Türkiye Komünist Hareketi Üçüncü Kongre Raporu

Türkiye Komünist Hareketi Üçüncü Kongre Raporu

Genel Merkez Yazar: Genel Merkez -Eyl 18, 2023 0 Views

TÜRKİYE KOMÜNİST HAREKETİ

ÜÇÜNCÜ KONGRE RAPORU

08 AĞUSTOS 2023

BİRİNCİ BÖLÜM: EMPERYALİST DÜNYA SİSTEMİ

1. GÜNÜMÜZDE EMPERYALİST – KAPİTALİST SİSTEMİN GENEL DURUMU

Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonunda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) liderliğinde oluşturduğu ve temel unsurlarıyla bugüne kadar devam eden küresel yapılanma ekonomik, siyasal, askeri ve ideolojik açılardan önemli bir kriz içerisindedir.

Dünya sosyalist sistemine karşı emperyalizmin karakterine aykırı bir işbirliğini öne çıkartan ABD liderliğindeki emperyalist sistem, bir yandan “ortak düşman”ın ortadan kalkmasıyla tekrar emperyalist ülkeler arasındaki çelişki ve çatışmaların ortaya çıkmasına engel olamamakta, diğer yandan ise ABD’nin küresel hegemonyasının sürdürülmesinde yaşanan zorlukları ve müdahalelerine karşı ortaya çıkan direnç odaklarını aşmayı bir türlü becerememektedir.

Bütün bunlarla birlikte emperyalist-kapitalist sistem içinde ve genel olarak dünya siyasetinde ABD hegemonyasının çöküşe geçtiğini, ABD hegemonyasının bir aracı olarak doların saltanatının tamamen sona erdiğini ya da batı emperyalizminin liderliğinin karşısında “Avrasya yüzyılının başladığı”nı ifade eden görüş ve söylemler fazlasıyla abartılıdır ve gerçeğe aykırıdır. İçinden geçtiğimiz süreç, reel sosyalizmin çözülüşünden hemen sonra gündeme gelen tek kutuplu dünyadan emperyalist ülkeler arasındaki çelişki ve çatışmaların giderek arttığı ve geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısına benzer bir biçimde çok kutuplu bir dünyaya geçiş süreci ile bu sürecin çelişkilerinin ve dinamiklerinin belirleyici olduğu bir dönemdir.

2. ABD, EMPERYALİST SİSTEMDEKİ HEGEMONYASINI SÜRDÜRÜRKEN ZORLANMAKTADIR

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan dünyanın en güçlü ekonomisi ve en büyük silahlı gücü olarak çıkan, o dönemde küresel üretimin yarısını tek başına gerçekleştirmekte olan ABD, çözülme sürecine giren Büyük Britanya İmparatorluğu’ndan emperyalist-kapitalist sistemin liderliğini devralarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin başını çektiği dünya sosyalist sistemi ile yerkürenin hemen her yerinde yükselişe geçmiş olan anti-emperyalist hareketlere karşı yeni-sömürgeciliğin ve anti- komünizmin koç başı haline geldi.

Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından piyasacılık, özelleştirme, sosyal hakların budanmasını içeren “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleşme” etiketli emperyalizme yapısal uyum (teslimiyet) programlarını bütün dünyaya dayatan ABD’nin hegemonyası altında dünya ekonomisi giderek finansallaştırıldı. Kalkınma ve sınai üretim sosyalizm ile ilişkilendirilerek demode ilan edilip ulusal ekonomiler birer birer uluslararası finans- kapitalin insafına bırakılırken, eski sosyalist ülkelerin de sisteme entegrasyonuyla dünya çapında rezerv para haline gelen ABD doları küresel hakimiyetinin zirvesindeydi.

Eski sosyalist ülkelerin kapitalist sisteme bağlanmasının ardından paylaşım mücadelesi giderek emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin ve çatışmaların gün yüzüne çıktığı bir hal almaya başlamıştır. Yeni yüzyılda ve özellikle 2008 krizinin ardından, ABD’ye emperyalist-kapitalist sistemin liderliği ve küresel askeri gücü görevini üstlenmesi karşılığında paylaşım mücadelesinden büyük payı almasına izin verilen hiyerarşik dünya sistemi, gerek bu askeri gücün maliyetlerinin sürdürülebilir olmaktan çıkması gerekse giderek emperyalist-kapitalist sistemin doğasına uygun şekilde yerini emperyalist rekabete bırakmaya başlamıştır.

Gerek bu durum nedeniyle gerekse bölgesel güçler haline gelen ülkelerin emperyalist müdahalelere karşı geliştirdikleri direnç odakları sayesinde emperyalist-kapitalist sistemin 1945’ten sonra geliştirdiği dünya sisteminin aynı şekilde devam ettirilmesi imkanları giderek zayıflamış ve zayıflamaktadır. Bu açıdan ABD’nin hegemonyasının sürdürülmesinde de belirgin zorluklar ortaya çıkmıştır.

3. ABD EKONOMİSİ KRİZİN DERİNLEŞMESİ TEHLİKESİNİ BERTARAF EDEMEMEKTEDİR

Neoliberalizmin dünyaya dayattığı finansallaşma mali sermayenin türev araçlar gibi enstrümanlarla herhangi bir reel maddi karşılığı olmaksızın spekülatif olarak genişlemesinin yolunu açarken, gerek emperyalist ülkelerde gerekse bağımlı ülkelerde finansal krizlerin yaşanmasına, moratoryum ve iflaslara sebep oldu.

“Ekonomik genişleme, kriz ve yıkım” fasit dairesi içine sıkıştırılan ülkeler, IMF ve Dünya Bankası tarafından “acı reçeteler” karşılığında verilen kredilere bağımlı hale getirilirken, bu yolla az ve orta gelişkinlikteki “çevre” kapitalist ülkelerin kaynakları ABD başta olmak üzere emperyalist merkez ülkelerce sonu gelmez bir yağmaya uğradı.

Herkese düşük kaliteli konut kredisi veren ABD bankalarının kredi geri ödemelerinde yaşadıkları sorunların 2008 yılında likidite krizine dönüşmesi ve bir dizi bankanın iflasıyla sonuçlanması, dünyanın en güçlü ekonomisi addedilen ABD başta olmak üzere emperyalist-kapitalist sistemin iktisadi kırılganlığını olağanüstü arttırdı.

Bugün 1929 Büyük Ekonomik Buhranı’ndan sonra kapitalizmin yaşadığı en derin ekonomik kriz olarak nitelenmekte olan 2008 finansal krizinin uzun vadedeki etkileri, küresel üretim ve ihracatın ekseninin Güney’e kayması ve koronavirüs pandemisi sırasında yaşanan küresel iktisadi daralma ABD’nin ekonomik üstünlüğüne büyük darbeler indirmiştir.

ABD’nin son dönemdeki saldırganlığının nedenleri arasında, ABD’deki imalat faaliyetlerindeki düşüş, petrol fiyatlarının halihazırdaki seyri, küresel konut fiyatlarındaki düşme eğilimi, ABD bankalarındaki kredi sıkışıklığı, Avrupa banka kredilerindeki ve hisse senetlerindeki ve istihdamdaki zayıflama belirtilerinin krizin derinleşmesine işaret etmesi nedeniyle krizi aşmak üzere belli ölçülerde başarılı olan yeni dinamikler peşinde koşulması da yer almaktadır.

