı ve kamu-cu bir cumhuriyet görüntüsü vardı. Ancak, bu durum asıl gerçeği değiştirmiyordu. Cumhuriyet`e çizilen yol en ileri gittiği noktada bir burjuva devriminin sınırlarını aşamıyordu. Kuruluşundan itibaren cumhuriyete gösterilen hedef batıdaki gelişmiş kapitalist ülkelere yetişmekti ve ülke içerisinde yeri geldiğinde devlet eliyle palazlanan sermaye sınıfı siyasi iktidara yerleşiyordu. Sonuç olarak, zaman içeri-sinde "mutlak" görünen birçok başlık kapitalizmin, dolayısıyla sermaye sahiplerinin, ihtiyaçları doğrultusunda değişti ya da iptal oldu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde siyasi, ideolojik ve ekonomik alanlar tamamen emperyalist ülkelerin kontrolüne geçti ve hatta müdahalesine açık hale geldi. Siyasal ve ekonomik olarak em-peryalizme bağımlı, gericilik ile hesaplaşmaktan vazgeçmiş, işçi sını-fına ve sola karşı yeri geldiğinde darbe dahil her türlü yöntemi kulla-nan, ekonomisi sorunlu ve tarımı bitme noktasına gelmiş Türkiye`de iktidar sahiplerinin ürettiği en temel çözüm geçmişten gelen ve para edebilecek tüm yüklerden kurtulmak oldu.
Türkiye`de cumhuriyet emperyalistlerin işgaline karşı kurtuluş savaşı verilerek kuruldu. Toplumun cumhuriyete yüklediği anlam yurtsever-likti. Cumhuriyet aynı zamanda gericiliğe karşı kuruldu. Laik cumhu-riyet kaderini ilahi güçlere havale etmeyen, kendi belirleyebilen yurt-taşlardan oluştu. Cumhuriyet bir dünya savaşından sonra kuruldu. Türkiye halkının büyük çoğunluğu hep barıştan yana oldu.
Ancak kapitalistler ve emperyalistler on yıllar boyunca cumhuriyeti kemirip durdular. Kaderini eline almış yurttaş değil, boyun eğen tebaa istediler. Türkiye`yi bölgede emperyalistlerin ileri karakolu haline getirmeyi düşlediler. Bu kemirmeye direnen, eşitlik ve özgürlük için mücadele eden solu ezmeyi, emekçileri örgütsüz kılmayı ilke edindiler. Solu ve emekçileri ezmek için verdikleri uğraş egemenleri, yurtseverlik ve aydınlanma değerlerini reddetmeye götürdü. Türkiye Cumhuriyeti`nin bitiş süreci 12 Eylül 1980 ile başladı. Darbeden sonra bütün hükümetler Türkiye`de halk düşmanı, gerici, işbirlikçi, piyasacı, özelleştirmeci politikalar sürdürdü. AKP`ye noktayı koymak kaldı.
AKP, emperyalizmin stratejik müttefiki olmakla övünmekte, toplumsal yaşantıda dini egemen kılmak için uğraşmakta, eşit yurttaşlığı silmektedir. AKP Türkiye`sinde insanlar "hakları olduğunu" unutacak, sadaka bekleyeceklerdir.
Türkiye`yi bu noktaya getiren, kapitalistlerin egemenliği ve emperya-lizme bağımlılıktır. AKP ise, son öldürücü darbeyi vurmuştur.
TKH ülkemizin bağımsızlık, aydınlanma, emekçi hakları gibi değerlerle yeniden buluşmasının yolunu 1923`e dönüşte arayan nafile çabayı yanlış bulmaktadır. Bu zaten mümkün olmaktan çıkmıştır. TKH sos-yalist bir cumhuriyetin tarihimizdeki değerlerin üstünde yükseleceğine inanmaktadır.
AKP`nin bu sürecin görünürdeki öncüsü olduğu açıktır. Bununla birlikte ortada geniş bir cephe vardır ve herkes üzerine düşeni yapmaktadır. AKP bu sürecin siyaset alanındaki adımlarını atmaktadır, ama kesinlikle yalnız değildir. Emperyalist ülkeler, sermayedarlar, tarikat-lar, liberaller, askerler ve düzen solunun da içinde yer aldığı geniş bir cepheden bahsediyoruz. Zaman zaman gerilimler yaşasalar da, kapalı kapılar ardında pazarlıklar ve anlaşmalar yaparak süreci ilerletiyorlar.
Türkiye`de yaşananlar, emperyalizmin dünya ve bölge politikalarının bir uzantısıdır. ABD ve AB`nin başını çektiği emperyalistler, daha bağımlı, daha gerici ve daha piyasacı bir Türkiye istemektedir. Bu nedenle sürecin fikir babaları ve asıl liderleri emperyalist devletlerdir.
Türkiye`de sermaye sınıfı bu dönüşüme dört elle sarılmıştır. Sömürüyü ve bağımlılığı artıracak her adımı destekleyen patronlar, emekçilere karşı daha hızlı adım atılmasını yıllardır istiyordu.
Dönüşümün en önemli halkalarından biri olan özelleştirmeler ile patronlar için büyük kaynaklar sağlamıştır. TÜSİAD dahil bütün ser-maye grupları bu süreçte AKP`ye tam destek sunmuştur ve karşılığında özelleştirme yağmasından büyük paylar almıştır.
Sürece direnir gibi görünen askerler, süreci durdurmak için değil, kendilerine güvenli bir yer sunulması için AKP ile gerilim yaşadı. 2008 yılında varılan anlaşmadan sonra, ordu ile hükümet arasındaki gerilimler bitmiştir. Genelkurmay, dönüşüm sürecine en önemli desteği veren kurumlardan biri olmuştur. Bu anlaşmaya razı olmayan bazı kadrolar ise, Genelkurmay`ın da onayıyla yürüyen Ergenekon davası sürecinde saf dışı bırakılmıştır.
Ülkenin dönüştürülmesi sürecinde liberallere düşen ise, kentli ve yüzü sola dönük aydın ve emekçi kesimlerin kafasının karıştırılması veya ikna edilmesi oldu. Liberaller, gerici, işbirlikçi ve piyasacı dönüşümleri "demokrasi" ve "özgürlük" adına güzellemek, itiraz edenleri "statükocu" diye suçlamak için medya patronlarından maaş aldılar.
CHP ise, dönüşümlere direnebilecek toplumsal kesimleri oyalamak görevini üstlendi. Yine kentli emekçiler, gençlik ve Aleviler arasında görünen direnme olanağı, CHP`nin yarattığı beklentilerle oyalanmak-tadır. CHP`nin muhalif görünüp, ülkemizdeki sermaye düzenine laf etmemesi, emperyalizmin yönelimlerine karşı çıkmaması ve AKP`yle uzlaşma tavrı, direnebilecek kesimlerin gücünü kırmaya ve sürecin hızla devam etmesine yaramıştır.
2005 yılında yaptığı bir konuşmasında "Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim." diyen dönemin başbakanı Erdoğan, açık sözlü konuş-muştur. Türban için "velev ki siyasi simgedir" diyen başbakan, dini siyasette kullanma niyetini saklamayan bir siyasetçidir. İş cinayetle-rinde ölen emekçiler karşısında pişkin tutumlara sahip bakanlar, fıtrattan bahsedenler, AKP`nin işçi düşmanlığını saklamadığını gös-termektedir.
AKP çoğu örnekte niyetini gizleme gereği duymamakta, nasıl bir Tür-kiye istediğini açıkça söylemektedir. Örneğin siyasal ve toplumsal yaşantının dinselleştirilmesi AKP`nin gizli bir gündemi değildir. AKP bunu açıkça savunmakta, yaşama geçirdiği uygulamalar da, bu işin gizlisinin saklısının kalmadığını herkese göstermektedir.
Bu nedenle AKP`nin gericilik ve işçi düşmanlığı konusunda son derece açık sözlü olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunlara karşın AKP, "takiye" siyasetiyle ünlü bir gelenekten geliyor. AKP, kuşkusuz çok rahat yalan söyleyebilen bir partidir aynı zamanda. AKP`nin yalanları ve "gizli amacı" özellikle devletin yeniden yapılanması ve emperyalistlerle ilişkilerde yoğunlaşıyor.
AKP`nin "darbecilerle hesaplaşma", sivilleşme, özgürleşme ve demok-ratikleşme adına attığı adımlar, büyük yalanlarla doludur. AKP`nin daha demokratik bir devleti savunduğu iddiası büyük bir yalandır. AKP`nin buradaki "gizli hedef"i, devleti bütünüyle kontrol etmektir. Bütün özgürlük ve demokrasi söylemlerinin arkasında yatan gizli hedef, bu kadar basit ve yalındır. Bu konuda AKP büyük bir yol almıştır.
AKP emperyalistlerle ilişkilerinde de topluma büyük yalanlar söylüyor. Zaman zaman batılı ülkelere kafa tutma numaraları yapan, İsrail`e "one minute" şovu yapan zamanın Başbakan`ı Erdoğan, AKP`nin gerçek politikasını halktan gizlemeye çalışıyordu. Bunu gizlemek istemelerinin nedeni, halkta emperyalistlere karşı güvensizliğin ve zaman zaman nefret duygusunun çok yaygın hale gelmesi idi.
AKP döneminde Türkiye`nin dış politikasında büyük değişimler oldu-ğu doğrudur. Ama bu değişim, ABD`nin bölgesel politikalarına tam uyum sağlamak adına gerçekleşti. Ortadoğu`da açılım yapan AKP, Kuzey Irak`taki Kürt devleti, Suriye ve Hamas ile bağlarını geliştirmiş-tir. Suriye`de cihatçı terörü desteklemiş, silah taşımış, gerici terörist-lere hem sınırları açmıştır, hem de petrol ticaretine aracılık etmiştir. Ancak bütün bu ilişkilerde, ABD ile daha uyumlu bir sürecin oluşması ve bölgenin emperyalist yağmaya tam açılması için siyaset yapmıştır. Bütün bölge ülkeleri, emperyalist sermayenin yatırım alanları ve emperyalist ordular için üslerle dolmaya başlamıştır. AKP de burada yerini almış, emperyalistlere hizmet etmiştir. Özetle, AKP`nin dış politikada yaptığı şovlar, AKP`nin gizli gündemini, ABD işbirlikçiliğini gizlemek içindir. Halktaki ABD karşıtlığından zarar görmek istemeyen AKP, geleneksel takiyyeci politikasını hayata geçirmektedir.
Çok sık karşılaştığımız bu sorunun kuruluşunda bir hata var ve bu hata aslında bilinçli yapılıyor. Çok farklı yorumlanabilecek ve farklı örnekleri olan "şeriat devleti" kavramı önümüze getirilirken, iki uca savrulma olasılığı ortaya çıkıyor. Uçlardan ilki AKP`nin "ılımlı" yönü-nün öne çıkarılarak, karşı karşıya olduğumuz tehlikenin öneminin azaltılmasıdır. Oysa tehlike gayet ciddidir. AKP, tüm siyasal ve top-lumsal yaşantıyı dinselleştirmek için yoğun bir çaba harcamaktadır. Önemli olan, bu uygulamaların "şeriat" örneği olup olmaması değil, bu uygulamaların gerici niteliğidir. "Şeriat mı, ılımlı İslâm mı?" tar-tışmasının bu bağlamda emekçilere hiçbir faydası yoktur.
Diğer bir uç ise, AKP`nin her adımını bir "şeriat" hedefiyle ilişkilen-dirmektir. Bu yaklaşım, "tehlikeye dikkat çekeceğim" derken, AKP`nin ve yaptıklarının sınıfsal niteliğini tamamen göz ardı etmektedir. Önemli olan emekçilerden yana bütünsel bir bakış açısıyla, AKP`nin gerici ve yobaz uygulamalarının nereye oturduğunu doğru tespit etmektir.
AKP, Türkiye`yi daha gerici bir ülke yapmaya çalışmaktadır. AKP`nin siyasal ve toplumsal yaşantıda kullandığı referansların önemli bir bölümü dinseldir. Ancak hiç unutulmamalıdır ki AKP, bir patron par-tisidir ve patronların egemenliğinin devam etmesi için daha gerici bir ülke kurmak istemektedir.
TKH olarak, gericiliğe karşı mücadeleyi, patronlara karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz. Aydınlık bir Türkiye`yi yalnızca işçilerin iktidarında kurabileceğimize inanıyoruz. Türkiye, İran olur mu sorusu da bu nedenlerle bir noktadan sonra anlamsızdır. Türkiye`yi İran`la karşılaştırmak yersiz ve siyasi olarak yanlıştır. Türkiye bugün zaten pek çok alanda, İran`dan daha gerici bir ülke olma yolunda hızla ilerlemektedir. Bunu görmek gerekir. AKP`nin ve onun destekçisi ABD`nin projesi, İran`dan daha Amerikancı, emperyalizmle daha uyumlu bir gericiliktir.
Dolayısıyla Türkiye`yi bu tehlikeli durumdan kurtaracak olan Avrupalı emperyalistler ya da ABD değildir. Laikliği kurtaralım derken ABD`ye ya da başka emperyalist odaklara yaslanmaya çalışanlar, çok büyük bir hata yapmakta, projenin asıl sahibi ve yürütücüsünden, projenin değişmesini talep etmektedir. Gericiler, kazandıkları mevzilere rağmen, Türkiye`yi tamamen teslim alamamışlarsa, bunun en büyük nedeni Türkiye`nin ilerici birikimidir. Emekçilerden, aydınlara ve gençliğe kadar Türkiye halkının önemli bir bölümü için aydınlık ve laik bir ülke, hâlâ vazgeçilmez bir değerdir. Süreci durduracak olan, bu iradedir.
Türkiye`nin geçmiş "statükosu"nun gerici, baskıcı ve sömürücü özel-likleri AKP tarafından yalnızca güçlendirildi. Yeri geldiğinde kimi mekanizmalar el değiştirdi. Türkiye`nin geçmişinde yer alan cumhu-riyete ilişkin "değerler" ise tasfiye edildi. Bu durum toplum için tam bir yıkım anlamına gelmektedir.
AKP destekçilerinin dilinden düşmeyen söylem asker vesayetine karşı "sivilleşme" idi.
Yaşadığımız AKP`li yıllar, bunun zerre kadar inandırıcılığı olmadığını, anti-demokratik, hukuksuz uygulamaların önceki dönemlere göre kat be kat aşıldığını herkese göstermiş oldu. AKP, 12 Eylül cuntasının farklı biçim altında ama aynı özle sürdürücüsüdür.
Partimizi başka siyasi hareketlerden ayırt eden en önemli özelliklerden biri, "sivilleşme" tuzağına tek bir gün bile düşmemesidir. AKP`nin gerici dönüşümünü, rejim değişikliğini demokratik bir makyajla örtmeyi denediği konusunda TKH her zaman net olmuştur. TKH bu duruşuyla solda ve aydın kesimler içerisinde AKP`nin tutabileceği alanı sınırlamayı kendine görev bilmektedir.
TKH, demokrasi kavramına da sınıf temelinde bakmaktadır. Emeğe, insan aklına, halkımızın tarihsel değerlerine saldırıların demokrasi demagojisiyle yutturulmasına karşı mücadele ettik. Gericilerin gerici-likle hesaplaşamayacağında ısrarcı olduk. Örneğin, AKP`nin Ergene-kon operasyonunu, diğer darbe yargılamalarının "demokrasi" ile ilgisinin olmadığını hep dillendirdik. Bunların arkasına Birinci Cum-huriyet`in tüm kurumlarının tasfiyesinin gizlendiğini deşifre ettik. Zaten tüm yargılamalar boyunca da, halka karşı işlenen suçlar değil, "AKP`ye karşı işlenen suçlar" gündemde idi.
Gelinen noktada, AKP bugüne kadar yaptığı gibi sivilleşme ve demok-ratikleşme süsüyle piyasa faşizminin, gericiliğin ve baskının devam etmesi için gaza basacak, aynı zamanda arada demokrasi için kendisine muhtaç olunduğunu propaganda etmeye devam edecektir. Partimiz böylesi dönemlerde de ana yaklaşımını ve ilkelerini terk etmeyecektir.