4. ABD DOLARI’NIN REZERV PARA OLMA NİTELİĞİ TEHDİT ALTINDADIR

ABD emperyalizminin tek kutuplu bir dünyada rahatça at koşturduğu günlerin geride kalmasına paralel olarak günümüzde ABD dolarının küresel hakimiyeti de giderek sorgulanmakta ve özellikle koronavirüs salgınından bu yana uluslararası ticarette yerli para birimlerinin ve/veya kripto varlıkların kullanılmasına dönük arayışlar ivme kazanmaktadır.

Doların hakimiyetine kısmen darbe vuran adımlardan biri, Maastricht Antlaşması çerçevesinde Avrupa Para Birliği’nin kurulmasının ardından avronun 1999’dan itibaren Avrupa Birliği’nde ortak para birimi olarak kabul edilmesi ve 2002 yılından sonra fiziken de tedavüle girmesiydi. Halihazırda AB üyesi olan ve olmayan 26 ülkenin para birimi olan avro, dolardan sonra dünyada kullanılan ikinci rezerv para konumundadır. Doların rezerv olarak tutulma oranı 2000’lerin başından itibaren gerilemekte, borçlu ülkelerin rezerv para çeşitlendirmesine gittiği görülmektedir.

ABD emperyalizminin ekonomik ve/veya siyasi yaptırımlarına muhatap olan Çin, Rusya ve İran başta olmak üzere (Türkiye’nin de içlerinde olduğu) bir dizi ülke, kendi aralarındaki ticareti dolar yerine ulusal para birimleriyle gerçekleştirme ve dolar rezervini altına çevirme yönünde adımlar atmaktadır. 2008 krizinden bu yana söz konusu ülkeler altın rezervlerini büyük oranlarda arttırmakta, buna paralel olarak altın fiyatları da dünya çapında yükselmektedir.

5. “NEOLİBERALİZM VE KÜRESELLEŞME” İFLAS ETMİŞTİR

1980’li yıllardan itibaren emperyalist merkezlerce bütün dünyaya empoze edilen küreselleşmeci ve neoliberal politikalar özetle:

  • Özel sektörün büyümenin temel motoru haline getirilmesi
  • Devlet aygıtının ve bürokrasinin küçültülmesi,
  • İthalat üzerindeki gümrük tarifelerinin kaldırılması veya düşürülmesi,
  • Kotaların ve yerel tekellerin kaldırılması,
  • Devlete ait sanayi kuruluşlarının ve kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi,
  • Sermaye piyasalarının serbestleştirilmesi,
  • Ülkedeki sektörlerin, hisse senedi ve tahvil piyasalarının doğrudan yabancı mülkiyete ve yatırıma açılması,
  • Rekabeti olabildiğince artırmak için ekonominin devlet düzenlemelerinden arındırılması,
  • Bankacılık ve telekomünikasyon sistemlerinin özel mülkiyete ve rekabete açılması,
  • Kamusal sosyal güvenlik sistemi yerine özel bireysel emeklilik fonlarının teşvik edilmesi,
  • İş güvencesinin ve işçi sınıfı tarafından uzun tarihsel mücadeleler sonucu elde edilmiş hak ve kazanımların yok edilmesi

adımlarının atılmasını zorunlu tutuyor, bunların harfiyen yerine getirilmesi halinde kalkınmanın ve verimliliğin sağlanacağı, enflasyon oranının düşük tutulabileceği, fiyat istikrarının sağlanabileceği, az ve orta gelişmiş ülkelerin gelişmiş batı ülkelerini yakalayabileceği iddia ediliyordu. Bu küreselleşme ve iktisadi dönüşüm sürecine ise IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD gibi emperyalizmin bekçi köpekliğini yapan çokuluslu oluşumlar nezaret ediyordu.

Oysa küreselleşme geliştikçe, gelişmiş ülkelerin daha da zenginleştiğine, kapitalist piramidin alt sıralarındaki ülkelerin bir borç sarmalına sokularak emperyalist merkezlerin esiri haline getirildiğine, ulusal ekonomik işletmelerin tasfiye edildiğine, ulusal varlıkların yağmalandığına, gelir dağıtımının kabul edilmez biçimde adaletsiz bir hal aldığına, sömürünün ve güvencesizliğin korkunç boyutlara ulaştığına tanık olundu.

ABD hazinesi karşılıksız bastığı paraları, bağımlı ülkelere dış borç olarak verdi. Bu ülkelere dayatılan esnek kambiyo rejimleri, Merkez Bankalarının “bağımsızlığı” prensibi, bankacılık standartlarının uluslararası finans kapitalin çıkarlarına göre belirlenmesi ve sermaye piyasalarının dışa “açılması” ABD dolarının hegemonyasını güçlendirirken, borçlandırılan ülkeler bir süre sonra ulusal paralarını, ekonomik ve siyasi istikrarlarını koruyamaz hale geldiler.

Neoliberalizmin ve küreselleşmenin doğrudan sorumlusu olduğu bu olumsuzlukların yanı sıra, emperyalist-kapitalist sistemin 2008 finansal krizinden bu yana döngüsel olarak yaşadığı iktisadi krizlerin bir türlü atlatılamaması, ABD ve Avrupa Birliği başta olmak üzere sistemin merkezindeki gelişmiş kapitalist ülkelerde ekonomik sıkışmanın sürmesi, İngiltere’nin Brexit kararı ve koronavirüs salgını sırasında neoliberal esaslara göre yönetilen devletlerde yaşanan büyük insani felaketler, neoliberalizmin ve küreselleşmenin iflasını apaçık gözler önüne sermiştir.

6. PANDEMİ SONRASI “DEVLETİN GERİ DÖNÜŞÜ” VE YENİ POLİTİK MEVZİLENMELER

6.1. Altı milyondan fazla insanın yaşamını yitirdiği, insanlığın yarısının, yani üç milyardan fazla insanın eve kapanmak zorunda kaldığı küresel bir felakete dönüşen Kovid-19 salgını, emperyalist-kapitalist sistemin 1990’lardan bu yana yaşadığı döngüsel iktisadi krizlerin tamamından çok daha büyük bir kayba neden olmuş, ekonomik bakımdan II. Emperyalist Paylaşım Savaşı ile kıyaslanabilecek bir yıkıma yol açmıştır. Neoliberal politikalarla şekillendirilen kapitalist ekonomiler, pandeminin yarattığı felaket tablosu ile başa çıkmak ve yurttaşların en temel ihtiyaçlarını karşılamak konusunda başarısız olmuşlardır.

6.2.  ABD ve Brezilya başta olmak üzere bir dizi kapitalist ülke yönetimi pandeminin yarattığı felaket ölçeğindeki sosyal sonuçlara karşı adeta bir vurdumduymazlık içerisinde yurttaşlarının yaşadığı can kayıplarına kayıtsız kalırken, diğer birçok ülke hükümetleri kendilerini neoliberalizmin ve serbest piyasacılığın en temel tezlerine aykırı biçimde devleti ve kamu gücünü devreye sokarak vergi affı getirmek, işçi primlerini ödemek ve salgından en fazla etkilenen emekçi kitlelere sosyal yardımlar sunmak şeklinde adımlar atmak mecburiyetinde bırakan bir toplumsal basınç altında kalmışlardır.

6.3. Kontrolsüz biçimde kâr maksimizasyonu peşinde koşan serbest piyasanın devlet müdahaleleriyle dizginlenmesi, kamu yatırımlarının arttırılması, ulusal sınırların düzensiz göçe karşı korunması, gümrük duvarlarının yeniden yükseltilmesi, finansal sermayenin spekülatif ve sanal büyümesinin yerine üretime dayalı, kendi kendine yeterli reel milli ekonomilerin güçlendirilmesi yönündeki talepler, pandemi sonrasında sadece sol kesimler tarafından değil, emperyalist-kapitalist sistemin bekasından ve restorasyonundan yana unsurlar tarafından da savunulur hale gelmiştir.

6.4. Dünya ekonomisinin liderliğini sürdürmekte zorlanan, ekonomisi derin bir bunalım içerisinde olan, işsizlik oranı hızla tırmanan, gelir dengesi giderek bozulan, pandemi sırasında yaşanan tablo nedeniyle emekçi kitlelerde ülkeyi yönetenlere karşı güvensizliğin arttığı ABD’nin içindeki sınıfsal çelişkiler de keskinleşmekte ve Trump yanlılarının Kongre baskınında tanık olunduğu üzere, ülke içinde oldukça uzun süreden beri rastlanmayan düzeyde bir siyasal çatışma ortamı oluşmaktadır. Emperyalist- kapitalist sistemin amiral gemisinde yaşanan bu gelişmelerin sistemin diğer halkalarında da neoliberalizmin, küreselleşmenin ve ABD ekonomisine finansal bağımlılığın sorgulanması bağlamında bir dizi siyasi yansıması giderek belirginlik kazanmaktadır.

6.5. İdeolojik ve siyasi düzlemlerde “ulus devlet” temelinde korumacı, milliyetçi, muhafazakâr, otoriter sağ eğilimler güçlenmekte, göçmen sorunu ve ucuz yabancı emek gücünün rekabeti gibi temaları merkeze koyan ırkçı-faşist hareketler gitgide palazlanmaktadır.


Fransa’da Cezayir asıllı 17 yaşındaki bir gencin katledilmesiyle patlak veren son olaylarda da görüldüğü üzere, emperyalist-kapitalist sistemin merkez ülkelerinin üzerinde sömürgeci geçmişlerinin laneti gezinmekte, uzun yıllar boyu Afrika’nın, Asya’nın, Latin Amerika’nın yoksul halklarının boynuna geçirdikleri kölelik zincirleri dönüp dolaşıp bugün kendi ayaklarına dolanmakta, bu ülkelerin metropolleri sömürgeciliğin diyetini öder hale gelmektedir.

6.6. Günümüzde ülkemiz dahil birçok ülkede milliyetçi, ırkçı-faşist eğilimlerin kendilerine payanda edindikleri düzensiz göç ve mülteci sorununun baş sorumlusu emperyalizmdir.

ABD emperyalizminin 2001 yılından bu yana sözde terörle mücadele adına yürüttüğü savaşlarda ve askeri operasyonlarda 335.000’i sivil olmak üzere 900.000’den fazla insan yaşamını yitirmiş, milyonlarcası yaralanmış ve on milyonlarca insan yerinden edilmiştir.

2003 Irak Savaşı’nda, 16.000’den fazlası doğrudan ABD ordusu tarafından olmak üzere 200.000 ila 250.000 arasında sivil öldürülmüş ve bir milyondan fazla insan evsiz kalmıştır. Suriye’de 2016 ve 2019 yıllarındaki çatışmalarda, 3.833’ü ABD öncülüğündeki koalisyon uçaklarının bombardımanlarında olmak üzere yarısı kadın ve çocuklardan oluşan 33.584 sivilin katledildiği belgelenmiştir.

ABD emperyalizmi sahneye koyduğu sözde Arap baharı ile birlikte dünya çapında 37 milyon mülteci yaratmıştır. Bunlardan yalnızca Suriyeli mültecilerin sayısı 2012 yılından bu yana on kat artmıştır.

Emperyalizmin Afganistan’da yirmi yıldır sürdürdüğü savaşta 47.000 sivil ile Afgan kolluk kuvvetlerinden 66.000 ila 69.000 kişi öldürülmüş, 10 milyondan fazla insan yerinden edilmiş, ülkeyi harabeye çeviren ABD ordusunun çekilmesinin ardından zaferini ilan eden ve Afganistan halkını yeni bir ortaçağ karanlığına sürükleyen Taliban kuvvetleri büyük bir mülteci dalgasına daha yol açmıştır.

6.7.  Bu gelişmeler işçi sınıfının tek tek kendi ülkelerinde emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadelesinin zayıflığı ölçüsünde, başta sistemin gelişkin halkalarında olmak üzere milliyetçi, ırkçı, faşist hareketlerin yükselişine ve birikim sürecindeki tıkanmaları aşma arayışındaki iktidarların giderek otoriterleşmesine zemin hazırlamaktadır.

Ancak neoliberalizmin ve küreselleşmenin iflasının aynı zamanda 1990’lı yılların karşıdevrimci atmosferinden bu yana otuz yıldır devam eden, sosyalizmden ve kapitalizm karşısında alternatif bir dünya arayışından kaçış eğiliminin gücünü yitirmesi anlamını da taşıdığı görülmelidir. Kapitalizmin hayatın merkezine sermayeyi, kârı ve kişisel menfaatleri koyan, toplumu atomize eden bireyci, kimlikçi, çıkarcı, kısa yoldan köşe dönmeye odaklı düşünce sistematiği itibar kaybına uğramakta, geniş kitlelerde kamucu, paylaşımcı, üretime dayalı bir toplumsal yaşam özlemi yeniden yeşermektedir.

6.8. Tüm insanlığı etkisi altına alan pandemi sırasında en gelişmiş kapitalist ülkelerde sağlık hizmetleri başta olmak üzere halkın en temel ihtiyaçlarının karşılanması konusunda yaşanan acizlik ve kayıtsızlık karşısında, sosyalist Küba ve Çin gibi sosyalist yönelimli merkezi planlamayı kullanan ülkelerin salgınla mücadelede, halk sağlığının korunmasında kaydettikleri büyük başarılar ve bu başarılarını dünyanın geri kalanı ile de paylaşma konusunda izledikleri dayanışmacı tutum, dünya halklarına umut aşılamıştır.

Neoliberalizmin ve küreselleşmenin çöküşüyle birlikte önümüzdeki dönemde sosyalizmin sınıfsız-sömürüsüz bir dünya çağrısı, bir avuç sömürücü asalak azınlık dışında insanlığın geniş emekçi kesimlerinde yeniden ve daha fazla karşılık bulacak, yeryüzünün lanetlileri bir kez daha emperyalist efendilerin uykularını kaçırmaya başlayacaktır.

7. TEK KUTUPLU DÜNYANIN SONU VE ABD EMPERYALİZMİNİN KARŞI HAMLELERİ

ABD hegemonyasının küresel ölçekte gerilemesi ekonomik düzlemle sınırlı kalmamış, başka birçok alanda da belirginleşmiştir. Emperyalist-kapitalist sistemin 2008 yılından bu yana döngüler halinde yaşamakta olduğu yapısal kriz, reel sosyalizmin çözülüşünü izleyen dönemde ABD’nin kendisini dünyanın efendisi ilan ettiği tek kutuplu dünyanın sonunu hızlandırmıştır.

Bu açıdan öncelikle Avrupa Birliği ve Almanya-Fransa ekseni ile yaşanan krizlere dikkat edilmelidir. Almanya ve Fransa’da muhafazakar sağ iktidarlar uzunca bir süre NATO’nun askeri harcamalarının paylaşılmasında ayak diremiş, bunun açık krizlere dönüşmesine izin vermiş, kendi sermaye sınıflarının çıkarları çerçevesinde Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerle kendi ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi sürdürmüşlerdir.