İkinci Cumhuriyet bir karşı-devrimdir. Türkiye burjuvazisinin bu coğrafyaya kattığı tek değer olan ve emekçilerin sahip çıkmak konu-sunda tereddüt etmeyeceği cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kal-dırmaya karar vermesi sonrasında, 2002 yılında iktidara gelen AKP eli ile Birinci Cumhuriyet tasfiye yoluna sokulurken, emperyalizme uyumlu yeni bir rejimin de karakteri belirginleşmeye başladı. 2010 Anayasa referandumu ve ardından 2011 seçimleri ile tasfiye büyük ölçüde tamamlandı. İşbirlikçi, gerici ve neoliberal bir rejim olan İkinci Cumhuriyet`in her alanda inşasını geçildi.
AKP İkinci Cumhuriyet`in temel kurucu aracıdır. Ancak, AKP iktidarının geçen on yıldan fazla süre boyunca yalnızca bugünkü bileşenlerinden ibaret olmadığını da unutmamak gerekiyor. Başta cemaat ve liberaller olmak üzere, çok fazla yapı ve kişi destek olmaktan öte, bu iktidarın bir bileşeni idiler.
Bunun yanında, İkinci Cumhuriyet`in kuruluş dönemi, sancılı ve geri-limli bir süreç olarak geriye dönülemeyecek bir biçimde sürmektedir. Sermaye düzeninin Birinci Cumhuriyet`ten İkinci Cumhuriyet`e geçişte yaşadığı kutuplaşma siyasetinin ve dönüşüm sancılarının izleri, bugün sermaye düzeninin önünde temizlenmesi gereken bir başlık olarak durmaktadır. İkinci Cumhuriyet`in önündeki en önemli prob-lematik, yerleşme ve konsensüs sorunudur.
"Türkiye`nin yapısal sorunlarından dolayı sermaye iktidarında istikrar sağlanması mümkün değildir." Bunun yanında, Birinci Cumhuriyet, geri dönüşü mümkün olmayacak bir biçimde çökmüştür. Birinci Cumhuriyete dönme sevdasında olanlar ancak hayal kurmaktadırlar.
AKP iktidarı döneminde ülkemizdeki yapısal dönüşümleri, devletteki değişimleri ve 1923 yılında kurulan cumhuriyetin tasfiye edildiğini tespit ediyorsak artık yeni bir cumhuriyet olduğunu ifade etmek ge-rekiyor. Yeni olan her zaman iyi ve güzel olmuyor.
AKP iktidarı tam da bunun için görev başına gelmiştir. Aslen İslamcı bir harekete dayanan AKP, iktidarı boyunca ülkemizdeki liberaller ile işbirliği yaparak, ilk kurulan cumhuriyetten kalan ve ileri sayılabilecek ne varsa her şeyin tasfiyesine girişmiştir. Bunu yaparken de kendine muhalif olanları hapse atmış, sorun çıkartma potansiyeli olanları susturmuş, hakkını arayanlara baskı ve zulüm uygulamıştır.
Özelleştirmelerin zirve yaptığı, emperyalizmle ilişkilerin derinleştiği, sosyal devletin tasfiye edildiği, laikliğe büyük bir savaş açılarak geri-ciliğin devlet katında, eğitim alanında ve toplumsal alanda yasalar ile güvence altına alındığı bir dönemden bahsetmekteyiz. İkinci Cumhu-riyet adını verdiğimiz yapı, bu bahsettiklerimiz üzerine bina edilmeye çalışılmaktadır. Adı cumhuriyet olan ama özü sermaye diktatörlüğüne dayanan gerici, işbirlikçi sömürü düzeninin günümüzdeki adı İkinci Cumhuriyet olarak tanımlanabilir.
Ancak tüm bu sayılanlar ile ülkemizin toplumsal yapısı, halkımızın geçmişten geleceğe bakışı ve en önemlisi işçi sınıfı arasında çelişkiler oluşmaktadır. İkinci Cumhuriyet ile emekçiler arasında uyumsuzluk çıkmakta, dolayısıyla AKP`nin bütün iktidar döneminde olduğu gibi gelecekte de bu yapı ile emekçiler arasındaki çelişkinin derinleşeceği gözükmektedir.
Örneğin, Irak`ın ABD tarafından işgaline karşı ülkemizdeki toplumsal tepki, başta TEKEL olmak üzere ülkemizdeki özelleştirmelere karşı oluşan direniş ve hareketler, toplumsal yaşamın dönüştürülmesine karşı ayağa kalkışlar, kadınların AKP iktidarına karşı mücadelesi ve 2013 yılında Gezi parkı vesilesiyle başlayan büyük Haziran direnişi halkımızın İkinci Cumhuriyet`in özü ile olan kavgasını açığa çıkarmış-tır. Bu kavganın ortadan kalkması değil, tersine devam etmesi büyük bir olasılık olarak görünmektedir.
Sonuçta, İkinci Cumhuriyet güçsüz ayaklar üzerinde sürekli kendini doğrultmaya çalışacak, biz de ona izin vermemeye ve yerine sosyalist bir cumhuriyeti kurmaya çalışacağız.
Elbette değil. TKH sosyalizmi hedefleyen bir parti. Dolayısıyla parti, kapitalizmi yaşatmayı hedefleyen düzen partilerinin hepsiyle mesafe-sini tanımlamaktadır.
Ancak AKP hükümeti sıradan bir iktidar değildir. AKP, Türkiye kapi-talizminin mantıksal ve en uç sonuçlarının, cumhuriyeti reddetmeye, ülkeyi yerle bir etmeye varan birikiminin temsilcisidir. AKP`nin yü-rüttüğü süreç, emperyalistlerin ve sermaye sınıfının ortak programıdır. Bu süreç, sermayedarlar için alternatifsizdir. Dolayısıyla AKP karşıtlığı yalnızca bir hükümete muhalefet etmenin çok ötesinde bir anlam taşır. Emekçiler bu sürecin karşısına dikildikçe, yalnızca AKP zayıflamayacak, sermayenin bütün programı tehlikeye girecektir.
AKP kendisinden sonraki bütün düzen partilerinin de uyması gereken bir rejimi inşa etmeye çalışmaktadır. AKP`nin programını durdurmayı başaran ve hükümetten düşüren bir toplumsal ve siyasal hareket, aynı programla gelecek diğer bütün düzen partilerine ve kurumlarına karşı etkili bir mücadele verebilecektir. Dolayısıyla AKP karşıtı mücadele böylesi bir bütünlüğün içerisine yerleştirilmelidir.
Bugün İkinci Cumhuriyet artık geri dönülmez bir biçimde kurulmuştur. Bu cumhuriyet gerici, emek düşmanı ve işbirlikçi bir rejim olarak ülkemizi karanlığa boğmuştur. TKH, bu nedenle kendini yalnız başına AKP karşıtı olarak değil, aynı zamanda İkinci Cumhuriyet rejimi karşıtı olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden AKP`nin kurucu olduğu bu rejimi hedefe koymayı kendimize görev biliyoruz.
"Yeşil sermaye" denilen ve daha çok MÜSİAD içinde yer alan sermaye grupları Türkiye`de uzun süredir var. Bu gruplar, AKP hükümetleri döneminde büyük ihaleler alarak, yüksek kâr ve hızlı büyüme oranları yakaladı. Geçmişte TÜSİAD`ın kontrolünde olan kritik sanayi sek-törlerinde yer almayan bu gruplar, ağırlıklı olarak ticaret sektörün-deydi. Artık MÜSİAD ve onun ötesinde "yandaş sermaye", TÜSİAD ile boy ölçüşebilecek ölçeğe ulaştı ve sanayi sektöründe de ağırlığını artırmaya başladı. Zaman zaman TÜSİAD ile gerilim yaşasa da, bu gerilimlerin altında yatanın bir paylaşım sorunu olduğu açıkça gö-rülmektedir. Bu kesimlerin emekçi düşmanlığı konusunda birbiriyle yarıştığı gayet iyi bilinmektedir. Bu nedenle, ne kadar sorun yaşarlarsa yaşasınlar, eninde sonunda pazarlık masasında anlaşırlar. İhaleleri paylaşır ve emekçilere ait değerlerin yağmalanması için ortak hareket ederler.
Bu nedenle, AKP`nin bütün emekçi düşmanı adımlarında onu destek-leyen TÜSİAD`ın, aydınlanmacı ve laiklikten yana bir tavrı asla olamaz. Türkiye`de "yeşil sermaye", egemen sınıfın ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla solun gündemine "yeşil sermaye"ye karşı TÜSİAD gibi Türkiye`nin geleneksel büyük sermayesinin desteklenmesini getirmek kesinlikle büyük bir yanlıştır.
AKP iktidarının ilk yıllarında destekçilerinin dilinden düşmeyen şey, AKP hükümetinin asker vesayetine karşı sivilleşmeyi savunduğu idi. Türkiye`nin geçmişi, halk düşmanlığı konusunda askerlerle sivillerin çok farkı olmadığını gösterir. Örneğin, Süleyman Demirel ve Turgut Özal da en az Kenan Evren kadar emekçilere düşmandır.
Soruyu kim daha demokrat diye sorduğumuzda da benzer bir sonuca ulaşılır. Sivillerin hep demokrasiyi temsil ettikleri, askerlerin ise hep demokrasi karşıtı oldukları liberalizmin kocaman bir yalanıdır. TKH, Türkiye`de siyasete asker-sivil karşıtlığı üzerinden bakmanın yanlış olduğunu düşünmektedir.
Hepsi ABD`ci, AB`ci, neo-liberal, özelleştirmeci ve emek karşıtı olan iktidarların siyasal ya da bürokratik unsurları arasındaki bir gerilimde, komünistler bu unsurlardan birini desteklemezler. Unutmamak gerekir ki, "asker vesayeti" kavramı, mevcut gerçekliğin ötesinde zorlanarak insanları AKP`nin yanına itmek veya AKP`ye razı etmek için kullanılmıştır. Bu bir oyundur ve "askeri vesayet olacağına AKP olsun" denilerek bu oyuna gelenler olmuştur. Yine unutmamak gerekir W, her durumda ve her zaman "ehven-i şer", "kötünün iyisi" tercihi yapan bir toplum, sonunda "kötülerin en kötüsü"ne katlanmak zorunda kalır.
TKH demokrasiye sınıf temelinde bakmaktadır. Emek düşmanlığı azgın boyutlara varan siyasal güçleri, salt sivil oldukları için başkalarından daha demokrat saymak siyaseten ciddi bir hatadır ve bedeli büyüktür. TKH, devlet kademelerini baştan aşağı dinci kadrolarla dolduran "sivil" iktidarların, bu kadrolarıyla nasıl bir "demokrasi" inşa edeceklerinin farkındadır. "Sivil" adı verilen siyasetin toplumu adım adım nasıl dincileştirdiği görülmüştür.
Biz geçmişte olduğu gibi bugün de, düzen içi gerilimlere emekçi sınıf-ların çıkarları açısından ve bağımsız bir siyasal kimlikle yaklaşılmadan faşist askeri darbelerle hesaplaşmanın, onlara karşı mücadele etmenin olanaksız olduğu gerçeğinden hareket ediyoruz.
Türkiye`de dinsel inançları sömürenlerin bu denli güçlenmiş olmasının ardında, Türk Silahlı Kuvvetleri bulunuyor.
Soğuk savaş yıllarında sosyalist sisteme karşı mücadele eden NA-TO`nun en önemli bileşenlerinden birisi olan TSK, Sovyetler Birliği çevresinde bir dinci yeşil kuşak yaratılması projesinde birinci dere-ceden rol aldı. Bu çerçevede birçok dinci örgüt, ABD ve Almanya tara-lından finanse edildi. Bu örgütlerin bazıları, TSK ve MİT tarafından sola karşı yedek bir güç olarak kullanıldı.
Sola ve işçi sınıfına karşı gerçekleştirilen 12 Eylül darbesinin ardından, cuntacı generaller, "Türk-İslam Sentezi"ni destekledi. Gülen cemaati, darbe sonrasında palazlandı. Tarikatlar ve cemaatler sayısız okul ve yurt açtı, taşra üniversitelerini ele geçirdi ve Türkiye`nin dört bir köşesinde örgütlendi. Hizbullah türü örgütlerin Türkiye`de güç kazanmasının ardında da TSK vardı. "Terörle mücadele" adına, özellikle Kürt illerinde, dinci gerici terör örgütleri desteklenmişti.
AKP`nin yükselişi sonrasında TSK içinde direnç göstermeye kalkan unsurlar da TSK üst yönetiminin aktif desteğiyle tasfiye edildi. Bu haliyle TSK da, "yeni" Türkiye`nin silahlı kuvvetleri haline gelmiş bulunmaktadır.
Her şeyiyle NATO ve ABD yanlısı olan bir kurumdan dinci gericiliğe karşı mücadele etmesi beklenemez.
Orduyu doğru değerlendirmek, bugün Türk Silahlı Kuvvetleri`nin kurumsallığını doğru şekilde değerlendirmekle mümkündür. TSK içerisinde ilerici, aydınlanmacı, yurtsever subayların bulunuyor olması orduyu bütün olarak ilerici yapmamaktadır. Böylesi unsurlar barındırsa da, ordu, son kertede mevcut düzenin korunması ve devamının garantiye alınması fonksiyonunu yerine getirmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalizme bağımlılık süreci iyice hızlanan Türkiye bir yandan ABD ile olan ilişkisini derinleştirirken, bir yandan da NATO üyesi olmuştu. Yani, TSK emperyalizmin silahlı gücünün gönüllü bir üyesi olmuştur. Bugün de ordu açısından değişen bir durum bulunmamaktadır. TSK, NATO`cu, ABD`ci, AB`ci ve İkinci Cumhuriyet süreciyle uyumlu durumunu korumaya devam etmektedir.
TKH enternasyonalist bir işçi sınıfı partisidir. Şu anda Türkiye`de de olduğu gibi kapitalist sistemin olduğu sınıflı toplumlarda ulusalcılık, bütün ulusun ortak çıkarları olduğunu savunur. Oysaki böyle bir ortak çıkar bulunmadığı aşikârdır.
Gerçekte bu ideoloji mülk sahibi sınıfların egemenliğini örtmeye yarar. İşçi sınıfının gündelik ve tarihsel çıkarlarının görülmez hale geti-rilmesinin yollarından biri de sermaye sınıfı tarafından ulusalcılığın propaganda edilmesi ve işçilerin sınıf kimliklerini kaybolmasının sağlanmasıdır.
TKH sınıf partisi olduğu için milliyetçiliğin karşısındadır. Enternas-yonalizm, bütün ülkelerin emekçilerinin ortak çıkarlarını savunmak anlamına gelir. Milliyetçilik ise sınıf işbirliğine dayanır. Örneğin bu düşünce, yeri geldiğinde gericiliğe karşı çıkmayı emperyalizm işbir-likçiliği ile eşitlerken, yeri geldiğinde ise sözde ulusal çıkarlar adına patronların sömürüsünün artmasını savunabilmektedir.
Dolayısıyla, komünistlerin görevi işçi sınıfının kendi içerisinde bö-lünmesini de tetikleyen milliyetçi ideolojiye karşı çıkmak, işçi sınıfının birliğini sağlayacak yurtseverlik düşüncesinin yaygınlaşmasını sağlamaktır. Yurtseverlik, sınıf işbirlikçiliğini dışarıda bırakan, aynı zamanda işçi sınıfının sömürüye karşı birlikte mücadele etmesini sağlayacak bir ideolojidir.
Ordunun profesyonelleşmesi TSK`yı her şeyiyle bir Amerikan şirketi haline getirecektir. Bu süreç aslında kademe kademe başlamıştır. TSK` da iki tür asker bulunmaktadır; mesleği askerlik olan kişiler ve zorunlu bir görev olarak geçici süreyle askerlik yapan sivil haktan kişiler.
Orduyu herhangi bir siyasi mücadelede halkın yanında konumlandı-rabilecek olan en önemli özellik bu ikinci kesimin ordunun içinde aktif olarak yer almasıdır. Çünkü geçici askerler silahlı emekçilerdir. Profesyonel ordu bu ihtimali tamamen ortadan kaldıracak ya da çok küçültecektir.
Tamamı profesyonelleşen bir ordu her şeyiyle kapitalist-emperyalist sistemin, dışarıda ABD`nin ve içeride de patronların silahı haline gelecektir.