Öte yandan, İran ile yapılan nükleer anlaşmasının ABD tarafından bozulmasına ses çıkartamayan Almanya-Fransa ekseni, bu anlaşma ile İran’da elde ettiği ortaklıkları da terk etmeyi kabullenerek henüz ABD’nin hegemonyasını bütünüyle tehdit eden bir dinamik haline gelemediğini göstermiştir. Bu bağlamda, Almanya’da yaşanan iktidar değişikliği sonrasında Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesine karşı liberal Yeşiller hareketinin savaşın yayılması tehlikesini özellikle tahrik ederek açıkça ABD ve NATO’dan yana aldığı tavır da benzer bir örnek sayılabilir.

Bununla birlikte tek kutuplu dünyanın emperyalist-kapitalist sistemin özüne uygun olarak emperyalist ülkeler arasındaki çelişki ve çatışmaların giderek arttığı ve tıpkı geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısı boyunca olduğu gibi çok kutupluluğa doğru gittiğinin bir kez daha ifade edilmesi gerekmektedir.

Öte yandan, ABD’nin bir yandan müttefiki olan bağımlı ülkelere eskisi gibi rahatça söz geçirmekte belli ölçülerde zorlanmakta diğer yandan da Rusya, Çin, Hindistan gibi yükselen bölgesel güçlerin dirençleri karşısında göreli olarak zorlanmaktadır.

ABD emperyalist savaş makinesinin uzun yıllar işgal altında tuttuğu Irak ve Afganistan’dan çekilmek zorunda kalması ve Suriye’deki vekalet savaşında yaşadığı başarısızlık, ABD hegemonyasının küresel ölçekteki gerilemesinde ve imaj kaybında katalizör işlevi görmüştür.

Emperyalist-kapitalist sistemin yapısal krizinin derinleşmesiyle zincirin halkaları arasındaki iç rekabet kızışmakta, küresel gerilim ve çatışmalar artmakta, sistemin bölgesel fay hatları giderek belirginleşmektedir.

Bununla birlikte ABD hegemonyasının tamamen çöktüğü, doların saltanatının sona erdiği, “Avrasya yüzyılının başladığı” gibi söylemler fazlasıyla abartılıdır ve açıkça gerçeğe aykırıdır.

ABD’nin son yıllardaki yıllık ortalama askeri bütçesi 700 milyar ABD dolarını aşarak dünya toplamının yüzde 40’ını oluşturmuştur. Bu rakam ABD’nin arkasından gelen ilk 15 ülkenin toplamından daha fazladır. Halihazırda ABD’nin denizaşırı ülkelerde yaklaşık 800 askeri üssü ve 159 ülkede konuşlanmış 173.000 askeri bulunmaktadır.

Keza ABD dolarının küresel rezerv para konumu artık rakipsiz olmamakla birlikte, uluslararası ticaretin yerel para birimleri üzerinden gerçekleştirilmesi ve tekil ülke ekonomilerinin dolara bağımlılığına son verilmesi kısa vadede hayata geçirilebilecek hedefler olmaktan ziyade, giderek güçlenen eğilimler olarak okunmalıdır.

ABD emperyalizmi kendi hegemonyasına dönük tehditleri ortadan kaldırmak ve içinde bulunduğumuz çok kutuplu dünya realitesini tersine çevirmek için karşı hamleler geliştirmekte, stratejisinin merkezine Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuşatılmasını yerleştirmektedir. ABD, hegemonyasını korumak amacıyla başta Doğu Avrupa, Ortadoğu, Pasifik ve Latin Amerika olmak üzere emperyalist-kapitalist sistemin fay hatlarından bazılarını çeşitli provokasyonlar, müdahaleler ve çatışmalar yaratarak kasten derinleştirmektedir:

8. DOĞU AVRUPA FAY HATTI VE RUSYA

8.1. ABD emperyalizmi son on yıldır Polonya, Çekya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan gibi birçok ülkeye Rusya’yı hedeflediği açık olan füzeler yerleştirmekte, bu ülkelerde askeri üsler kurmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından, “Sovyetler Birliği tehdidine karşı Avrupa’nın korunması” gerekçesiyle kurulduğu iddia edilen NATO, Sovyetler Birliği’nin çözülmesine ve Varşova Paktı’nın dağılmasına karşın hâlâ varlığını sürdürdüğü gibi, yeni katılımlarla Doğu’ya doğru sistematik biçimde genişlemekte ve Rusya’ya karşı bir kuşatma/çevreleme harekâtı yürütmektedir.

8.2. Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti 1999 yılında, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya 2004 yılında, Arnavutluk ve Hırvatistan 2009 yılında, Karadağ 2017 yılında, Kuzey Makedonya ise 2020 yılında ABD tarafından NATO’ya üye yapılmıştır. 2022 yılında müracaat eden Finlandiya ve İsveç’ten ilki üyeliğe alınmıştır, ikincisinin üyeliği ise Türkiye ile pazarlık sürecindedir. NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesi, Rusya çevresine silah ve füzeler konuşlandırması Rusya üzerinde ağır bir baskı yarattığı gibi, Avrupa’daki nükleer stratejik dengeyi de bozmuştur.

8.3. ABD emperyalizminin Rusya’yı NATO üsleriyle kuşatma çabalarının asıl hedefi Rusya’nın siyasi birliğini ve askeri gücünü ortadan kaldıracak şekilde ülkenin birkaç parçaya bölünmesidir. Bu amaç doğrultusunda Rusya’nın eski Sovyet coğrafyasındaki etkisini kırmak üzere sahneye konan renkli devrimler (Gürcistan’daki “Gül Devrimi”, Ukrayna’daki “Turuncu Devrim” ve Kırgızistan’daki “Lale Devrimi”) benzeri teşebbüsler Rusya’nın en yakın müttefiki Belarus’ta Lukaşenko iktidarına karşı ve doğrudan Rusya’da ABD yanlısı muhalif gazeteci Navalniy aracılığıyla Putin’e karşı da denenmiş ancak başarı elde edilememiştir. Emperyalizmin Rusya’yı istikrarsızlaştırma çabaları ekonomik ve teknolojik ambargolar, siber saldırılar, itibar kırıcı çeşitli kampanyalar üzerinden devam ettirilmektedir.

8.4. Ukrayna’daki savaş, ABD’nin küresel hegemonyasının aşındığı ve kimi AB liderlerince “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” tespitlerinin yapıldığı bir dönemde, ABD emperyalizminin soğuk savaş döneminin batı ittifakını yeni bir format atarak canlandırma girişimlerinin dolaysız ürünüdür. Rusya, ABD’nin ve NATO’nun saldırgan emelleri karşısında stratejik savunma halindedir. NATO’nun 2022 yılında açıklanan Stratejik Konsept belgesinde Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti baş düşman olarak saptanırken, “Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu arasında derinleşen stratejik ortaklık ve kurallara dayalı uluslararası düzeni bozmaya yönelik karşılıklı olarak birbirini güçlendiren girişimleri, değerlerimize ve çıkarlarımıza aykırıdır.” denilerek bu iki ülkenin birbiri ile yakınlaşmasının NATO için bir tehdit olduğu da açıkça vurgulanmaktadır.