Uluslar tarihin belli bir döneminde doğmuştur. Bizim topraklarımızda Türklerin 19. yüzyılda şekillenen uluslaşma sürecinde diğer halklar asimilasyona maruz kalmışlardır. Bunlar arasında sayıca ve tarihsel arka plan anlamında en gelişkin kesimi oluşturan, varlıkları uzun süre yadsınmış, kimlik kazanma girişimleri şiddetle bastırılmış, dillerini kullanmaları engellenmiş olan Kürtler bugün gecikmiş bir uluslaşma yaşamaktadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti`ni halklarımızın birlikte kurdukları doğrudur. Ancak kuruluş sonrasında Kürtlere tabi olmak düşmüştür. Bu sorunun neden bir olgunlaşma süreci çerçevesinde barışçıl bir çözüme ilerlemediği, baskının neden devam ettiği ve Kürt siyasetinin neden Türkiye toplumundan ayrışmaya yöneldiği uzun bir tartışmanın ko-nusudur. Ancak bilmemiz gereken, bir ulusal sorunun içinde yer aldığı toplumsal yapıdan soyutlanarak ele alınmasının mümkün olmadığıdır. Kürtlerin ulusal ezilmeleri de Türkiye kapitalizmi içinde şekillenmiştir. Kürt sorunu yalnızca bir ulusal sorun değil, aynı zamanda kapitalizmin sorunlarıyla iç içe geçmiş sınıfsal bir sorundur.
TKH bugün Ortadoğu`da emekçi halkların birbirlerine düşmanlaştık-ları koşulların ortadan kaldırılması gerektiğine inanmaktadır. Halkların özgürce ve kardeşçe yaşaması mümkündür. Tersinden bunun mümkün olmamasına sebep olan, ulusal sürtüşme ve çatışmaların yükselmesinin kaynağı, hep beraber bir sömürü düzeninin içinde yaşıyor olmamızdır. Kapitalizm ve emperyalizm halkların farklılıkla-rını istismar ederek varlıklarını sürdürmektedirler. TKH, bu anlamda bölücü olanın egemen güçler olduğunun altını çizmektedir. TKH sos-yalist devrim için mücadele ediyor. Sosyalist devrime giden yolu bütün halkların emekçilerinin el ele örmesini sağlamalıyız. Halklar arasında gerçek bir adalet ve eşitliğin de sosyalizmde kurulacağına gü-venmeliyiz.
Emperyalistler dünyayı bir oyun tahtası olarak görmekte ve çıkarları neyi gerektiriyorsa ona uygun bir şekilde kendilerince taraflar belir-lemektedir. Emperyalizmin bu tutumundan yalnızca Kürt halkı değil, Türkler de mağdurdur.
TKH, siyasi ve eşit yurttaşlık hakları elinden alınmış Kürt emekçileri-nin taleplerinin "emperyalist kışkırtma" sonucu ortaya çıktığını dü-şünmüyor. Ancak günümüzde Türkiyeli Kürtler`in ve hatta bölgede yaşayan Kürtler`in siyasi temsilcileri ile emperyalist odaklar arasında karşıtlık ilişkisi olmadığını dile getirmek gerekiyor. Gerek geç ulus-laşma süreci ve bu uluslaşmanın burjuva devrimi ile sonlanmaması ve devlet karakterini kazanamaması gerekse günümüzde artık Sovyetler Birliği`nin bulunmaması; Kürt ulusal hareketlerinin de çizgisini belirlemektedir. Dolayısıyla ulusal kurtuluşçu ya da bağımsızlıkçı (ve doğal olarak anti-emperyalist) bir karakterle ortaya çıkan Kürt ulusal hareketleri bugün artık emperyalizmin belirleniminin yüksek düzeyde olduğu bir coğrafyada anti-emperyalist olmayan bir devletleşme süreci içerisindedir.
Sonuçta Kürt halkının içinde de farklı sınıflar ve bu sınıfların temsilci-leri bulunmaktadır. Patron, siyasetçi ve aşiret reisi olup, Kürt emekçi-lerini temsil etmesi mümkün olmayan kesimlerin emperyalistlerle işbirliği içerisinde olduğu doğrudur. Örneğin, Kuzey Irak`ta Barzani, ülkemizdeki Kürt patronları ve işbirlikçi Kürt siyasetçileri tam da bu şekilde görülmelidir.
TKH, emperyalist barbarlığın tüm uluslar içerisinde kendisine işbir-likçiler ve kışkırtabileceği unsurlar bulabileceğini bilmektedir. Bunun önüne geçilmesi için ihtiyaç olan şey, emekçilerin birliği ve halkların kardeşliğidir.
Geçtiğimiz yüzyılda ulusal kurtuluş mücadeleleri ve devletleşme ör-nekleri üzerinde sosyalist sistemin büyük bir ağırlığı vardı. Dolayısıyla bağımsızlık mücadeleleri bazen sosyalist bir iktidarın kurulması, bazen sosyalist sisteme dost yapıların ve nadiren de emperyalist sistemin parçası olan devletlerin oluşması ile sonuçlanıyordu.
Günümüzde bu durum değişmiştir. Daha doğrusu emperyalist sistem ulusal kurtuluş mücadelelerinin bütününü belirler hale gelmiştir. Ülkemizi de kapsayacak şekilde Irak, Suriye ve İran`da kendini var eden Kürt ulusal hareketleri açısından gelinen nokta, verili ulusal pozisyonun devletleşme pratiğine taşınması şeklinde görülmelidir.
Bunlarla birlikte, Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalistler tarafından belirlenen Suriye ve Irak gibi ülkelerin sınırları; 2003 yılında Irak`ın ABD tarafından işgal edilmesi ve sonraki yıllarda yine emperyalist güçler tarafından Suriye`deki meşru iktidara karşı kışkır-tılan cihatçı çetelerin çıkardıkları iç savaş ile birlikte artık ortadan kalkmaya başlamıştır. Süreci 1990`h yıllarda Balkan ülkelerinde ve örneğin Yugoslavya`da yaşanan parçalanmaya benzetmek de mümkün görünmektedir. Bu ülkeler açısından geriye dönüşsüz bir yola girildiği de artık tespit edilmelidir. Bölge halklarının yaşadığı ve belki önümüzdeki yıllarda da yoğun bir şekilde yaşamaya devam edeceği istikrarsızlık ve iç savaş dönemine girilmiştir.
Tescilli ABD`ci Kürt aşiret reisi Mesut Barzani`nin Irak`ta bir Kürt devleti kurmak istediği ve bu iktidarın kendini sömürü düzeni ve emperyalizme bağlılık üzerinden kuracağı açıktır. Ortadoğu petrolleri üzerine çöreklenmiş işbirlikçi bir Kürt devlet pratiği sadece ABD açısından değil, bütün emperyalist merkezler açısından bir tercih sebebi olarak görülecektir. Böylesi bir iktidarın Kürt emekçileri için kurtuluş olmayacağı ise çok nettir.
Bunun yanında Suriye`deki bölgesel iktidar boşluğundan faydalanılarak, Kuzey Suriye`nin Rojava bölgesinde yerel bir Kürt iktidarı da şekillenmiştir. Bu iktidarın geleceğini ise gericiliğe karşı duruşu ile birlikte, devletleşme pratiğini anti-emperyalist hatta taşıyıp taşıya-mayacağı belirleyecektir. Rojava`da yaşanan sürecin devrimci bir dönüşüme taşınmasının yolu da ancak bu şekilde olabilecektir.
Çözüm formüllerini Türkler ve Kürtler arasındaki ilişki üstünden tartışmak geçersizdir, sonuçsuzdur ve yanıltıcıdır. TKH, bir ulusun diğer bir ulustan üstün olmadığını her platformda savunur. Bu basit yaklaşımı hayata geçirdiğimizde eşitliğin ve adaletin formülünü bulmak zor olmayacaktır.
Bugün çözüm süreci olarak adlandırılan süreç, Ortadoğu`da ABD`nin yürüttüğü planlardan, AKP Türkiye`sine bu çerçevede düşen rolden ve bölgedeki diğer dinamiklerden ayrı ele alınamaz. Bu bütünlüğe baktığımızda, TKH devam etmekte olan süreçten Kürt sorununa çözüm çıkabileceğine inanmamaktadır. Ortada, Ortadoğu bölgesinde Kürt faktörünün Amerikan planlarına uyumlu hale getirilmesi için bir tasarım vardır. Paralel bir tasarım Kürtlerin AKP`nin İkinci Cumhuriyet rejimiyle uyumlu bir faktör haline gelmelerini öngörmektedir.
TKH halklar arasındaki ilişkinin din kardeşliğine göndermeyle tanım-lanmasını gericilik ve Sünni olmayanlara karşı ayrımcılık olarak gör-mektedir.
TKH, herkesi devletler arasında mevcut sınırların bugün yalnızca emperyalistlerin inisiyatifiyle değiştirilebildiğini görmeye ve halkları emperyalizmin tuzağına düşmemeye çağırmaktadır.
TKH, Türk, Kürt ve diğer halklarımızdan emekçilerin birlikte örgüt-lenmesinden yanadır. Politik, ekonomik, sosyal sınıf örgütlerinin etnik/ulusal kökenlere ve başka kimliklere göre tasnif edilmeleri emekçileri bölmek ve güçsüz kılmak demektir.
Ülkemizde AKP iktidarı döneminde siyasetin konusu haline gelen "Kürt sorununa çözüm" başlığı sermaye sınıfının ve emperyalistlerin çıkarları ile doğrudan ilişkilidir. Gerici AKP iktidarı tarafından; çatışma süreçleri ile birlikte Türk ve Kürt emekçilerin birbirine düşman-laştırıldığı, müzakere süreçleri ile birlikte emekçilerin teslim alınmaya çalışıldığı bir ikilem oluşturulmaktadır. Hangi etnik kökenden olursa olsun ülkemiz emekçileri böyle bir ikileme mahkum edilemez.
TKH, kısaca "ölümü gösterip sıtmaya razı etmek" diye tanımlanabilecek çözümsüzlük çemberinin kırılarak, gerçek eşitlikçi ve özgürlükçü bir çözüm için adım atılmasının hayati olduğunu düşünmektedir.
Demokratik özerklik Kürt siyasetçilerince bir özgürleşme ve demok-ratikleşme projesi olarak ortaya atıldı. Bu proje, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi olarak yorumlanabildi. Kimileri ise, projenin içini farklı devlet çatıları altında kalan Kürt bölgelerinin giderek entegre olmalarıyla dolduruyor.
TKH halkların yakınlaşmalarından ve birlikteliğinden yanadır. Ancak bir arada yaşayan toplumların nasıl ekonomik sistemlere sahip ol-duklarını, siyasal rejimlerini, emperyalizme olan bağlarını görmezden gelmeyi reddetmektedir.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi aslında sermayenin makyajıdır. Bu sayede uluslararası sermaye vergi sistemlerini, ulusal hukukları, emek örgütlerini vb. devre dışı bırakarak yerel sermayeyle bütünleşmeyi hedeflemektedir. Maksat piyasa ilişkilerinin her yere egemen olması, her şeyin metalaşmasıdır.
Yapılan şey sömürünün şık giysiler içinde önümüze sürülmesidir. Özgürlük, eşitlik, adalet mi istiyoruz? Emperyalizmle, kapitalizmle mücadele etmeden kazanılamıyor. TKH, bu düşünceyi her koşulda dile getirmektedir.
Demokratik özerklik fikrinin yetkili yerel yönetimler veya eyaletler biçiminde bütün ülkeye yayılması ayrıca olumsuz sonuçlar doğura-caktır. Halklar arasında kaynaklar ve gelirler üstünden ayrılıkların çıkması, mesafelerin açılması kaçınılmazdır. Şovenizm, bölgecilik ve yıkıcı bir rekabet yükselecek; egemen güçler ellerini ovuşturacak. Plan budur.
Komünistler, sosyalizmi dağların ardına ötelemezler.
Kürt sorununda yapılması gereken bir sol seçeneği, yani emekçi seçe-neğini güçlendirmektir. Halkların kardeşliğini afaki bir slogan olmaktan çıkartmak için birliğimizi emperyalizme, gericiliğe ve sömürücülere karşı tanımlamak gerekmektedir. Bunlarla bir yandan pazarlık yaparken, öbür taraftan kardeşlikten söz etmek ise, ne yazık ki samimi olamamaktadır.
Emperyalizme, gericiliğe ve sömürücülere karşı ortak mücadele için, AKP`nin yeni anayasa projesine karşı çıkmak, Suriye`de ve Irak`ta emperyalizme ve gericiliğe karşı bir tutumdan ödün vermemek, halk-ların kardeşliğinin yolunun emekçilerin birliğinden geçtiğini ortaya koymak olmazsa olmazdır. 0 yüzden bugün Türkiye`de Türk ve Kürt emekçilerinin sosyalist bir cumhuriyette birliğini savunmak, emekçi sınıfların çıkarı için en net ve somut program olarak görülmelidir.
TKH, yaşayan bütün dil ve kültürlerin zenginliklerini koruyarak öz-gürce devamlılığından yanadır. Bir dilin sadece günlük yaşamda kul-lanılıyor olması, o dilin varlığının kendiliğinden güvence altına alın-ması anlamına gelmemektedir. Günlük hayatta kullanılan bir dil, o halkın aynı zamanda eğitim dili olmalıdır.
Ülkemizde çok sayıda dil konuşulmaktadır. Türkçe`den sonraki en yaygın dil olan Kürtçe başta olmak üzere bu dillerin her birinin yaşa-tılması, zenginleştirilmesi, eğitim ve kültür dili olarak gelişmeleri devletin güvencesi altına alınmalıdır. Eğitim çağına gelen çocukların ailelerinde öğrendikleri dille eğitimlerini sürdürmeleri temel bir hak olarak güvence altına alınmalıdır. Vatandaşların, ülkemizin farklı dillerini öğrenmeleri teşvik edilmeli, kolaylaştırılmalıdır. Türkçe dı-şında bir anadili olan vatandaşların toplumun temel ve ortak iletişim dili olan Türkçeyi öğrenmesi temin edilirken, her vatandaşın ülkemizin diğer bir dilini öğrenmesi orta öğretimin parçası haline getirilmelidir. Devlet üniversitelerinde bütün dillerimizi ve halkların kültür ve tarihlerini konu alan bölümler, enstitüler açılmalıdır.
Ülkemizde batı dilleri eğitim, kültür ve iletişim dili olarak teşvik edi-lirken, halklarımızın anadillerinin üstünün örtülmesi utancından kurtulmak elzemdir.
Türkçe, devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır. Yerel yönetimler dâhil olmak üzere, bölgesel düzeyde ikincil dillerin kullanımının önü açık olmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, nerede, hangi görevde, hangi ko-numda olursa olsun, Türkçe dışında bir dille kendilerini daha rahat ifade edeceklerini beyan etmeleri durumunda söz konusu dili özgürce kullanabilmelidirler. İlgili kurum çeviri hizmetini temin etmekle yü-kümlü olmalıdır.
Kürt sorununda bugün acil olarak atılması gereken adımları birkaç başlıkta toparlamak mümkün görünüyor.
Çatışmak ortam ne Kürtler açısından, ne de Türkler açısından bir fayda sağlamaktadır. Dolayısıyla silahların susması gerekmektedir. Ancak bu durum, Kürt sorununun çözümü için yeterli değildir. Daha doğrusu geçtiğimiz yıllar içerisinde zaman zaman silahların sustuğu dönemler yaşanmış ancak gerek Kürt tarafının eylemleri gerekse operasyonların yeniden başlaması ile birlikte suskunluk bozulmuştur.
İşte tam da bu yüzden silahların susması artık yeterli değildir. Kürt sorununda bugün süreci doğru tarif edebilecek ve gerçekçi bir çözüm yolunu örebilecek tek güç sosyalistler ve devrimcilerdir. Bu seçeneğin olmadığı koşullarda Türk ve Kürt sermayedarlar, emperyalistler Kürt sorununa dair çözüm olanağı taşımayan adımlar atmaktadırlar.
Dolayısıyla bugün acil olarak Türk ve Kürt devrimcileri devreye gir-meli, Kürtlerin eşit yurttaşlık zemininde eşit kurucu unsur olacakları sosyalist Türkiye`nin temellerini atmalıdırlar. Bunun için;
Emperyalizmin Kürt sorunu üzerindeki her türlü yönlendirme hamlesi devre dışı bırakılmalıdır.
AKP`nin Kürt açılımı reddedilmelidir. Emekçilerin birliğinin sağlanması esas alınmalı, çözümün buradan geleceği görülmelidir. Türkiye kapitalizmine karşı Kürt emekçilerinin sınıfsal talepleri çok daha güçlü bir şekilde ortaya konmalı ve buradan mücadele hattı örülmelidir.