8.5. Sosyalist hareket içerisinde Rusya’yı emperyalist olmakla, yayılmacılıkla, Rus Çarlarının izinden gitmekle suçlayarak onu ABD emperyalizmi ile eşitleyen, Ukrayna Savaşı’nı emperyalistler arası bir savaş olarak nitelendirerek “ne ABD ne Rusya” şeklinde bir politik tutum, işçi sınıfı saflarında kafa karışıklığı yaratmakta ve emperyalizmin ekmeğine yağ sürmektedirler. Rusya’daki kapitalist düzenin hangi gelişkinlik seviyesinde olduğundan bağımsız olarak, öncelikle şu noktanın altı kalın şekilde çizilmelidir: Dünya işçi sınıfının, emekçi yığınların ve barışın baş düşmanı ABD emperyalizmi ve NATO’dur. Bir NATO üyesi olan Türkiye’nin komünistleri, Ukrayna rejiminin yenilgisinin kendisine vekil olarak bu ülkeyi seçmiş olan ABD’nin ve NATO’nun yenilgisi anlamına geldiğini gayet iyi bilirler ve kayıtsız şartsız ABD emperyalizminin ve NATO’nun yenilgisi için mücadele ederler.

8.6. Lenin’in kapitalizmin en yüksek aşaması olarak adlandırdığı emperyalizmin ayırt edici özellikleri, finans-kapitalin, tekelleşmenin ve meta ihracı yerine sermaye ihracının baskın hale gelmesidir. Sermayenin dolaşımının küresel hale geldiği günümüz dünyasında hemen her kapitalist ülke belli bir oranda sermaye ihracı yapabilmektedir. Günümüzde emperyalist ülkeleri, diğer kapitalist ülkelerden ayırt eden ölçütler; finans kapitalin, tekellerin büyüklüğünün ve ülkenin gerçekleştirdiği sermaye ihracının hacminin o ülkenin kapitalist sınıfına dünya ölçeğinde bir paylaşım kavgasına girme imkânı tanıyacak seviyede olup olmadığı, ayrıca ülkenin askeri gücünün de yine bu ölçekteki bir paylaşım kavgasında kendi kapitalist sınıfını destekleyecek çapta olup olmadığıdır. (Örneğin günümüzde her ikisi de belli ölçülerde sermaye ihracı gerçekleştirebilen, ülkelerinin burjuvazisini bölgesel çıkar çatışmalarında destekleyebilecek gelişkinlikte birer askeri gücü bulunan -hatta biri dünyanın en kalabalık ve muharebe deneyimli ordularından birine diğeri ise nükleer kapasiteye sahip- Türkiye ve Hindistan’ın emperyalist ülkeler kategorisinde yer almadıkları açıktır).

Putin liderliğindeki Rusya Federasyonu’nun, Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrimin baş sorumluları tarafından kurulmuş, milliyetçi-muhafazakâr ve oligarşik bir yönetime sahip kapitalist bir devlet olduğu tartışmasızdır.

Ancak dünyanın ABD’den sonraki en büyük askeri gücüne sahip olmasına, geniş bir nükleer envanterinin, ekonomisini destekleyecek doğalgaz ve petrol rezervlerinin bulunmasına rağmen, dünya çapında bir bölüşüm kavgasına girme kabiliyeti olmayan, sermaye ihracından çok sahip olduğu doğal kaynakları satarak meta ihracı gerçekleştiren, Rusya’nın emperyalist bir ülke olarak nitelenmesi, Leninci emperyalizm teorisinin özünü kavramaktan uzak, ilkel bir emperyalizm kavrayışının tezahürüdür.

8.7. Mevcut konjonktürde ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerin baskısından kurtulmak için Rusya’nın ve Belarus’un, tıpkı Suriye gibi objektif olarak emperyalizm karşıtı bir çizgiye yerleştiği görülmelidir. Emperyalizmin Ukrayna, Gürcistan ve Belarus’taki müdahalelerine Rusya tarafından verilen sert tepkiler, Rusya’nın siyasi ilişkilerde eşitlik, karşılıklı çıkarlara saygı ve iç işlerine karışmama konularındaki taleplerinin ABD tarafından dikkate alınmaması neticesinde, doğrudan ülkenin siyasi bağımsızlığına yönelen saldırgan bir emperyalist kuşatma siyasetine karşı atılan adımlar olarak okunmalıdır.

8.8. 2022 yılından beri sürmekte olan ve Ukrayna halkına büyük acılar yaşatan savaşın baş sorumlusu, NATO ve ABD emperyalizmi ile işbirlikçi-faşist Ukrayna rejimidir. Seçimle işbaşına gelmiş hükümeti Soros finansmanlı kanlı bir darbeyle devirerek iktidara gelen, Donbass bölgesinde açıkça etnik temizlik yapmaya girişen, oy oranı yüzde yirmilere varan Ukrayna Komünist Partisi’ni ve diğer ilerici-sol örgütleri yasaklayan, başta Rusça olmak üzere halkın önemli bir bölümünün ana dilini kullanmasına engel olan, Lenin’in ve Kızıl Ordu kahramanlarının anıtlarını yıkıp yerine Nazilerle omuz omuza soykırım suçu işleyen faşist katil Stepan Bandera’nın heykellerini diken, Azov Taburu ve Sağ Sektör gibi paramiliter Nazi örgütlerin ülkede terör estirmesine göz yuman ve teşvik eden Ukrayna rejiminin yıkılması ve NATO’ya katılma heveslerinin kursağında bırakılması dünya işçi sınıfı ve emekçi halkları için ilerici bir adım olarak görülmelidir.

8.9. Putin liderliğindeki Rus kapitalizminin NATO desteğini arkasına alan Ukrayna rejimine karşı süratli ve tayin edici bir zafer kazanma konusunda sergilediği başarısızlık ve kapitalist Rusya’da açığa çıkan rejim içi çelişkiler, kapitalizmi benimsemiş bir Rusya Federasyonu’nun ABD emperyalizmine ve NATO’ya direnme potansiyelinin sınırlarını ortaya koymaktadır. Ukrayna savaşında olası bir askeri başarısızlığın ülke içerisinde yaratabileceği siyasi kırılmaların kapitalizmin daha radikal biçimde sorgulanmasına neden olabileceğinin ve emekçi halk nezdinde Sovyetler Birliği’nin yeniden kurulması yönündeki arzuların rejim karşıtı yeni bir kabarışa varabileceğinin farkında olan oligarşik Rus kapitalizminin, mevcut durumun sürdürülemezliğinin belirginleşmesi halinde kendi bekasını güvence altına almak için ABD emperyalizmine belirli tavizler içeren yeni bir uzlaşma zeminini zorlamaya dönük alternatif siyasi girişimlerde bulunması ihtimali de kesinlikle göz ardı edilmemelidir.

8.10. Bölge açısından stratejik mücadele alanlarından birini de Karadeniz oluşturmaktadır. NATO’nun Rusya’yı çevreleme siyasetinin bir parçası olarak genişlediği bölgelerden biri olan Karadeniz buna paralel olarak askeri varlığını arttırma planlarının da sürekli olarak odağında yer almaktadır. Bu çerçevede, Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi’nden doğan kilit rolünün önemi de vurgulanmalıdır. Başta ABD donanması olmak üzere NATO donanmalarının Karadeniz’deki etkinliğini sınırlayan bu uluslararası sözleşmenin aynı zamanda Türkiye’nin egemenlik hakları ve bağımsızlığı açısından da Lozan Antlaşması’nın tamamlayıcısı niteliğinde olduğu unutulmamalıdır. Karadeniz Donanması Ukrayna Savaşı’nda zarar gören Rusya’nın görece zayıflayan konumunun bir fırsat olarak görülerek NATO saldırganlığının artması ihtimali ve Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açmaya hevesli yaklaşımları dikkatle izlenmelidir.