Kürtler içerisinde örgütlenmeye çalışan her türden dini cemaate karşı durulmalı, bunların mevzi kazanmasının önüne geçilmelidir.
Türklerin ve Kürtlerin arasını açan, bozguncu, intikamcı her türlü düşünce ve eylem ile mücadele edilmelidir.
Devrimciler ve emekçiler tarafından bu adımların atıldığı bir ortamda, kardeşçe ve eşitlikçi bir düzene doğru yol almak kolaylaşacaktır.
Ülkemizde gelecekte bir iç savaş ihtimali vardır. Daha doğrusu Türki-ye`de yaşanacak bir iç savaş süreci, ülkenin bölünmesini de berabe-rinde getirecektir. Komünistler, Türkiye`nin bölünmesine karşı çık-makta ve ülkenin sınırlarının değişmezliğini savunmaktadır. Bugün emperyalistlerin bölgesel stratejileri göz önüne alındığında, bölünmüş, ufalanmış ve yönetilmesi daha kolay işbirlikçi birimler esas unsur olarak görülmektedir. Ülkemiz için dayatılan model de budur.
Sermayedarların yönetimde olduğu, piyasa egemenliğinin sürdüğü, emekçilerin ve yoksulların haklarının birer birer ellerinden alındığı ülke modeli emperyalistler açısından bulunmaz nimettir.
Komünistler ülkenin bu gidişatını tersine çevirmeye çalışmaktadırlar. Türkler ve Kürtler arasında pompalanan çatışmak ortam, yerel kavgalar, intikamcı duygular ülkemizdeki emekçilerin iktidara gelmesine darbe vurmaktadır.
Emekçi kardeşlerimiz öfkelerini patronlara, sermaye sınıfına ve tüc-carlara yönelteceklerine, karşılarında düşman olarak yine emekçileri görmektedirler. Bu durum tehlike arz etmektedir. Her iki tarafta yük-selen milliyetçilik ile mücadele etmek de güncel olarak zorunludur.
Türk ve Kürt patronları kol kola girmişken, bunların karşısına emek-çilerin cephesini oluşturmak ve hesap sormak esas hedefimizdir. Düşmanlaşmaya ancak bu şekilde son verilebilecektir.
Komünistler eşitlikçidir. Dillerin ve kültürlerin özgürce geliştirilme-sinin dokunulmaz haklar olduğunu herkes için savunuruz; farklılıkların halkımızı bölmemesi için mücadele ortaklığını öneririz.
Türkiye`nin Osmanlı ve Cumhuriyet geçmişlerinde Ermenilerin kitle halinde öldürülmesine; Rumların, Süryanilerin göçüne sahne olduğu biliniyor. Bunların hiçbirinin üstü örtülmeye kalkışılmamalıdır. Ancak bu acıların tarafları etnik veya ulusal kimlikler olarak tanımlanarak; ne özür dilemekle, ne yüzleşmekle halkların arasındaki mesafeyi kapatmak mümkün olamaz. Üstelik insanların birbirlerine sadece milli duyguları nedeniyle acı çektirdiği düşüncesi, tarihsel bir yanılgı, daha doğrusu saptırmadır. Halkların acılarından kâr edenler vardır! Açığa çıkarılması gereken budur. Halkları birleştirecek, yaraları saracak olan şey emperyalizme, sömürücülere, gericiliğe karşı mücadeledir. Yoksa halklar emperyalistlerin elinde oyuncak olmaktadır.
Bahsi geçen olaylar; emperyalist paylaşım savaşıyla, Türkiye`deki uluslaşmanın genç ve yağmacı bir sermaye sınıfının önderliğinde yürütülüyor olmasıyla ve başka bir dizi faktörle bağlantılıdır.
Soykırım kavramı üstüne yapılan tartışmaların da sağlıklı bir zeminde sürdürülmesi aşağı yukarı olanaksızdır. Bu kavram, Türkiye ile başka devletler arasındaki çekişmelerin enstrümanı haline gelmiş, tarihsel ve bilimsel içeriğinden, halklarımızla ilgili kültürel ve siyasi anlamından uzaklaşmıştır.
Tehcir politikası sonucunda Ermeniler büyük bir katliama ve zorunlu göçe maruz bırakılmıştır. Bütün insanlığa ders olması gereken büyük bir yıkım yaşanmıştır. Ancak sistemli ve esasında İkinci Dünya Sava-şı`ndan sonra yeniden tanımlanan haliyle bir soykırımdan söz edilmesi mümkün görünmemektedir. Dağılan bir devletin, emperyalist paylaşımın konusu haline gelmiş toprakları üzerinde büyük ve geri dönüşsüz bir felaket yaşanmıştır. Ancak faturası Osmanlı`nın devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti`ne değil, emperyalist ülkelere kesilmelidir. Devamında Anadolu`nun işgali ve bölge bölge paylaşılmış olması da bu büyük felaketin asıl sorumlularını açıkça göstermiştir.
Bugün de Ermeni sorunu, halkların kardeşliğini tesis etmekten ziyade, emperyalist politikaların bir aracı olarak gündemde tutulmakta; ABD`de, Fransa`da soykırım iddiaları Türkiye`ye dönük bir tehdit olarak kullanılmaktadır. Türkiye`deki gerici iktidarlar da milliyetçi duygulara oynayarak, bu konu üzerinden emperyalizm işbirlikçisi yönelimlerini örtmeye çalışmaktadırlar.
TKH emperyalist manipülasyonlara hapsolan tartışmalardan uzak durmakta, halkların acılarını paylaşmakta, çarenin ortak mücadeleden geçtiğini savunmaktadır.
Komünistlerin içinde yaşadıkları ülkelerin bayrakları ile sorunları yoktur ve olmamalıdır.
Söz konusu olan Türk bayrağı olduğunda, bu bayrağın emperyalizme ve işgalci güçlere karşı yürütülmüş bir kurtuluş savaşı sırasında şekil-lendiği hatırlanmalıdır. Anti- emperyalist mücadeleyi simgeleyen bir bayrağın yurtseverlerin, devrimcilerin ve komünistlerin elinde eğreti durmayacağı açıktır. Bunun en doğru ve güzel örneği milyonlarca insanın gerici, faşist AKP iktidarına karşı sokaklara döküldüğü 2013 Haziranı`ndaki Gezi direnişi boyunca görülmüştür.
Ancak Türkiye`de doğal olmayan şeyler yaşanmış ve yaşanmaktadır. Türkiye, kendisinin parçası ve asli unsuru olan Kürt halkının inkâr edildiği ve yok sayıldığı bir ülke haline gelmiştir. Bu inkâr politikala-rının en önemli araçlarından birisi, ne yazık ki "bayrak" olmuştur. ABD beslemesi ırkçıların Türk-Kürt düşmanlığı yaratırken bayrağa sımsıkı sarılmaları, onların zavallılığıysa bizim de utancımızdır.
Türk bayrağını yırtan ya da yakanlarla, başka halklara zulmederken eline bayrağı alarak poz verenler, bu ülkeyi büyük bir yıkıma doğru götürenlerdir. 12 Eylül faşizmi sırasında ABD`den emir alan generaller, bayrağı bir işkence aracı olarak kullanacak kadar pervasızlaşmış-lardır. Haftalar boyu gece gündüz İstiklal Marşı dinletilen siyasi tutuklular ucuna bayrak takılmış sopalarla dövülmüştür. Bu uygulamaların geride kaldığı da söylenemez.
Devamı da var... Yeri geldiğinde çetecilerin, uyuşturucu kaçakçılarının, çek-senet tahsil eden mafya özentilerinin cenazeleri Türk bayrağına sarılmakta, cezaevlerinden tahliye edilen katiller bayraklar eşliğinde "ulusal kahraman" ilan edilmektedir.
Bu ülkede "bayrak" suç işleyenlerin, işbirlikçilerin, ABD uşaklarının kendilerini aklama vesilesi durumuna getirilmiştir. Türk bayrağı, emperyalistlerin terör örgütü NATO bayrağının yanına dikilmiştir. Türk bayrağı, emperyalist Avrupa Birliği`nin binasının önünde dalga-lanmaktadır. Suçlarından, vatan hainliklerinden utananlar, bayrağın arkasına saklanmaktadır. Bizim mücadelemiz, faşistleri, ırkçıları, çetecileri, ABD uşaklarını bu bayrağı taşıyamaz hale getirmeye dönüktür.
Kurtuluş Savaşı ve Kuvayi Milliye hareketi, 1919-23 şartlarında, ül-kemizin emperyalist işgalden kurtulmasını ve toplumsal olarak çok önemli ileri adımlar atılmasını sağlamıştır. Ancak, bu kazanımların çok büyük bir kısmı kaybedilmiş bulunmaktadır. Bu kaybın en önemli nedenlerinden birisi, bu hareketin sınıfsal karakteridir.
Türkiye`nin kuruluşunu sağlayan Kurtuluş Savaşı sonrası, kapitalist bir yol seçilmiştir. Ülkenin kurucu kadroları, yeni bir sermaye sınıfı yaratma amacı taşımışlardır. Kurtuluş Savaşı ve Kuvayi Milliye hareketi ülkenin kuruluşundan sonra, girdiği kapitalist yolda anlamını yitirmiştir. Oluşan yönetici sınıf ve devlet bürokrasisi, bağımsızlığı terk etmiş emperyalizmle işbirliğini seçmiştir. Kuvayi Milliye hareke-tinin kurduğu anlamda cumhuriyet, bugün sona ermiştir. Cumhuriyet ve onunla birlikte elde edilen tüm kazanımlara, bugün sadece işçi sınıfı ve emekçiler sahip çıkabilir. Bundan sonra, ülkemizde adının hakkını verebilecek bir cumhuriyet sadece sosyalist bir cumhuriyet olabilir. Sosyalist bir cumhuriyet için ise, sadece emekçiler mücadele edebilir.
Ülkemizi içine düştüğü karanlık ve teslimiyetçi durumdan kurtarmak için gereken hareket bu yüzden sadece işçi sınıfının başını çektiği emekçi halkın hareketidir. Bunun dışındaki hiçbir kesimden özellikle bazı patronlardan ve üst düzey askerlerden toplumsal bir katkı bek-lemek yanlıştır. Çünkü bugün ülkemizde çıkarları emperyalizmden ayrı olan hiçbir patron ve üst düzey asker kesimi bulunmamaktadır ve bilimsel olarak da bulunması mümkün değildir.
AKP; ülkemizi toplumsal hayatın dini referanslarla yönetilmeye baş-landığı, yargı kurumlarının yürütmenin emrine girdiği, laikliğin ortadan kaldırıldığı bir hale getirmek için çalışıyor. Ülkemizde herşey para ile ölçülür hale gelmiştir. Devletin vatandaşa karşı herhangi bir yükümlülüğü yoktur. Ne sağlık, ne eğitim, ne yaşlılık, ne çalışma hak-kı...
Geçmişte bütün bunların dört dörtlük olduğunu iddia etmek mümkün değil. Ama AKP bu saydıklarımızın normal kabul edilmesini dayat-maktadır.
Dinle yönetilen bir Türkiye`de kadınlar göz önünde olmamalıdır. Gençler geleceklerini kurmayı değil, kaderlerine boyun eğmeyi öğ-renmelidir. İşçilerin hakkından bahsetmek gereksizdir. Zaten patron-ların işçi haklarına uygun davrandığı iddia edilmektedir.
Her türlü örgütlenme gereksiz, anlamsız ve hatta yasak ilan edilmeye çalışılmaktadır. AKP iktidarına karşı her çıkış, suç olarak gösterilmek-tedir. Varılmak istenen nokta ise çok açıktır. Emekçilerin örgütsüz olduğu ve kaderine razı hale geldiği bir ülke patronlar için cennettir.
AKP Türkiye`si emperyalizme hizmet yarışındadır. AKP Türkiye`yi Ortadoğu`da, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin koçbaşı haline getirmiştir.
Türkiye emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre dönüştürü-lüyor ve yeni bir düzen kurulmak isteniyor.
Bu düzeni tanımlayacak üç kelime vardır: Sömürü, işbirlikçilik ve gericilik.
AKP`nin de yapmak istediği tamı tamına budur.
Anayasalar devletlerin temel yapılarını, örgütlenişlerini ve işleyiş kurallarını gösteren metinler olarak tanımlanır. Ayrıca, bir devletin anayasasının, vatandaşlarının temel haklarını ve özgürlüklerini koru-yan belgeler olduğu dile getirilir. Bu anlamı ile hukuki değil, siyasi belgelerdir.
Bu nedenle de, siyasal, ekonomik ve toplumsal yapıdan bağımsız değerlendirilmeleri mümkün değildir.
TKH Türkiye için sosyalist bir siyasal, ekonomik ve toplumsal düzen öngörmekte, bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti Anayasası`nın da sosyalist bir karakter taşımasını savunmaktadır. TKH`nin bu yaklaşımı ilkeseldir.
Şu sıralar gündemde olan anayasa tartışmalarına bakıldığında, yapı-lacak anayasanın "siviller" tarafından hazırlanması onu 1982 Anaya-sası`nın alternatifi haline getirmez. Keza, "siviller" tarafından hazırla-nacak anayasaya emekçilerin, aydınların dahil olabilmesi bir yana, onlara söz hakkı dahi verilmeyecektir.
Tasarlanan yeni anayasa ile egemenlik uluslararası ve uluslarüstü kuruluşlara verilecek, piyasacılık kutsanacak, devletin topluma yönelik sorumlulukları kağıt üzerinde dahi bırakılmayacaktır. Özgürlükçülük söylemi ile gericilik kurumsallaştırılacaktır. İkinci Cumhuriyet`in idari yapısı hayata geçirilecektir.
Kısacası, 12 Eylül Anayasası`nın devamı bir anayasa yazılacaktır. Ül-kemizin ise 12 Eylül Anayasası`nın devamına değil, eşitlikçi özgürlükçü bir anayasaya ihtiyacı bulunmaktadır.
Evet karşıyız.
Bu tartışma esas olarak Türkiye`nin idari yapısının değişmesi, adlı adınca İkinci Cumhuriyet rejiminin hukuki zemininin yaratılması, sistemin o zemine oturtulması tartışmasıdır. Bu tartışma havada asılı duran rejimin yerleştirilmesi sorununun bir parçası olarak görülme-lidir. Ülkemizde bu tartışma farklı zeminlerde sadece belli yönleri ele alınarak tartışılmakta ve dolayısıyla halkın kafası karışmaktadır.
Örnek vermemiz gerekirse; Amerikan tipi başkanlık sisteminin Tür-kiye`de karşılığının olup olmadığı, "Türk tipi demokrasi"nin böylesi bir şeyi ne kadar karşılayıp karşılayamayacağı, bazı kişiler olursa başkanlığa karşı olunup başka kişiler olursa o zaman tartışılabileceği, sermaye iktidarından ve Türkiye Cumhuriyeti`nin siyasal toplumsal yapısından bağımsız kalarak başkanlığın ele alınabileceği gibi başlıklar son tahlilde başkanlık tartışmasını ve dolayısıyla başkanlık rejimini meşrulaştırmaktadır.
Ülkemizde var olan kapitalist sistem ve temsilcileri, kendi içerisinde belli bir gelişkinliğe ulaşmıştır ve bununla birlikte kendisi için aslında büyük bir tehdit olan işçi sınıfının bu sistem içerisinde, sorun yarat-madan yaşaması için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Yeni anayasa ve başkanlık tartışmalarının tam da bununla alakalı şekilde ele alınması gerekir. Önümüzdeki dönemde piyasa faşizmi zayıflamayacağından, sermaye sınıfı gericiliğin arkasında durmaya devam edeceğinden ve emperyalizmin ülkemiz topraklarında daha fazla kök salmaya çalışa-cağından eminsek, başkanlığın da nereye oturduğunu daha rahat tanımlama şansımız vardır.
Başkanlık ile birlikte tartışılan bir diğer başlık da adem-i merkeziyet-çiliktir. İlk bakışta oldukça adaletçi ve özgürlükçü bir tartışma gibi görünse de yukarıda saydığımız başlıklarla birlikte ele alındığında, başkanlıkla birlikte yürüyecek adem-i merkeziyetçi bir ülke yapısı merkezi iktidarın baskı mekanizmasının zayıflaması anlamına da gelmeyecektir. Tersinden merkezi iktidar daha baskıcı, adaletsiz ve özgürlükleri kısıtlayıcı bir yan taşıyacaktır. Sermayenin kendisini daha rahat tahkim etmesi ve sömürünün derinleşmesi için en temel garantilerden biri de başkanlık sistemi olacaktır. Ek olarak, adem-i merkeziyetçilik halkın devlet yönetimine katılması değil, sermaye egemenliğinin daha güçlü tahsis edilmesi ve daha rahat dolaşmasından başka bir anlam taşımamaktadır.
Devletlerin siyasal sistemleri toplumsal ve ekonomik yapı ile uyum-ludur. Nihayetinde, bir devletin "tipi" hizmet ettiği sınıf ile belirlidir. Anayasalar da devlet iktidarını elinde bulunduranların bu iktidarı kullanım biçimini ve sınırlarını gösterir.
Bu nedenle, sosyalist bir yönetim biçiminin burjuva demokrasisinin mekanizmaları ile karşılaştırılması anlamsızdır.
Konu demokrasi olunca, böylesi bir tartışmanın başına yönetim me-kanizmalarını koymak gerekir. Kitleler devlet yönetimine ne kadar ve nasıl katılıyorlar sorusu yanıtlanmalıdır. Sosyalist Türkiye`de toplum-sal alanın tek bir noktasının dahi siyasetin dışında durmaması hedefi ile hareket edilecektir. Devlet, aşağıdan yukarıya tüm toplumsal dokuyu kapsayacak şekilde örgütlenecektir.
Bu ise esas olarak, toplumsal yapının toplumsal örgütlenmelerden ayrıştırılamaz bir noktaya taşınması ile gerçekleşecektir. Toplumsal örgütlenmeler yurttaşların tümünün devlet yönetimine katılımına olanak sağlayacaktır. Böylece sermaye sınıfının yaratmış olduğu "dev-letten bağımsız örgütlenme" büyüsü de bir kenara atılacak, kitlelerin doğrudan devlet yönetime katılmalarının önü açılacaktır.
Kısacası sosyalizmde siyaset "özerk" bir alan olarak görülmez. Tartışı-lan, toplumsal örgütlenmelerin devletten bağımsız olması değil (bu durumda devlet örgütlenmesi halka yabancılaşırdı), katılımın konusu ve niteliğinin sürekli olarak nasıl geliştirileceğidir.
Bu nedenlerden dolayı, burjuvazinin "kuvvetler ayrılığı"ilkesi sosyalist demokraside özel bir önem taşımamaktadır. Sosyalizmde birbirini kontrol eden, dengeleyen güçlerden değil, iç içe geçmiş dinamik bir bütünden bahsedebiliriz. Tüm "kuvvetler" halkın denetimi altındadır. Örneğin, işyeri örgütlenmeleri yargı mekanizması içerisine yerleşmiş-tir. Dolayısıyla halkın devlet yönetimine katılımı biçimsel olmayacaktır.
Sosyalistler hiç tartışmasız laiktir.
Bu bağlamda, sosyalistler, dinin patronlar tarafından, tıpkı geçmişte başka egemen sınıflar tarafından yapıldığı gibi, işçi sınıfı ve emekçi halk üzerinde sömürüyü meşrulaştıran, gizleyen ve sınıf mücadelele-rinin gerçek zeminini bozan bir şekilde kullanılmasına karşı mücadele ederler.
İnsanlar, hiç kuşkusuz inanç özgürlüğüne sahip olduğu gibi bir dine inanma ve bunun ritüellerini gerçekleştirme hakkına da sahiptir. Öte yandan, toplumsal ve siyasal yaşamın dini kurallar tarafından belir-lenmesi ve şekillendirilmesi doğru değildir. Bu hem o inanca mensup kişilerin hem de diğer inanç sahiplerinin ve inanmayanların haklarına bir müdahaleyi beraberinde getirmektedir. Dinin bu anlamda toplumda bir baskı aracı haline getirilmesine izin verilemez.
Elbette din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalıdır. Ancak bu yeterli değildir. Dinin, kişilerin inanç özgürlüğü alanında kalıp toplumsal ve siyasal ilişkileri belirleme ve düzenleme aracı olmasının da önüne geçilmelidir.
Fakat sosyalistlerin laikliği savunmaları ve laiklik mücadelesi bununla sınırlı değildir. İnsanın yaratıcı faaliyetlerinin tümünün özgürce yerine getirilebilmesi insanlığın bir bütün olarak gelişimi açısından önemli ve gereklidir. Bu bağlamda, sosyalistler dinin, bilimsel, sanatsal, kültürel ve her türlü insani üretim ve yaratıcılık faaliyetinde bir baskı aracı olmaktan çıkarılmasını ve kişilerin özgürce bu faaliyetleri yerine getirmesini sağlamak için de laikliği savunurlar.
AKP borazanlarının klasik bir yalanıdır: "Çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede sol halktan destek bulamaz." Aslında asıl dertleri, solu gericilik karşıtı mücadeleden vazgeçirmek, AKP`nin işini kolaylaştırmaktır. Ama sadece onlar değil, kimi solcular ve TKH dostları da, solun toplumsallaşmasının ancak "dinle barışmaktan" geçtiğini düşünüyor.
Basit bir soru soralım: Solun büyük bir toplumsal desteğe sahip olduğu 60`h ve 70`li yıllarda, nüfusun çoğunluğu Müslüman değil miydi? Biliyoruz ki öyleydi. Peki bu durum, solun güçlenmesi önünde engel oldu mu? Dincilerin komünizm karşıtı propagandaları, halkın desteğini engelledi mi? Hayır.
Peki, aradan geçen sürede ne değişti?
Değişen şeyin, toplumun geniş kesimlerinin, bu ülkede daha adil bir düzen kurulabileceğine dönük umudunu kaybetmesi olduğu söylene-bilir. İşte cemaatler ve dinci gericilik, tam da bu durumu istismar etmektedir. Sadaka kültürü, kadercilik ve umutsuzluk sosyalizm mü-cadelesinin önüne engel olarak geçmektedir. Aynı sadaka kültürü, kadercilik ve umutsuzluk, dinci gericiliğin toplumsallaşmasına yara-maktadır.
AKP iktidarı özellikle tam da bu anlayışın varlığından da istifade ede-rek, gericiliği ve din tüccarlığını devlet politikası haline getirmeye çalışıyor. Toplumsal olarak ise tam anlamıyla başarıya ulaşamıyor. Örneğin, Haziran direnişi dinin toplumsal hayattaki gerici uygulama-larına karşı bir çıkışı ve güçlü bir dayanışma kültürünü de içinde ba-rındırmaktaydı. AKP iktidarının bu direnişten korkmasının temel sebebi buralarda aranmalıdır.
Gericilikle mücadele edilirken, insanların dinsel inanışlarını rencide etmemek gerekir. Solun güçlenmesinden korkan gericilerin propa-gandalarına malzeme verilmemelidir. Fakat dinci gericilik, solu "din düşmanlığıyla" suçlamaktan asla vazgeçmeyecektir. Bunun çaresi, gericilerle din istismarı yarışına girmek değildir. Sol, gerici yozlaşmaya karşı toplumun vicdanı olmalı, emekçilere mücadele azmi ve umut aşılamalıdır. Aşmamız gereken en büyük engel budur.
TKH iktidara geldiğinde, herkesin inanç ve ibadet özgürlüğü ile birlikte inanmama özgürlüğü de güvence altına alınacak, kimseye dini inancından ötürü ayrımcılık veya baskı yapılmayacaktır.
Devlet, bütün dinlere eşit mesafede olacaktır. Tüm yurttaşların inanç ve ibadet özgürlüğünün gereklerini yerine getirmeleri devlet tarafından sağlanacaktır. Nüfus cüzdanından din hanesi çıkarılacaktır. Zorunlu din dersleri kaldırılacak ve isteyenin dini inancını öğrenmesinin olanakları devletin desteğiyle ayrıca yaratılacak, din eğitimi asla cemaatlerin ve gericilerin eline bırakılmayacaktır. TKH iktidara geldiğinde, dinin siyasete alet edilmesi anayasal bir suç olacaktır. Halkın dini duygularını istismar eden bütün ekonomik ve siyasal örgütlenmeler yasaklanacak, bireylere dini baskı uygulanması kesinlikle engellenecektir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, bugünkü haliyle var olmayacaktır. Devlet bünyesinde, halka belli bir dini görüşü aşılayan, toplumsal ve siyasal sorunlar konusunda "fetva veren" hiçbir kuruma yer verilemez. Bu-nunla birlikte, toplumun ihtiyaç duyduğu dinsel hizmetlerin sunulması devletin sorumluluğunda olacaktır.
Dinin arkasına sığınılarak uygulanan, en başta kadınların mağdur olduğu tüm gerici baskıcı uygulamalar engellenecektir. Kadınların ve genel olarak toplumun özgürleşmesine engel olan bağnaz ideolojilere karşı siyasal, ideolojik ve kültürel bir mücadele verilecektir. Gerici iktidarların eğitim sistemini dinselleştirmek adına aldıkları tüm ka-rarlar ve yasalar lağvedilecek, zorunlu din dersleri kaldırılacaktır.
Sosyalist iktidar bir halk aydınlanma hareketine sahne olacaktır.
Cemaat ve tarikatlar Anayasa`ya göre yasadışıdır. Buna rağmen ülke-mizde cemaatlerden geçilmiyor.
AKP`lilerin iddiası şu: Türkiye`deki "laikçi düzen" cemaatleri yasakladı, ama halk cemaatleri bağrına bastı. Oysa doğrusu Türkiye`deki sömürü düzeninin, cemaatlerden yasadışı ve laikliğe aykırı olmalarına rağmen vazgeçmemesidir.
Çünkü cemaatler, yoksul halkı yönetmenin, ona boyun eğdirmenin en güçlü araçlarından biridir. Yoksullara bu adaletsiz düzen karşısında isyan etmek yerine, itaat etmeyi öğretir. Emekçilere hakkını aramak, dayanışmak yerine güçlüden, zenginden dilenmeyi öğretir. Okumak için, iş bulmak için, üç kuruş sadaka alabilmek için... Dilenen ve iste-diğini alamayınca da "kaderim buymuş" diyen bir halk, bu düzen için bulunmaz nimettir!
Yoksullara şükretmeyi, kanaatkar olmayı öğreten cemaatlerin her biri, aynı zamanda holdingdir, büyük bir sermaye grubudur.
Cemaatler, başta kadınlara ve gençlere yönelik olmak üzere toplumdaki gerici baskının örgütleyicisidir. Kız çocuklarını okula göndermeme kampanyalarının arkasında onlar vardır. Kadınların sosyal hayata katılmasına ve çalışmasına karşı çıkarlar. Özellikle küçük şehirlerde gençlere ve öğrencilere karşı ahlak zabıtalığına soyunurlar. Kısacası zihinlerin aydınlanmasına, kültürel ve sosyal yaşamın özgürleşmesine, kadın-erkek eşitliğine düşmandırlar.
Bu nedenle TKH, cemaatleri eşit ve adil bir toplumun, emekçilerin hak arama mücadelesinin ve özgürlüklerin düşmanı olarak görür.
Gericilik, kurmak istediğimiz eşitlik ve özgürlük düzenine düşmandır! Halkın dinsel inançlarını sömürenlerin en büyük korkusu, bugünkü sömürü düzenin değişmesidir.
Solcular eşitlikçidir, halkçıdır. Bu ülkede işçiler ve emekçiler ne zaman haksızlıklara karşı harekete geçse, karşılarına yobazlar çıkarılır.
Solcular bağımsızlıkçıdır, emperyalizme karşıdır. 60`h yıllarda ABD`nin 6. filosuna karşı eylem yapan ilericiler, karşılarında eli silahlı yobazları bulmuştur.
Solcular aydınlanmacıdır, insan aklının özgürleşmesinden yanadır. Dinciler, Sivas`ta aydınlarımızı diri diri yakmak gibi katliamların altına imza atmıştır.
Türkiye`deki egemen sınıflar, bunu çok iyi bildikleri için cemaatlerin ve dinci gericiliğin güçlenmesine izin vermiştir. 12 Eylül rejimi, bunu çok iyi bildiği için Türk-İslam sentezi adı altında ülkeyi dinselleştir-miştir.
Emperyalistler de dinci gericiliği desteklemektedir. Tarih boyunca emperyalistler, ezilen ülkelerde bağımsızlıkçı ve ilerici hareketlerin karşısına dincileri çıkarmıştır. Bugün ABD`nin düşman ilan ettiği Ta-liban gericiliği, Afganistan`daki solcu hükümeti devirmek için bizzat ABD tarafından iktidara getirilmişti! Dinci gerici hareketlerin Ortado-ğu`da güç kazanması, ABD`nin Sovyetler Birliği`ne karşı "yeşil kuşak` oluşturma politikalarının ürünüydü! Hamas, Filistin`in ilerici bağım-sızlık hareketini zayıf düşürmek için, İsrail tarafından desteklenmişti.
Dinci gericiliğin nasıl bir vahşet ürettiğini yıllardır komşumuz Suri-ye`de görüyoruz. IŞİD, Nusra Cephesi, İslam Cephesi, Özgür Suriye Ordusu gibi çok çeşitli isimlerle karşımıza çıksa da, bazılarına terörist bazılarına ılımlı sıfatları yakıştırılsa da cihatçı çeteler kafa kesmekte, insanları parçalamakta ve katletmektedir. Tüm bu çeteler emperya-listler tarafından önce Libya`da sonra Suriye`de halkların üzerine salınmıştır. Bugün de emperyalizm tarafından IŞİD`e karşı mücadele kisvesi altında başka çetelere silah yardımı yapılmakta ve katliamlar desteklenmektedir.
Dinci gericilik, sermaye sınıfının, emekçi sınıflara karşı kullandığı silahların en önemlilerinden birisidir. Bu silah tarih boyunca da ezen sınıflar tarafından ezilenlere karşı çok yoğun bir biçimde kullanılmıştır.
TKH, dinci gericiliği, sınıflar mücadelesine oturtmakta, sınıfsal bir bakış açısıyla karşı çıkmaktadır.
Türkiye Komünist Hareketi, laik bir cumhuriyetten yanadır. Laik bir yönetimde dinin siyasete alet edilmesinin en önemli araçlarından biri olan ve inanç özgürlüğünü ortadan kaldırdığını düşündüğümüz tarikat ve cemaat gibi yapılanmaları doğru bulmuyoruz. Bugün de ülkemizde ortaya çıkan cemaat ve tarikatların devlet yönetiminde nasıl etkili hale geldikleri bilinmektedir. AKP iktidarı bugüne kadar cemaat ve tarikatları kollamış ve onların desteğini alarak iktidar olmuştur. Bugün devletin resmi belgelerinde terör örgütü olarak görülen Gülen Cemaati de daha dün yine devlet tarafından "resmi" olarak kabul edilen bir cemaatti. Ayrıca Gülen Cemaati, devlet bürokrasisine sızarak devlet yönetimini ele geçirmeye çalışan siyasal bir örgütlenmedir.
AKP ile Gülen Cemaati arasındaki kavga, iki düzen yanlısı ve gerici örgütlenmenin rekabetinden başka bir şey değildir. Her ikisi de emek düşmanı, işbirlikçi ve gericidir. Bugün verilen kavga ülkemizin ilericilik-gericilik mücadelesinde bir yere oturmamaktadır. TKH, bütün cemaat ve tarikatların kapatılmasını savunmaktadır ve aynı zamanda laik bir cumhuriyetten yanadır. TKH, sermayeye, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesinde yalnızca emekçilerin yanında yer alır. Düzen içi aktörlerin kayıkçı kavgasından emekçilerin bir kazanımı olamayacağını bilir.
Türban, uzun yıllar boyunca siyasi bir kavganın simgesi olmuştur. Bir tarafta dinci gericilik meselesini türbana indirgeyenler, öte tarafta bu meseleyi kaşıyarak siyasi rant elde edenler... Her iki kesim de bu sorunu çözmek için değil, çözmemek için çaba harcamıştır.
Komünistler insanların kılık kıyafetine bakarak ayrımcılık yapmaz. Komünistler, inançları gereği örtünmeyi tercih eden insanlara baskı kurmaz. Bizler, diri diri insan yakan yobazlara benzemeyiz, zorba değiliz!