9. ORTADOĞU FAY HATTI

ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi ve sözde Arap Baharı ile bölge ülkelerini kendi çıkarları doğrultusunda tam bir biat ilişkisi içerisinde dizayn etme çabaları iflas etmiştir. Suriye Arap Cumhuriyeti’nin 2011 yılından bu yana emperyalizme ve onun yerli işbirlikçisi İslamcı çetelere karşı ülkenin bağımsızlığı ve egemenliği için sergilediği büyük direniş ABD’nin bölgesel planlarını allak bullak etmiştir. On yıllardır işgal ettiği Irak ve Afganistan’dan başarısızlıkla ordusunu geri çeken ABD bölgede Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi geleneksel müttefikleri ile de giderek derinleşen sorunlar yaşamaktadır.

Özellikle ABD’nin en sadık kukla rejimlerinden biri olagelen Suudi Arabistan’ın Çin Halk Cumhuriyeti ile bir stratejik ortaklık anlaşması imzalaması ve yine ÇHC arabuluculuğunda İran ile yedi yıl aradan sonra diplomatik ilişkilerini yeniden tesis etmesi; bölgede ABD emperyalizminin İsrail’in güvenliğinin sağlanması, Suriye’nin parçalanması, emperyalizme göbekten bağlı bir Kürt devletinin kurulması, İran’ın abluka altına alınması ve bu ülkenin Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Yemen’deki etkisinin kırılması şeklindeki stratejik öncelikleri bakımından önemli pürüzler yaratabilecek yeni stratejik dizilim ve mevzilenmelerin habercisi olarak okunmalıdır.

Partimiz Suriye Arap Cumhuriyeti ve Filistin başta olmak üzere bölgede emperyalist saldırganlığın hedefi haline getirilen tüm ülkelerin yanında yer almayı anti-emperyalist bir görev görür ve sürdürür.

10. DOĞU AKDENİZ FAY HATTI

Doğu Akdeniz, coğrafi olarak Süveyş Kanalı’na ve Ortadoğu’ya hâkim doğal bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs adasına sahip olmasıyla beraber, hidrokarbon ve doğalgaz rezervlerinin keşfedilmesiyle kıyıdaş ülkeler başta olmak üzere son yıllarda uluslararası enerji tekellerinin, emperyalist devletler ve kurumların yakından takip edip açıktan konum aldığı bir başlık haline gelmiştir. Exxon Mobil, Total, Eni, Shell, British Petroleum gibi enerji tekelleri Doğu Akdeniz’de doğalgaz ve petrol arama ve çıkarma faaliyetleri için bölge ülkeleriyle anlaşmalar imzalayıp dönem dönem emperyalistlerin donanmalarının eşliğinde bölgede faaliyetlerde bulunmaktadır.

Doğu Akdeniz ve Ege’de kıta sahanlığı, adalar ve Kıbrıs başlıklarında Türkiye ve Yunanistan arasında zaman zaman yükselen tansiyon, gerginliğin sadece görünen kısmı ve iki ülkenin iç politikalarında halklarına karşı kullanılan bir konsolidasyon malzemesidir. Buz dağının görünmeyen kısmı ise bölgede münhasır ekonomik bölgeler oluşturup enerji rezervlerinin uluslararası enerji tekellerine kimin pazarlayacağı ve kimin nakledeceği kavgasıdır.

AKP’nin mezhepçi dış politikası neticesinde Mısır ve diğer kıyıdaş ülkeler ile diplomatik bağların koparılması Doğu Akdeniz’de deniz alanlarının sınırlarının belirlenmesi konusunda diplomasi yürütülecek kıyıdaş ülke kalmamasına neden olmuş ve Türkiye AKP tarafından bölgede yalnız bırakılmıştır. AKP’nin Mısır ve diğer bölge ülkeleriyle normalleşme arayışının ve diplomatik bağları yeniden tesis etme çabasının nedenlerinden birisi de Doğu Akdeniz’deki rezervlerden pay sahibi olup uluslararası tekellere pazarlama isteğidir. Yunanistan hükümetlerinin son yıllarda genelde Avrupa; özelde Fransız emperyalizmine yaslanarak konumlanması iki ülke emekçilerinin milliyetçi söylem ve politikalarla birbirinden uzaklaştırılmasına hizmet etmektedir. Krizin asıl sebebi uluslararası enerji tekellerine enerji rezervlerinin hangi ülkenin kapitalistleri tarafından aktarılacağı meselesidir.

11. ASYA – PASİFİK FAY HATTI

Emperyalizm Asya-Pasifik bölgesini uluslararası tekelci sermayenin emelleri doğrultusunda kontrol altında tutmak için UKUSA Antlaşması (Beş Göz – ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda) ve AUKUS Paktı (ABD, İngiltere ve Avustralya) gibi çeşitli şer odakları eliyle bölgede bölünme ve çatışmaları körüklemektedir.

Hint Okyanusu’nda Hindistan ve Çin; Keşmir bölgesinde Hindistan ve Pakistan; Güney Çin Denizi’nde Çin, Vietnam, Filipinler, Endonezya ve Malezya arasındaki sorunların çözümsüz hale gelmesi ve gerginliğin tırmanması emperyalizm tarafından sürekli kışkırtılmakta, Tayvan, Hong Kong ve Şincan Uygur Bölgesi sorunları üzerinden Çin Halk Cumhuriyeti kıskaç altına alınmak istenmekte, bölgenin doğal zenginliklerinin uluslararası tekelci sermaye tarafından yağmalanması için en elverişli koşullar yaratılmaya çalışılmaktadır.

Temel motivasyonu, kuşatılarak kendi coğrafyasına hapsedilme teşebbüslerini bertaraf etmek, enerji kaynak ve nakil hatları ile ticaret yollarının güvenliğini sağlamak, dünya genelinde ekonomik ve siyasi etkisini daha da arttırmak olan Çin Halk Cumhuriyeti, son yıllardaki ekonomik büyümesinden güç alarak hayata geçirmeye çalıştığı Tek Kuşak Tek Yol projesi ve merkezinde durduğu Şanghay İşbirliği Örgütü ile BRICS gibi iktisadi birliklerle tekil çıkarları emperyalist güçlerinkiyle çelişen bölgesel kapitalist güçleri bir araya getirmek suretiyle bölgede ABD emperyalizminin hegemonyasına karşı bir ağırlık oluşturmaya çalışmaktadır.

Güney Çin Denizi’nde Çin dışındaki başta Malezya ve Tayvan olmak üzere kıyıdaş ülkeler, Güney Çin Denizi krizini emperyalist kurumların ve enerji tekellerinin gündemine getirip konuyu çok taraflı bir hale getirmiş, Kuzey Çin Deniz’inde de Japonya, enerji kaynakları üzerinden ABD emperyalizmini arkasına alarak Çin’in bölgedeki etkinliğini kısıtlamaya girişmektedir. Gelecekte Doğu Çin Denizi olası çatışmalara ya da yoğun tartışmalara sahne olma potansiyeline sahiptir.