Fakat Türkiye`nin büyük bölümünde kadınların örtünme baskısıyla karşı karşıya olduğunu da göz ardı etmeyiz, edemeyiz. Bugün bırakın taşrayı, büyük şehirlerdeki mahallelerde bile kadınlar işe girebilmek, hatta sokağa çıkabilmek için örtünmek zorundadır. Kadınlar üzerindeki bu gerici baskıyı da asla kabullenemeyiz.
Sözde insanların "özgürlüğü" için mücadele eden AKP ve benzerleri, kadınlara ve hatta ilkokul çağındaki kız çocuklarına uygulanan örtünme baskısına sesini çıkarmıyor. Hatta günümüzde kılık kıyafet özgürlüğü adı altında türban dayatması ilkokullara kadar indiriliyor.
Biz, meseleye salt bir "türban sorunu" olarak bakmayız. Sosyalist iktidar altında insanların giyimi bir sorun olmayacaktır. İnsanlara inançlarından dolayı asla ayrımcılık yapılmayacaktır. Ancak tarikatla-rın başta kadınlar olmak üzere, halkımız üzerinde ideolojik, kültürel ve siyasal bir baskı kurmalarının önüne geçilecektir. Toplumsal yaşamda özgürlükleri kısıtlayan her tür baskı ortadan kaldırılacaktır.
Alevilerin maruz kaldığı ayrımcı politikalar, gerici ikiyüzlülüğün en büyük kanıtıdır. Sözüm ona "inanç özgürlüğünü" savunan gericiler, sıra kendi inançlarından olmayanlara gelince her türlü baskıyı mubah görür.
TKH, Alevilerin inanç ve ibadet özgürlüğünü yok sayan bu gerici zih-niyete karşı çıkar. Aleviliğe yönelik tüm iddia ve aşağılamaları son derece tehlikeli bulur.
AKP ve yandaşlarının Alevilere neden düşman oldukları ortadadır. Her şeyden önce, AKP gerici bir partidir ve bütün gericiler gibi, başka inanışlara düşmanca yaklaşırlar. Aleviler arasında eşitlikçi, aydın-lanman ve anti-emperyalist duyarlılıklar güçlüdür. Bu nedenle, Alevi-lerin büyük çoğunluğu, dinin siyasete ve maddi çıkarlara alet edilme-sine de karşı çıkar.
AKP, Alevilerden dertlidir, çünkü Alevileri bir türlü kendine benzete-memektedir! Çalıştaylar ve benzeri politikalara rağmen, Aleviler arasındaki yaygın AKP karşıtlığı yok edilememektedir.
Elbette Aleviler içinde de gericiler, patron yandaşları vardır. Ancak belirleyen olamamaktadırlar. Alevilerin taleplerinin birçoğu, TKH`nin de siyasal ilke ve hedefleri arasındadır. TKH de zorunlu din derslerinin ve kimliklerdeki din hanesinin kaldırılmasını, Alevilerin eşit yurttaşlık hakkını, insanların inanç ve ibadet özgürlüğünü savunur. Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden devletin belli bir dini inancı dayatmasına karşı çıkar.
En önemlisi, TKH de Alevilerin çoğu gibi ülkemizi AKP`den kurtarma uğraşındadır!
İki parti de bir diğerini eleştiriyor olsa bile, alternatiflerimiz farklı ve biz kendi alternatifimizi, sosyalizmi çok önemsiyoruz. CHP`nin ise bir alternatif olduğunu düşünmüyoruz.
AKP de, CHP de serbest piyasadan yanadır, AKP de CHP de özelleş-tirmelerden yanadır, AKP de CHP de NATO`dan, ABD`den yanadır, AKP de CHP de Avrupa Birliği`nden yanadır. Bu iki parti arasında siyasi ve ekonomik temel başlıklar açısından hiçbir fark yok.
Son yıllarda varmış gibi görünen farklar da her gün yok olmaktadır. Türban konusundaki tutum bunun en yakın örneğidir. Ancak CHP`nin suçları yakın dönemle sınırlı değildir. Ülkemizin bugün içinde bulun-duğu durumun ilk elden sorumlularından birisi de CHP`dir. CHP top-lumda gericiliğin palazlanmasına karşı çıkmak yerine, daha yıllar öncesinden Ecevit eliyle bu gericilerle işbirliği yapmaya başlamıştır.
Şu anda sürdürülmekte olan ekonomik politikaların mimarı Kemal Derviş`i ülkemize taşıyan Ecevit değil midir? Bunun devamı olarak bugün Kemal Kıhçdaroğlu aracılığı ile CHP`ye yapılmaya çalışılan şey, İkinci Cumhuriyet rejimini meşrulaştıran ve onunla kavga etmeyen bir CHP`nin sekilienmesidir. Görüldüğü kadarıyla bunda başarılı olunmuştur.
TKH bugün elbette eleştirilerinin hedefine temel olarak AKP`yi koy-maktadır. Ancak yukarda sıralananlar nedeniyle, CHP`yi eleştirmemek birçok açıdan AKP`yi aklamak anlamına gelecektir.
CHP`yi destekleyen kitlenin yukarıda söylenenlerden bağımsız ve ayrı olarak solun tabanını oluşturduğu açıktır. Genel olarak cumhuriyet değerlerinden, aydınlanmadan ve emekten yana konum alan bu kitleye ulaşmak elbette solun ve komünistlerin birinci hedefi ve görevidir. Yıllarca solda bu amaçla CHP`nin içinde çalışmak, CHP`yi desteklemek gibi seçenekler tartışıldı. Haziran 2013`de ise bu tartışma sona erdi. Aydınlanmacı, yurtsever, kamucu, halkçı insanlar tüm ülke sathında sokaklarda, alanlarda mücadele kardeşliğini kurdular.
HDP`nin mücadele hattını radikal demokrat olarak nitelemek doğru olacaktır. Parti programından seçimlere yaklaşımına kadar HDP`nin mücadelesi ya da toplumsal hedefleri ekonomik açıdan da, siyasi açıdan da ele alındığında kapitalist sistemin reformlar yoluyla değiş-tirilmeye çalışılmasından öteye gitmemektedir. Dolayısıyla HDP`nin sermaye iktidarı ve buna karşı mücadele, emekçilerin iktidarını he-defleme ve bunu sosyalist devrimci bir dönüşüm ile gerçekleştirme gibi bir gündemi yoktur.
Kürt siyasi hareketinin bir örgütlenmesi olan HDP`nin ana yaklaşımının ve Türkiye projesinin de "demokratik özerklik" olarak tanımlandığı bilinmektedir. Demokratik özerklik, Kürt sorununda çözüm yön-temlerinden biri olarak ortaya konulmuş projelerden bir tanesidir. HDP bunun bütün Türkiye`ye uyarlanabileceğini dile getirmektedir. Ancak demokratik özerklik projesi, Kürtlerin kendi kendini yönetme düşüncesinin karşılığı olmasının ötesinde çok açık bir kapitalist res-torasyon projesidir. Dolayısıyla ulusal sorun için bizim dile getirdiği-miz emekçi çözümüne denk gelmemekte; Avrupa Birliği yerel yöne-timler özerklik şartı ile bağdaştırılmakta ve sermayenin dolaşımı, sömürü için yeni olanaklar sağlayan bir yapı olarak karşımıza çık-maktadır. Oysaki sosyalizm mücadelesi ne demokrasi mücadelesine, ne de ulusal sorunu tek başına özerklik mücadelesine indirgeyen yaklaşımlara terk edilebilir.
Tüm bunlarla birlikte HDP, emperyalizmi, karşısında mücadele edile-cek değil, pazarlık masasına oturulabilecek bir özne olarak görmekte ve siyasi hattını da buna göre şekillendirmektedir. Başta Kürt sorunu olmak üzere, ülkemizdeki emekçilerin herhangi bir sorununun em-peryalist merkezler tarafından çözülmesi mümkün değildir. Hatta tersine tüm bu sorunların kaynağında emperyalist-kapitalist sistem yatmaktadır. Dolayısıyla sosyalistlerin ve devrimcilerin işi bu mer-kezlerle mücadele etmektir.
Son olarak, HDP`nin yukarıda saydığımız politik başlıkları geniş bir yelpazeye de oturtmaya çalıştığını söyleyebiliriz. HDP, Türkiyelileşme ile sağa açılma arasındaki çizginin belirsizleştiği bir partidir. Üyeleri ve yöneticileri dışında, HDP`nin milletvekilleri arasında Türkiye sağının önemli isimleri ve Türk, Kürt İslamcıları da yer almaktadır. Bununla birlikte, Türk ya da Kürt mülk sahibi sınıflar ile HDP`nin bir kavgasının bulunmadığı açıktır.
Tüm bunlardan hareketle, HDP`nin sosyalist bir parti olduğunu söy-lemek imkansızdır.
Liberaller emek sömürüsüne karşı değillerdir, toplumdaki eşitsizlik-lerin kaynağını çarpıtırlar, patronların üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet hakkının bir özgürlük olduğunu düşünürler, dinin siyasete alet edilmesi onlar açısından sorun değildir. Hatta bunu da bir özgürlük başlığı olarak görürler. Emperyalist bağımlılık kabul edilebilir bir şeydir. Özgürlüğün ancak buralardan gelebileceğini propaganda ederler. Dolayısıyla liberaller emek düşmanıdır, işbirlikçidir ve dinci gericiliğin kardeşidirler.
AKP iktidarının bugünlere gelebilmesinde liberallerin desteğini gör-memek mümkün değildir. Ergenekon operasyonu zamanında, bu operasyonların ilerletilerek ülkemizdeki bağımsızlıkçı ideolojinin suç haline getirilmesine de en çok liberaller çanak tutmuştur. AKP iktidarı, bugün kendisini güçlü hissedebilmesinin en önemli dayanaklarından olan 12 Eylül 2010 anayasa referandumunda en büyük desteği liberallerin sol görünümlü unsurlarından almıştır.
Liberaller sağ ideolojinin yayılması için mücadele ederler ve bunu özgürlükler adına yaptıklarını söylerler. Liberalizm sol değildir çünkü eşitlik ve özgürlük mücadelesini, işçi sınıfını ve emekçi halkı bir yana bırakmış ve örgütsüzlüğü, sivil toplumculuğu, bireyciliği ve kimlik sorunlarını öne çıkarmıştır.
Liberalizm, Türkiye`de sosyalist devrim için mücadele eden solun önüne bir engel olarak çıkartılmaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde dağıtıcı bir baskıya da dönüştürülmektedir. Liberallerin sol içerisinde sosyalist devrimci hattın güçlenmesini engellemeye çalıştıkları, zaman zaman başarılı oldukları, bu çabalarıyla solun sermaye düzenini yıkmak yerine onu düzeltecek bir garip muhalefet ile sınırlandı-rılmasına hizmet ettikleri de açıktır.
Bu bağlamda, liberallerin sol ile temas içerisinde olan kesimlerinin sınıf ve iktidar mücadelesi yürütmek gibi bir yaklaşımları yoktur ve bu nedenle de sol sayılmaları mümkün değildir.
TKH, belirli aralıklarla sandığa giderek hiçbir köklü değişimin gerçek-leşmeyeceğini bilen bir partidir. İnsanların haksızlıklarla, eşitsizliklerle mücadele etmediği ve bütün işi sandığa havale ettikleri bir toplumda iktidardaki güçlerin işi rahatlar. Çünkü tepkisiz ve mücadele etmeyen bir toplumu seçimlerde ikna etmek oldukça kolaydır. Bu düzenin öyle ya da böyle devamından yana olan partiler her türlü maddi imkânı, yolsuzluğu, hileyi ve inanç sömürüsünü kullanarak halkın önemli bir kısmını ikna edebilirler. Bu nedenle gerçek bir dönüşüm için halkımızın mücadele etmesi şarttır.
Diğer yandan, seçim dönemleri insanların siyasetle ve ülke gerçekle-riyle en fazla ilgilendikleri dönemlerdir. Bu yüzden TKH seçim dö-nemlerinde kendi politikalarının daha fazla insana duyurulması için, daha fazla insanın sosyalizme destek vermesini sağlamak için var gücüyle uğraşır. Türkiye tarihinde sosyalistlerin meclise girdiklerinde ne kadar etkili olabildiklerini gösteren örnekler de vardır. 1965 yılında, 15 Türkiye İşçi Partisi milletvekilinin meclise girmesi, düzen par-tilerini ve patronları korkutmuş, halkımız için ise bir umut olmuştu.
Oy bu düzende özgür değildir. Ama seçim dönemi insanların tavır almaya çağırıldıkları, dolayısıyla politize oldukları bir dönemdir. TKH insanları bir ömür boyu politize olmaya davet etmektedir ve seçim dönemlerini bunun bir adımı olarak görmektedir. Düzen partileri parayla, reklamla, arkalarına ABD`den esen rüzgarları alıp seçim başarısı peşinde koşabilirler. TKH`nin seçim çalışmalarının özü örgütlenmektir. Türkiye`nin ilerici kitleleri geride kalan on yıllarda "böyle gelmiş böyle gider" sözünü bir pranga gibi taşımış ve seçimleri bir politik kampanya, bir hamle olarak algılamamışlardır. Haziran Direnişi`nden sonra artık bu değişmelidir.
Solcu olduğunu iddia eden herkesi solcu kabul edecek olursak, bö-lünmüşlüğün ve dağınıklığın fazlasıyla var olduğunu kabul etmemiz gerekir. Örneğin, AKP dönemine övgüler düzüp solcu olduğunu söyle-yenler bile mevcut. Öyleyse bugün, kimlerin gerçekten solcu olduğunu anlamak için biraz sorgulamak ve bazı bölünmeleri hayra yormak gerekiyor.
Örneğin ABD`den bağımsızlaşmayı, NATO, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerden çıkmayı, "AB`ye hayır" demeyi akıllarına bile getirmeyen, özelleştirmeyi savunan, Türkiye`de laikliğin tehdit altında olmadığını söyleyen CHP`yi soldan sayabilir miyiz?
Ya da liberaller? Eskiden liberal solcu denirdi, şimdi oradaki "solcu" kelimesini bile hak etmiyorlar. Özelleştirmecidirler, cemaat severler, emperyalizme karşı olmayı barbarlık olarak görürler, ama sorsanız solcu geçinirler...
Bir de zaman zaman MHP ile ittifak kurma hesapları dahi yapan ulusal solcular var, "ulusal patronlar" ile işbirliğinin yollarını ararlar. Bunlardan bazıları "Kürt düşmanlığı" ile de asıl bölücüdürler. Artık zaten solculuktan ziyade milliyetçi bir çizgide olduklarını görmek gerekir.
Yukarıda bahsettiğimiz kesimleri soldan saymıyoruz. Ancak öte yandan ülkemizdeki sol birikim sadece yukarıda saydıklarımız ile sınırlı değil. İyi ki de değil...
Bugün Türkiye`de sömürüye, gericiliğe, emperyalizme ve faşizme karşı samimi bir şekilde mücadele eden, AKP iktidarının ülkemizde yarattığı tahribata karşı olan sol parti ve örgütler bulunuyor. Ayrıca bu parti ve örgütler dışında farklı parti veya derneklere şu veya bu nedenle dağılmış yüz binlerce insan var. Bugün önemli olan şey, bu kitlelerin yüzünü gerçek sol partilere dönmesini sağlamak, bunun için mücadele etmektir.
TKH bugün ülkede yaşananların halkımız için tam bir felaket olduğunu ve bu felakete karşı ortak ilke ve hedeflere sahip kişilerin ve ku-rumların bir cephe bünyesinde bir araya gelmesi gerektiğini düşünüyor.
TKH sömürüye, gericiliğe, emperyalizme ve faşizme karşı samimi bir şekilde mücadele eden, AKP iktidarının ülkemizde yarattığı tahribata karşı olan sol parti ve örgütlerle, böyle düşünen tüm kişi ve kurumlarla ortak bir cephe kurmak istiyor.
Bugün Türkiye`de solcu olduğunu iddia edenler içerisinde sağlıklı bir ayrışmaya ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Solculukla ilgisi olmayan gericiliği, milliyetçiliği, emperyalizm sevdalılığını ve liberalliği zararlı bir tümör gibi görerek, vücudumuzdan söküp atmazsak sağlığımız tehlikeye girecek.
Öte yandan, bu cepheleşme ihtiyacımız yalnızca seçimlerle veya birkaç miting düzenlemekle sınırlı kalamaz. Bugün mahalle mahalle, köy köy, fabrika fabrika, okul okul örgütlenilmeli ve harekete geçilmelidir. Sosyalistlerin, ilericilerin ve devrimcilerin kuracağı cephe, işte bu topyekûn kalkışmanın adresi olmalıdır. Bu nedenle de cephe, bağımsız sosyalist bir hat üzerinde kurulmalıdır.
Her şeyden önce sosyalizm, seçmen davranışları üzerinden tarif edi-lecek bir hedef olarak kabul edilmemelidir. Toplumsal sınıf ve tabaka-ların olağan dönemlerdeki siyasal davranışlarıyla sınıfsal talepleri ve devrimci dönemlerdeki siyasal davranışları aynı değildir. İkincisi, bu soru bir seçim tablosunu değişmez kabul etmektedir ve bu seçim tablosunda türlü eşitsizliklerle mücadele eden bir sol vardır.
Sınıf mücadelesi, sabırlı ve biriktirerek ilerleyen bir süreç olacaktır. Türkiye`de verdiğimiz mücadelenin verili koşullarının, dünyada dev-rimlerin gerçekleştiği hiçbir ülkeden çok farklı olmadığını da bilmek gerekir.
Buna bir örnek olarak Haziran Direnişi günlerini hatırlamak gerekir. Türkiye tarihinde bir ilkin yaşandığı o günlerde ne kadar çok şeye şaşırdığımızı hatırlayalım. Yine 70`li yıllarda Türkiye`de solun etkinliği de aklımızda tutulmalıdır.
Kısacası Türkiye`de bugünkü toplumsal yapının değişmez olmadığını ve sadece seçim sonuçları üzerinden yapılan bir tespitle yetinilmeme-si gerektiğini bilerek mücadele ediyoruz.
Bu bağlamda, ülkenin yüzde 60`ının sağcı olmasını değil; yüzde 25`inin işsiz olmasını, yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayanların toplumun çoğunluğunu oluşturmasını, nüfusun çok ezici bir bölümü-nün işçi sınıfının çeşitli bölmelerinden ve emekçilerden oluştuğunu veri alıp sınıfın örgütlenmesi için mücadele veriyoruz.
İşte bu yüzden işçi sınıfının bir partiye ve o parti tarafından bilinçlen-dirilmeye ihtiyacı var. Düzenin parasını, medyasını, eğitim sistemini, seçim sistemini, her şeyini patronlar ve onların siyasetçileri, ideolog-ları yönlendiriyor. Oyun özgür iradeyi yansıttığını kim iddia edebilir? Artık kentlerde insanların aşiretler halinde değil, birey olarak sandığa gittiği doğrudur. Ama kararlarını tek başlarına mı almaktadırlar, yoksa televizyon, dağıtılan erzak, din bezirganlarının mesajları ve tehditlerle birlikte mi? Öte yandan cemaat örgütlenmelerinin varlığını bu bağlamda hatırlamak gerekir.
İşçi sınıfının kendi çıkarının ayırdına varması için bu kuşatmanın dışına çıkması gerekir. Dışarı çıkmasını sağlayacak olan, işçiyi gerçek dünyayla tanıştıracak olan partidir. Kapitalizm emekçileri bölüyor, birbirine düşürüyor. Komünistler ise örgütlüyor, çıkarlarının ortak olduğunu anlamalarına yardımcı oluyor.
İşçi sınıfını temsil ettiğini iddia eden başka kurumlar da var. Örneğin sendikalar. Sendikalar sınıfın ekonomik mücadele örgütüdür. Ancak bugün Türkiye`de işlevlerini yerine getirmekten uzaktırlar. Siyasal olarak geri veya atıl bir sendikanın ücret kavgası bile veremeyeceğini bilmeliyiz. Türkiye`de sendikaların Haziran direnişinde tamamen etkisiz kalmaları ile son dönemde grev kararı alıp, grevi organize edemeyip aciz duruma düşmeleri birbirini bütünlemektedir.
TKH bütün çalışanların sendikalı olması için çaba göstermektedir. Ancak aynı zamanda bugünkü sendikaların sınıf örgütleri haline gel-mesi için de mücadele etmektedir. Sınıf karakterini kazanmış sendi-kaların da olduğu bir ülkede, işçilerin düzen siyasetine kaymaları da zorlaşacaktır.
Partimiz, Türkiye`nin AKP`nin düzenine sığmayacağını söylüyordu. Haziran Direnişi`yle Türkiye sokulmak istendiği gerici kalıpları kırdı, taştı!
Haziran Direnişi, AKP ve Tayyip Erdoğan`ın baskı rejimine karşı top-lumda biriken öfkenin patlaması oldu. Tepkiler çok çeşitliydi. Kentlerin AKP iktidarı tarafından sadece rant kaynağı olarak görülmesinden bireysel özgürlüklere sürekli müdahale edilmesine, toplumun dinsel-leştirilmesine, kadınların aşağılanmasına, polis şiddetine kadar bir dizi konuyu kapsıyordu. Kuşkusuz on milyon insanın ayaklanmasının arka planında Suriye`de izlenen savaş politikası, işsizlik ve yoksulluk gibi faktörler de büyük rol oynadı.
TKH, AKP`li yıllarda ülkemizde 1923 Cumhuriyeti`nin yıkıldığını, onun yerine dinci, Amerikancı, yayılmacı, emekçi düşmanlığında sınır tanımayan bir rejim kurulmak istendiğini saptamıştı. Halkımız, işte yeni kurulan bu rejime isyan etmiştir.
Partimiz bütün ülkede direnişin içinde oldu. Halk kitleleriyle birlikte yürüdü, saldırılara direndi.
Direniş, Türkiye halkının üstüne 1980`lerde serpilmiş ölü toprağını havaya savurdu. Toplumun farklı kesimleri bu zaman zarfında haklarını aramış, örgütlenmiş (ya da örgütlere yönelmiş), mücadele etmiştir kuşkusuz. Ancak çok geniş kesimleri kapsayan, bütün ülkeye yayılan, bu kadar geniş katılımla gerçekleşen bir mücadele, tarihimizde ilk kez oldu. Haziran 2013, bu anlamda tarihsel bir olaydır. Türkiye`nin aklı açıldı. Halk hakkını aramanın keyfini aldı.
Bu hareket bütün haklılığına karşın örgütsüz ve önderlikten yoksun idi. TKH, bu eksiklerin kısa yoldan giderilemeyeceğini bilen bir partidir. Ve biliyoruz ki; halk kitlelerinin özgürlük mücadelesinin çok daha örgütlü yürütülmesi asıl bundan sonra mümkün hale gelecektir.
TKH`nin bundan sonrasına dair de sözü var. Eşitlik ve özgürlük mü-cadelesini politik iktidar mücadelesi olarak görüyoruz. Gerçek eşitliğin ve özgürlüklerin sosyalizmle birlikte kazanılabileceğine inanıyoruz. TKH Haziran Direnişi`ni sosyalist devrime giden yolda çok büyük; ama ilk adımlardan biri olarak değerlendiriyor. Bu amaçla örgütlenmeye, kitle hareketini politik hedeflere yönlendirmeye çaba gösteriyor.
Partimiz TKH, sol literatürdeki anlamıyla "hareketçi" değildir, aksine geleneksel partili çizginin bir devamıdır. Bu nedenle Türkiye Komünist Hareketi isminin bir parti biçiminden farklı bir çağrışımı asla olmamalıdır. Türkiye Komünist Hareketi ismi, bir takım siyasi değerlendirmelerle ve önümüze koyduğumuz TKP`nin tekrar siyaset sahnesine döndürülmesi hedefi gözetilerek tercih edildi.
Partimizin, Türkiye Komünist Hareketi adını almasının arkasında yatan temel neden Türkiye Komünist Partisi`nin ideolojik bir partiden siyasal bir partiye geçiş hedefini yakalayacak bir partileşme süreci tarifiyle kurulmuş olmasıdır. Bunun anlamı öncelikle bir komünist öncü örgütün kurulması ve bu örgütün partileşme hedefine ulaşmasıdır.
Bu nedenle bir parti biçiminden asla vazgeçmemekle birlikte, öncü örgütün kurulması hedefi çerçevesinde Partimizin siyasal, nitel ve nicel bir çıkış hedefiyle hareket ettiğini ifade etmek üzere Türkiye Komünist Hareketi ismi alındı.
Bir diğer yönden, Türkiye Komünist Partisi`nin bölünme süreci aynı zamanda bir örgütsel dağınıklığa da neden olmuştur. Partimiz TKH, aynı zamanda bu dağınıklığı ortadan kaldıracak bir hamleyi de görev olarak üstlendiği için bu ismi aldı.
TKH`nin tarihsel misyonu ve ilkeleri; sosyalizmi temsil etmek, işçi sınıfının öncü partisini oluşturmak, sosyalist bir kadrolaşma yaratmak, sosyalist devrimci bir hat örmek ve öncü parti modelini hayata geçirmektir. Partimiz Türkiye Komünist Hareketi, bu tarihsel misyonu ve ilkeleri tereddütsüz biçimde sahiplendiği, geleceğe taşımak iradesine sahip olduğu için kendisini TKP`nin devamı ve mirasçısı olarak ortaya koymaktadır.
Türkiye Komünist Hareketi, 1920`de temelleri atılan Türkiye Komünist Partisi`nden bugüne kadar yürütülen mücadelenin ana hattı içerisinde kendini tanımlayan geleneksel sol bir parti kimliği taşımaktadır. Partimiz 1920`de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kurduğu TKP`nin bugünkü temsilcisidir. 1980 sonrası sosyalist harekette ortaya çıkan likidasyona karşı TKP bayrağını eline alan Gelenek-STP-SİP-TKP çizgisinin devamcısı ve mirasçısı olarak kendini tanımlamaktadır.
TKP, özellikle, Türkiye sosyalist hareketinin 12 Eylül sonrası devrimci çıkışına imza atan bir öznedir. Özel olarak, Türkiye solunda gerçekleşen likidasyona karşı yeni bir devrimci çıkış olan TKP`nin, Türkiye solunda ve siyasetinde attığı önemli adımlar vardır. Partimiz TKH`nin dayandığı gelenek, Sovyetler Birliği`nin yıkılmasından sonra solun likidasyonuna karşı devrimci bir odak olmuş, anti-komünist, liberal saldırıya karşı direnç hattı oluşturmuş, liberal solun gericilikle ittifakına karşı sol ideolojiyi ve siyaseti yeniden yükseltebilmiş, Haziran direnişinde küçümsenemeyecek derecede önemli bir rol oynamış, Türkiye`nin AKP ile ivme kazanarak devam eden gericileşme sürecine sosyalist soldan yanıt üretebilmiş Türkiye Komünist Partisi`dir.
Bir başka deyişle, Partimiz Türkiye Komünist Hareketi, bir yandan 10 Eylül 1920`de kurulan tarihsel çizginin bir yandan da 1986`da Gelenek dergisiyle başlayıp Sosyalist Türkiye Partisi ve Sosyalist İktidar Partisi ile devam eden örgütsel çizginin devamı ve mirasçısıdır. Bu bağlamda gerek tarihsel gerekse örgütsel çizgiyi bir bütün olarak sahiplenerek, bunların herhangi bir şekilde değersizleştirilmesine karşı mücadele edilmesi konusunda hiçbir tereddüdümüz bulunmuyor.
Türkiye Komünist Partisi, Türkiye siyasetinde önemli bir yer kaplarken, elde ettiği mevzileri toplumsal alana taşıyacak bir eşikte bulunuyordu. Ancak, siyaset sahnesine adım atmak yerine, ideolojik bir konumun tercih edilmesi gündeme gelmiş, ideolojik bir partiden siyasal bir partiye geçiş sorunu aşılamamıştı. TKP`de yaşanan bölünmenin esas belirleyeni bu noktadır. Bölünmenin sonucunda TKP`nin devamı olma iddia ve iradesiyle kurulan partimiz, yaşanan yol ayrımında sorunun ideolojik bir partiden siyasal bir partiye geçilmesi yönünde devrimci adımlar atarak çözüleceği görüşünü savunmaktadır.
TKH, TKP`nin bölünmesiyle geleneğimizin her şeyden önce büyük bir güç kaybettiği gerçeğini elbette ki görüyor. Yaşanan bölünme Türkiye siyasetinde ve sosyalist harekette büyük bir boşluğa neden oldu. Hiç kuşkumuz yoktur ki, bu boşluğun en hızlı şekilde doldurulması ge-rekmektedir. Ve yine hiç kuşkumuz yoktur ki, partimiz, TKP`yi yeniden kuracaktır.
Bu nedenle, TKP isminin alınmasını bir hukuki sorun ya da bir ölçü sorunu olarak görmüyoruz. Aksine, Türkiye Komünist Partisi isminin alınması tamamen siyasi bir hedeftir. Nitekim, Partimiz Türkiye Komünist Hareketi, Türkiye Komünist Partisi`nin yeniden bir siyasi çıkışı örgütleyerek siyaset sahnesine döndürülmesini bir görev olarak üzerine almıştır. Bu görevin gerektirdiği mücadelenin verilmesiyle, TKP en kısa sürede yeniden siyaset sahnesine dönecektir.
Partimiz TKH, düzen siyasetinin kişiler ve imajlar üzerinden geliştirdiği siyaset tarzını reddetmektedir. Partinin tüm yönetici kurul, büro ve birimleri kolektif organlardır. Bu organların sekreter ya da sorumluları, o organların üstünde değildir. Parti`de liderlik kişilere değil, bir bütün olarak Parti kolektifine ve Merkez Komitesi`nden başlayarak Parti birimlerine kadar her alanda sorumluluk alan ve mücadele yürüten organların kolektif bütününe aittir. Bu bağlamda, Parti içerisinde kolektiften bağımsız, kendinden menkul bir liderlik tarifi yapılmaz.
Bununla birlikte, Partimizin kolektif önderliği, en yetkili organı Parti Kongresi tarafından seçilen Merkez Komitesi`nde cisimleşir. Merkeziyetçi bir parti olarak Partimizin Merkez Komitesi, iki Parti Kongresi arasında partinin en yetkili karar organıdır. Merkez Komitesi, Kongre ve Konferanslar tarafından karara bağlanan siyasal ve örgütsel çalışmaların hayata geçirilmesinden sorumludur.
Türkiye Komünist Hareketi için dostlarına ve tüm halka seslenebilmek açısından yayınlar oldukça önemlidir. Partinin doğrudan yayınları olduğu gibi, parti çizgisinde çıkan yayınlarımız da var ve bunlar önümüzdeki dönemde daha da çeşitlenecekler.
Gazete Manifesto, şu anda en kitlesel yayınımızdır.
Merkez Komitesi, aylık olarak Parti`nin Sesi dergisini çıkartmaktadır. Güncel gelişmelerin derinlemesine değerlendirildiği, parti yaşantısının yansıtıldığı ve yönlendirildiği Parti`nin Sesi dergisi dışında, üç ayda bir yayınlanacak olan Marksist Manifesto dergisi yayın hayatına başlamıştır. Marksist Manifesto, Partimizin teorik yayını olacaktır.
2016 yılında Partimizin temel örgütlenme aracı olacak olan haftalık siyasi gazetemiz yayınlanmaya başlayacaktır.
Partili üniversitelilerin ve liselilerin hazırladığı dergiler de kısa bir süre sonra okuyucuları ile buluşacak.
Bunların dışında yayıncılık faaliyetini mücadelenin ve Partimizin gereksinimleri ve hedefleri doğrultusunda dinamik bir şekilde kurarak çeşitlendirmeye devam edeceğiz.
Türkiye Komünist Hareketi, ülkenin onlarca kentinde örgütü ve üyeleri olan bir partidir. Parti binalarımızın hangi illerde olduğu, adres ve irtibat numaraları ile ilgili bilgiler www.tkh.org.tr internet sitesinde bulunmaktadır.
TKH`nin Türkiye`nin bütün illerinde üyeleri vardır. Üyelerimiz bulundukları illerde, partinin sözünü daha fazla kişiye duyurmak, partiyi temsil etmek ve düzenin yarattığı eşitsizliklerle mücadeleye öncülük etmekle görevlidir.