12. AFRİKA FAY HATTI

Afrika, son yıllarda doğal kaynakları ile dünya ticaretinde önemli bir mücadele alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Yıllarca emperyalizmin sınırlı olarak ilgilendiği ve en zengin kaynaklarını doğrudan sömürüp kaderine terk ettiği Afrika bugün Çin’in kıtaya olan ilgisinin artmasıyla emperyalizmin yeniden gündemine girmektedir. Bu açıdan önümüzdeki dönemde özellikle Çin ile emperyalizmin karşı karşıya geldiği bir saha olacaktır.

Bu açıdan Çin’in “Tek Yol Tek Kuşak” projesinin Afrika’daki uzantıları ile Çin ile birlikte Rusya’nın uluslararası örgütlerde Afrika ülkelerinin desteğini almak üzere yaptıkları karşılıksız tahıl hibesi, borçların silinmesi gibi diplomatik manevralara başvurmalarının sadece taktiksel değil stratejik bir anlamı olduğunu da ifade etmek gerekir.

Zengin doğal kaynaklara sahip olan ancak bunları kullanabilecek ve istikrarlı şekilde gelişebilecek büyük potansiyelini ortaya koymakta zorlanan Afrika ülkeleri, yaşanan iç savaşlar, Boko Haram gibi El Kaide ve IŞİD uzantısı terör örgütlerinin faaliyetleri ve askeri darbeler ile dış müdahalelere açık ve kırılgan yapılarını sürdürmektedir. Rusya, bu yapıda, emperyalizm ile sorun yaşayan iktidarlar için paramiliter gruplar da dahil olmak üzere çeşitli araçlarla askeri bir ortak olarak da öne çıkmaktadır.

Bu bağlamda, Çin’in büyüyen üretimini beslemek için ihtiyaç duyduğu hammadde kaynağı olan geliştirdiği ilişkiler ve Rusya’nın kendisini kuşatan emperyalizme karşı stratejik yaklaşımları çerçevesinde Afrika’nın önümüzdeki dönemde düşük yoğunluklu çatışmalarla ve siyasi müdahaleler üzerinden “vekalet savaşları”nın bir ayağının merkezi olacağını söyleyebiliriz.

13. LATİN AMERİKA FAY HATTI

ABD emperyalizmi öteden beri arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika kıtasında ilerici, halkçı ve sosyalist iktidarlara karşı ekonomik ablukalar, suikast girişimleri, faşist paramiliter grupların silahlandırılması ve askeri faşist darbelerle dolu kanlı tarihine yeni halkalar ekleme konusundaki kararlılığını sürdürmektedir.

Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’yu iktidardan uzaklaştırma girişimlerinin, Peru’da bakır madenlerini devletleştirme, Fujimorist anayasayı değiştirme, toprak reformu gibi radikal hedefleriyle emekçi kitlelerin büyük desteğini kazanarak 2021 yılında iktidara gelen Özgür Peru Partisi’nin lideri sosyalist Pedro Castillo’nun şaibeli bir süreç sonunda azledilerek yerine Dina Boluarte’nin getirilmesinin ve 2023 Ocak ayında Brezilya’da başkanlık seçimlerini kazanarak üçüncü kez başkan seçilen Lula da Silva’nın yenilgiye uğrattığı faşist Bolsanaro’nun başarısız darbe girişiminin perde arkasında ABD emperyalizminin kanlı parmak izleri ortadadır.

Bununla birlikte ABD hegemonyasının küresel ölçekteki gerilemesi ve çok kutuplu bir dünya düzenine doğru gidiş Latin Amerika’da da etkilerini göstermektedir. Bunun son örneklerinden biri, pil üretiminde yararlanılan önemli madenlerden biri olan ve son dönemde yoğunlaşan elektrikli araç üretimi nedeniyle önemi ve fiyatı giderek artan lityum kaynaklarına sahip olan Latin Amerika ülkeleri ile ABD arasında yaşanan gerilimler ve özellikle de ABD’nin kendi sömürgesi gözüyle baktığı Meksika’nın lityum madenlerini emperyalist tekellerin etkisi dışına çıkarmak için kamulaştırmasıdır.

ABD emperyalizmi, yüksek teknoloji alanlarındaki tekelci gücünü dünya çapında konsolide etmek ve aşırı kârlarını korumak için bir yandan Fikri Mülkiyet Haklarının Ticaretle Bağlantılı Yönleri Anlaşması (TRIPS) gibi patent hakları konulu tek taraflı yasal düzenlemeleri diğer ülkelere zorla dayatmakta, diğer yandan da bu teknolojilerin geliştirilmesi için gereken madenler ve nadir mineraller üzerinde küresel tekel konumuna gelmek için sadece Latin Amerika’da değil dünya ölçeğinde bir paylaşım savaşımı vermektedir. ABD emperyalizminin bu alanlardaki tekelci hegemonyası üretici güçlerdeki gelişmenin kapitalist üretim ilişkileri ile olan çelişkisini derinleştirmektedir.

14. AVRUPA BİRLİĞİ EMPERYALİST SİSTEMİN ANA BİLEŞENİDİR

Avrupa Birliği gerek İngiltere’nin Brexit kararı gerekse birliğin çekirdeğini oluşturan ülkelerin tekelci sermayeleri arasındaki yaklaşım farklılıkları nedeniyle son dönemde kendi içinde tutarlı bir siyasi bütünlük oluşturmakta zaman zaman zorlanan bir görünüm arz etmektedir. Birlik içerisinde hemen her konuda ABD ile uyumlu bir çizgi izlenmesi taraftarı eğilimlerin yanı sıra ABD hegemonyasından bağımsız bir odak oluşturma eğilimi de ağırlığını korumakta ve bu eğilim Almanya’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konsey’inde daimî olarak temsil edilmesi yönündeki çabalarla ve Almanya ile Fransa’nın öncülüğünde ortak bir Avrupa savaş uçağı ve ortak Avrupa uçak gemisi üretimi projeleriyle desteklenmektedir.

Fransa, Almanya ve İtalya NATO içinde olmalarına ve ABD emperyalizmi ile geniş kapsamlı işbirliği içinde olmalarına karşın aynı zamanda Çin ve Rusya ile yaşanan gerilimlerde ABD politikaları ile aralarında bir mesafe gözetmelerini gerektiren çıkarlara da sahiptirler. Örneğin ABD emperyalizminin Rusya’nın hinterlandındaki ülkelerde hegemonyasını artırması, başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği’nin alanını kapatmaya yönelik hamleler olarak da algılanmaktadır. Nükleer silahlara ve nükleer enerjiye sahip Fransız emperyalizminden farklı olarak yüksek düzeyde hammadde ve enerji ithalatına bağımlı durumdaki Alman finans kapitali ABD’nin Rusya’yı kuşatma stratejisini benimser görünürken diğer yandan ABD’nin özellikle Asya-Pasifik hattında Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı hamlelerini kendi stratejik menfaatlerine zararlı bulmaktadır.

Bununla birlikte emperyalist sistem içindeki ülkeler arasındaki bu yaklaşım farklılıklarında son kertede sistemin bütününün bekasına dönük stratejik hesaplar belirleyici önemdedir. ABD’nin küresel düzeyde sarsılan hegemonyasını sürdürmek için NATO’yu konsolide etme çabaları meyvesini vermektedir. Finlandiya ve İsveç’in de ittifaka dahil edilmesi sonrasında Malta, Avusturya ve Güney Kıbrıs haricinde Avrupa Birliği üyesi olup da NATO’ya üye olmayan ülke kalmamış olacaktır.