Bugün eşitsizliklere ve haksızlıklara karşı ülke genelinde ortaya konan tüm mücadelelerde, işçilerin ve emekçilerin haklarını arama çabalarında mutlaka TKH üyelerini görüyorsunuz. TKH üyeleri, bulundukları her yerde siyasal mücadelenin ihtiyaçları çerçevesinde toplantılar planlar, bu toplantıları çeşitli araçlar ile duyurur ve gerçekleştirirler. Toplantılara parti üyesi olmayanlar da katılabilirler.
Toplantılarda ülkenin içinde bulunduğu durum, ilgili bölgedeki mücadele başlıkları ve bunlara dair nelerin yapılabileceği, yeni insanlarla nasıl tanışılabileceği, emekçi halkın yararına ne gibi adımların atılabileceği konuşulur ve planlanır.
Sonrasında ise bu planlama doğrultusunda harekete geçilir.
Türkiye Komünist Hareketi`nin sıklıkla güncellenen bir internet sitesi
mevcuttur.
www.tkh.org.tr adresine sahip bu siteden partinin siyasi çalışmaları, basın açıklamaları, etkinlikleri vb. takip edilebilir. Ayrıca iletisim@tkh.org.tr adresine gönderilen elektronik postalara hızlı bir şekilde yanıt verilerek, kurulan bağın devamlılığı sağlanır.
Partimiz Türkiye Komünist Hareketi; eşitlik ve özgürlükten yana, insanın insanı sömürmediği bir toplum hedefleyen, dürüst, samimi ve çalışkan herkesin gelip üye olabileceği bir partidir.
Partimiz, işçi sınıfının ve emekçi halkın çıkarlarını, yurtseverliği, ilericiliği, kamuculuğu, laik bir cumhuriyeti ve sosyalizmi savunan ve bu amaçla mücadele edenlerin partisidir.
Türkiye Komünist Hareketi üyeleri, bütün Parti kolektifinin etkin bir parçası olarak, Sosyalizm Programını ve Parti Tüzüğünü benimsemiş, Partimizin ilkelerini savunan, yeni insanların bu fikirler etrafında örgütlenmesi için çaba harcayan, Partimizin bir örgütüne bağlı olan ve üyelik görevlerini yerine getiren kişilerdir.
"Ben bu ülkenin gidişatından endişeliyim" diyen ve Sosyalizm Programını ve Parti Tüzüğünü kabul eden herkes, Türkiye Komünist Ha-reketi`ne üye olabilir. Partinin kolektif varlığının bir parçası olan tüm üyeler, mücadelenin ve partinin yeni üyelerinin sayesinde enerjisini, birikimini, gücünü ve zenginliğini artırır.
Yoldaşlarımız ise, parti sayesinde örgüt disiplini etrafında kendi birikimlerini doğru ve verimli bir şekilde kullanabilirler. "Bu Parti benim de partim" diyen herkes büyük bir gönül rahatlığıyla, çekinmeden, korkmadan ilişkide olduğu TKH örgütüne gidip üyelik formunu doldurabilir.
Partiye başvuranlar program ve politikalar konusunda bir eğitim dizisine katıldıktan sonra parti kartlarını alırlar.
Komünistler dinin siyasete alet edilerek toplumsal yaşam üzerinde bir baskı aracına dönüştürülmesine karşıdırlar; bu tarz siyaset ve uygulamalara karşı mücadele ederler. Bunun ötesinde Türkiye Komünist Hareketi, hiçbir ayrım gözetmeksizin insanların kişisel inanç ve vicdan özgürlüğünü sonuna kadar savunur.
Sermaye düzeninin bir uzantısı olarak dinci gericiler, meselenin bir kişisel inanç meselesi olarak görülmesine itiraz ederler; toplumsal ve siyasal hayatın da dine göre düzenlenmesini isterler. TKH din ve vicdan özgürlüğünü savunurken, dinin toplumsal ve siyasal hayata kurallar koymaya kalkışarak siyasallaşmasına karşı mücadele eder.
Savaşlar, eşitsizlik, sömürü vs. bir alın yazısı değildir. İnsanlık isterse ve mücadele ederse, adil ve eşit bir dünya kurabilir. Bu yüzden TKH, din adına adaletin tecellisini "öbür dünyaya" bırakan, eşitsizlikleri "kader" olarak gören bütün anlayışlarla mücadele eder.
TKH, din düşmanı değildir. Toplumdaki bütün dini inançlara ve inanmayanlara eşit mesafede durur. Komünistler, kişisel inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlandığı, ancak dinin siyasal ve toplumsal yaşantının kuralları belirlenirken bir referans olmaktan çıktığı, laik bir toplum ve devlet yapısından yanadırlar.
Öte yandan TKH üyeliğinin koşulu, Sosyalizm Programını ve Partimizin ilkelerini kabul etmektir. TKH, sermaye düzenine, ABD`ye ve emperyalizme, din istismarcılığına karşı mücadele eder. Bu mücadelede yer almak isteyenlerin yeri, Partimiz TKH`dir. Bu nedenle üyelerinin dini inançları Türkiye Komünist Hareketi`ne üye olmanın bir şartı veya engeli olmadığı gibi esas olarak Partimizin ilgi alanına da girmemektedir. Buna karşın, TKH, sermayeden yana olanlara, emperyalizm yardakçılarına ve din istismarcılarına ise sonuna kadar kapalıdır.
TKH, işçi sınıfının partisidir. Parti içinde üyeliğin temel belirleyeni program ve tüzüğün kabulüdür. O yüzden kimse din, dil, ırk, mezhep, cinsiyet gibi ayrımlara tabi tutulamaz. Bu açıdan farklı cinsel yönelime sahip yurttaşlarımız, parti programı ve tüzüğünü kabul ettikleri takdirde partimize üye olabilirler.
Ancak, nasıl ki bir mezhep ya da etnik köken komünist ve partili kimliği örten ve onu belirleyen bir kimlik biçiminde kendini konumlandırmaz ve ifade edemez ise, hiçbir cinsel yönelim de bir kimlik olarak parti içinde kendini ifade edemez.
TKH üyelerinin görevi, insanlığın eşit ve özgür bir gelecek mücadelesini vermektir.
Yaşadığımız düzenin yalanlarına ve propagandasına karşı mücadele edebilmek gerekir. O yüzden Parti üyelerimizle bilimsel sosyalist teorinin bütün başlıklarında eğitim çalışmaları gerçekleştirilir. Parti üyesi olabilmek için belli bir eğitimden geçmek, partinin programını ve görüşlerini savunabilmek gerekir.
Partimize üyelik başvurusunda bulunan herkes önce "aday üye" olarak kaydedilir. Aday üye eğitimleri adıyla yapılan eğitim çalışmaları sonrasında parti üyeliğine geçiş mümkündür.
Bunun yanında B Tipi Eğitimler adıyla partinin bütün organlarında üye eğitimleri yapılır. Üye eğitimleri, Eğitim Bürosu tarafından her yıl, siyasal mücadelenin gerekleri doğrultusunda planlanır.
Bunun yanı sıra, bilimsel sosyalizmin temel kaynakları başta olmak üzere teorik ve ideolojik kitaplar üzerinden partide sorumluluk üstlenen üyelerimizle C Tipi Eğitimler adıyla okuma grupları oluşturulur.
Komünist partilerin simgeleri her şeyden önce emeği temsil ederler. Bu açıdan orak-çekiç amblemi, sınıflar mücadelesinde emeği ve sosyalizmi temsil eden tarihsel bir simge olarak ortaya çıkmıştır.
Dünya ölçeğinde ilk sosyalist devrim Rusya da gerçekleşirken, orak-çekiç işçi sınıfı iktidarının bayrağı olmuştur. Devrim sonrasında, işçi sınıfı iktidarı için mücadele eden neredeyse dünyadaki tüm komünist partiler, bu amblemi tercih etmişlerdir.
Aynı tarihsel kesite doğan ve 1920`de Bakü`de kurulan Türkiye Komünist Partisi`nin de amblemi orak-çekiç olarak belirlenmişti. İşçileri ve emekçileri temsil eden bu amblem, komünist partilerin hangi sınıfın çıkarlarını savunduğunu ve hangi sınıfın iktidar mücadelesini verdiğinin de göstergesidir.
Her ülkenin bayrağı tarihsel bir anlama sahiptir. Ülke bayraklarında ifade edilen şekiller ve renkler, aynı zamanda ülkelerin sahiplendiği değerleri de yansıtır. Bir siyasi akım olarak sosyalizm ise, eşitliği temsil ettiğinden kırmızı renk seçilmiştir.
"Sosyalizmi neden kızıl bayrak temsil ediyor? " sorusunun cevabı ise, sınıflar mücadelesi tarihinde yatmaktadır. 1871 Paris Komünü`nde katledilen işçilerin dökülen kanları, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin bayrağındaki kızıl renge dönüşmüştür.
Partimiz devlet yardımı almamaktadır. Aynı zamanda partimiz hiçbir şekilde sermaye gruplarından ya da dış odaklardan herhangi bir destek görmemektedir. İlkesel olarak partimiz, bu tür yardımlara şiddetle karşıdır. Komünist partilerin bağımsızlığı her şeyden çok önemlidir.
TKH, işçilerin, emekçilerin, halkın partisidir. Bütün gelirleri üye aidatları ve yayın gelirleri üzerinden sağlanmaktadır.
Kadın sorunu, sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir ve cinsiyete dayalı işbölümü ortadan kalkmadığı sürece çözülemeyecektir. Üretim sürecinin bir parçası olan kadınlar aynı zamanda ev işleri olarak tarif edilen işlerin de sürdürücüsü konumundadırlar. Bu işbölümünün yeniden üretilmesinde kadına yönelik her tür ayrımcılık önemli rol üstlenmektedir. TKH, insanlığın eşit ve özgür geleceğinin olmazsa olmaz bir parçası olan, kadınların eşitliği ve özgürlüğü için mücadele eder. Öte yandan kadınların sosyalizm mücadelesinin önemli bir gücü olduğunu vurgular. TKH, kadınların kapitalist toplumdaki eşitsiz konumlarına karşı siyasal ve ideolojik çalışma yürütür. Bu çalışma kadınların tarihsel eşitsizliğine yönelik yanlar barındırdığı gibi, sınıf karakteri de mutlak olarak taşır. Çünkü TKH, kadın sorununu yeniden üreten mekanizmaların sınıfsal temelleri konusunda tartışmasız bir fikre sahiptir.
TKH`nin ayrı bir kadın çalışması vardır. Fakat bu çalışma, Parti çalış-malarının dışında ve yalıtılmış olarak düşünülmemelidir. Tam aksine siyasal ve örgütsel çalışma yürütülen her yerde TKH aynı zamanda kadın çalışması da yürütür. Var olan eşitsiz konum nedeniyle, kadınların toplumsal hayatın ve özellikle işçi sınıfının siyasal mücadelesinin dışında durmaması için TKH ek mekanizmalar yaratır. Bu mekanizmalar başta kadın çalışması olmak üzere partinin bütünü tarafından hayata geçirilir. TKH, kadınların eşitliğinin ve özgürlüğünün, bugün ve yarın, biricik garantisidir.
Ayrı bir gençlik kolumuz yok. Bütün gençler doğrudan partiye üye olabilirler. Gençleri, partinin dışında gören ve partiden ayrı bir örgütsel modelin doğru olmadığını düşünüyoruz. Tam tersine komünist parti gençlerin partisi haline gelmelidir.
TKH`nin ayırt edici özelliği, gençliğin partisi olmasıdır. Türkiye, genç nüfusa sahip bir ülkedir. Toplumun önemli bölümü genç yaşlarda çalışma yaşamına atılmakta, işçi sınıfının parçası haline gelmektedir. İstikrarsız, hızla yoksullaştırılmakta olan, işsiz sayısının sürekli arttığı bir ülkede, gençlerin toplumun en dinamik yaş kuşağını oluşturması kaçınılmazdır.
Gelecek kaygısı, yaşamının kaderini eline geçirme arayışı, yeni bilgi ve becerilere ulaşma arzusu, gençlerin siyasal duyarlılığını da artırmaktadır. Zaten bu nedenle, yıllardır siyasi iktidarlar gençleri siyasetten uzak tutmanın yollarını aramışlardır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra faşist generallerin hemen devreye soktukları planlardan birisi üniversitelerle ilgili olmuştur. YÖK basit bir bürokratik düzenlemenin değil, gençliği teslim alma operasyonunun önemli bir halkası olarak kurulmuştur. Aynı operasyon liseler ve özellikle meslek liselerinde yürütülmüştür. Gençlerin alkol ve uyuşturucu bağımlısı haline gelmesi için sistematik bir çaba gösterilmiştir. Bu tabloda TKH`nin gençliğe özellikle önem vermesi çok değerlidir.
TKH ayrı bir gençlik örgütlenmesi, bu açıdan ayrı gençlik kolları şeklinde bir yapılanma yerine, gençlerin doğrudan partiye üye olabilecekleri bir yapıya sahiptir.
Liselilerin bir partiye resmi olarak üye olması şu anki siyasi partiler kanununa göre mümkün değildir. Siyasi partiler kanunundaki bu madde ülkemizde kurulmuş sömürü düzeninin gençliği nasıl dışladığına bir örnek teşkil etmektedir. O nedenle meşru sayılamaz. Oy verme hakkına sahip olan bir gencin bir siyasi partiye üye olamaması, hukuk ve özgürlükler açısından tam bir felakettir.
TKH, bu yasaklayıcı maddeyi meşru görmemekte ve liselilerin sosyalizm mücadelesine dâhil olmasının çeşitli yollarını yaratmaktadır. Hayatlarının henüz başlarındaki liselilerin binlerce yıllık insanlık tarihini öğrenmesi, sömürü ilişkilerini anlaması, bu kirli düzenin onlara pompaladığı kültürsüzlüğü reddetmesi TKH için önemli bir sorumluluktur. Bu nedenle, TKH liselilerin aydın, haksızlıklara boyun eğmeyen, ilerici, sorgulayıcı, hem dersleri hem de çevreleriyle ilişkileri açısından örnek birer insan olmaları için elinden gelen çabayı gösterir. TKH, gençlere ailelerini ve çevrelerini sosyalizm mücadelesiyle tanıştırmalarını öğütler.
Yüzünü TKH`ye dönmüş binlerce liseli "Sosyalist Liseliler" dergisini çıkarmak, okumak ve dağıtmak için görev almaktadır. Okullarındaki ve mahallerindeki arkadaşlarına solun, ilericiliğin ve sosyalizmin değerlerini anlatmaktadır. Okullarında kol faaliyetlerinde görev alır, tartışmalar, toplantılar, etkinlikler düzenler. Sanatsal ve kültürel faaliyetlere ilgi gösterir. "Sosyalist Liseliler" aynı zamanda bulundukları okullarda kendi birliklerini kurar, temsilcilerini belirler, okullarındaki ve ülkedeki gelişmelere karşı eylem ve etkinlikleriyle tepki verirler.
"Ben kişisel nedenlerden dolayı partili olamam" diyen dostlarımız olmakla beraber, TKH ile henüz yeni ilişkiye geçmiş, partiyi ve üyelerini daha yakından tanımak isteyen dostlarımız da bulunuyor.
Partimiz böyle düşünen dostlarına da kapılarını sonuna kadar açmaktadır.
Gelecek güzel günlere inanan her dostumuz, partili olamasa da sosyalizm mücadelesine katkıda bulunabilir. TKH`yi ve sosyalizm mücadelesini ilerletmek yalnızca parti üyelerinin değil, sömürü düzeninin çarklarının nasıl döndüğünü bilen her yurttaşın sorumluluğudur.
Bu mücadeleye katkı koymanın pek çok yolu vardır. Bir parti dostunun belki de en önemli katkısı, çevresindeki insanlara TKH`nin fikirlerini ve yayınlarını taşıyarak, onları da mücadelenin bir parçası haline getirmek olacaktır. Ayrıca parti örgütlerinin düzenlediği toplantılara katılmak, bu toplantılarda düşüncelerini ifade etmek, daha fazla insanın bu toplantılara katılmasını ve katkı koymasını sağlamak da oldukça değerlidir.
Parti`ye katkıda bulunmanın bir başka yolu ise düzenli bağışta bulunmaktır. TKH, hazine yardımı alan bir parti değildir. Bu yüzden partimizin üye ve dostlarının maddi katkıları büyük önem taşır. TKH gücünü üye ve dostlarından alır. Parti dostlarımız, ilişkide oldukları örgütümüze düzenli veya isteklerine göre bağışta bulunabilirler.