15. KOMÜNİST PARTİLERİN İKTİDARDA OLDUĞU ÜLKELER

1990’lı yıllarda dünya sosyalist sisteminin varlığına son veren karşıdevrim sürecinin ardından Çin Halk Cumhuriyeti, Küba Cumhuriyeti, Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti, Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti olmak üzere beş ülkede komünist partiler halen iktidarda bulunmaktadır.

Emperyalizmin vahşi sömürüsü altında sömürge veya yarı-sömürge statüsünde iken devrimlerini gerçekleştiren ve sosyalizmi inşa sürecine girdiklerinde üretici güçlerin gelişmişlik seviyesi itibarıyla oldukça geri noktalarda bulunan bu ülkeler, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği dünya sosyalist sisteminin sağladığı destek ve dayanışmadan mahrum kaldıkları günümüz koşullarında emperyalizmin ekonomik, askeri, siyasi ve ideolojik kuşatması ve ağır baskıları altında kapitalist piyasa ilişkilerine çeşitli tavizler vermek mecburiyetinde kalmış olsalar da sosyalizme doğru yürüyüşlerini sürdürme iddiasını korumaktadırlar.

Komünist partilerin halen iktidarda olduğu ve sosyalizmi kendilerine hedef belirleyen ülkelerin sosyalist inşa sürecindeki deneyimleri ve karşılaştıkları güçlüklerin titizlikle incelenmesi, Marksist-Leninist eleştiri süzgecinden geçirilmesi ve emperyalizmin siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik saldırıları karşısında bu ülkelerin savunulması proletarya enternasyonalizminin gereğidir ve devrimci bir görevdir.

Komünist Partilerin halen iktidarda bulunduğu bu ülkelerin tümünde emperyalizmin ekonomik, askeri, siyasi ve ideolojik kuşatması ve ağır baskılarının yanı sıra devrim öncesinden devralınan geri üretici güçlerden kaynaklanan ekonomik zorluklar nedeniyle şu veya bu düzeyde kapitalist piyasa ilişkilerine alan açılmış durumdadır. Bu ülkelerdeki sosyalist geçiş süreçlerinin kaderini gerek kendi içlerindeki gerekse uluslararası düzeydeki sınıf mücadelelerinin seyrinin tayin edeceği açıktır.

Türkiye Komünist Hareketi, izledikleri ekonomik ve sosyal politikalara ilişkin eleştirel değerlendirmeleri saklı kalmak kaydıyla, komünist partiler tarafından yönetilmekte olan bu ülkeleri olası karşı devrim girişimlerine ve emperyalizmin siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik müdahalelerine karşı bütün gücüyle desteklemeyi proletarya enternasyonalizminin en temel bir gereği olarak değerlendirir.

İKİNCİ BÖLÜM: KAPİTALİZMİN KRİZİ VE İŞÇİ SINIFI

1. DÜNYA KAPİTALİZMİNİN KRİZ DİNAMİKLERİ

1.1. DÜNYA EMPERYALİST SİSTEMİ ÇOKLU KRİZLERİ TETİKLEYEN YAPISAL KRİZ İÇİNDEDİR

Dünya kapitalizminin üç büyük krizi olan 1873, 1929 ve 1973 krizlerinin ardından gelen 2008 krizi, uluslararası kapitalizmin uzun süredir biriktirdiği yapısal sorunların daha da birikmesine yol açtı. Her bir büyük kriz, kapitalist dünyanın iç kompozisyonunda değişikliklere sebebiyet verdi. Bu değişiklikler siyasal, ekonomik ve toplumsal arenada sınıfların, ulusların ve tekellerin savaşını içerecek şekilde gelişti. 1873 krizi, dünya kapitalizminin “serbest rekabetçi” döneminin sonu olurken, Birinci Dünya Savaşı’nın uluslararası seyri bir genişleme dönemini değil, duraklama ve gerileme dönemini işaret etmektedir. Kapitalizmin genişleme ve daralma döngüleri birbirini takip etse de, önceden tam olarak kestirilebilir değillerdir ve sınıf mücadelelerinin seyrine bağlı olarak gelişmektedir. Bu anlamda kapitalizm, uyumlu döngüleri değil sistemik krizleri içermektedir.

Dünya kapitalizminin 1873-29-73 olarak bilinen üç temel krizi, döngüsel ve geçici krizleri değil, kapitalizmin en temel kriz yasasını içermekteydi. 2008’de başlayan finansal kriz de benzer eğilimleri taşımakla birlikte, kapitalist sistemin çözüm olarak öne sürdüğü araçlar krizin uzamasına ve içinden çıkılmaz bir hale dönüşmesine neden oldu. 2008 krizi sonrası finansal kuruluşların borçlarının devlet tarafından üstlenilmesi ve karşılığında parasal genişleme politikasının devreye sokulması, aşamalı olarak krizin uzamasına, maliyetlerin ise emekçilerin cebinden karşılanmasına neden oldu.

Parasal genişleme politikasının evreler halinde devreye sokan Amerikan Merkez Bankası (FED)’nın uygulamaları adım adım tüm emperyalist merkezlerin ana ekonomi politikasına dönüştü. Özetle klasik para basma hamlesine daha dolambaçlı bir yolu tercih eden emperyalist ülkelerin merkez bankaları, düşük faiz politikasıyla da sermaye sınıfına alabildiğince borçlanma fırsatı sağladı.

FED’in uygulamaya koyduğu ve diğer merkez bankalarının sürdürücüsü olduğu bu politika aracılığıyla beklendiği gibi geçici bir rahatlama yaratılsa da, başta Çin olmak üzere küresel üretimin merkezlerinin 2008 krizinden görece az zarar görmesi, sermaye birikiminin Çin’de hızlanmasına neden oldu. Çin’in, 1980’lerde başlayan, 2000’lerin başından bu yana hızlanarak devam eden “dünyanın üretim merkezi olma” iddiası, parasal genişleme ile birleşince Çin’de devasa bir sermaye birikimine zemin oluşturdu.

Emperyalist merkezlerin üretimi uzun süredir doğuya kaydırmasıyla birlikte ABD’nin dış ticaret açığı daha da artarken, doların giderek zayıflayan bir görünüm çizmesi ABD’nin tartışmasız emperyalist güç olma iddiasını zora soktu. Trump döneminde devreye sokulan ve “Önce Amerika” olarak bilinen politikanın, serbest ticaret anlaşmalarını ABD lehine çevirme hamlesidir. Uzun süredir devam ettirilen ve bağımlı ülkelerin pazarlarını sermayenin temerküz etmesini sağlayan serbest ticaret anlaşmaları, sermaye birikiminin Doğu’ya kaymasıyla birlikte emperyalist tekelleri rahatsız eder hale geldi. Bu durum serbest ticaret anlaşmalarının askıya alınması anlamına gelmese de, başta ABD olmak üzere, İngiltere ve diğer emperyalist güçlerin pazarları yeniden kontrol edecek türden bir “korumacı” önlemler arayışına itmiştir.

1.2. EMPERYALİST MERKEZLER KÂR ORANLARINI KORUMAK İÇİN YENİ TEKNİKLERİ DEVREYE SOKMUŞTUR.

2008 krizinin yarattığı yeni denklemlerde emperyalist dünya için kâr oranlarının düşme eğilimini engelleme ve pazarlar arasındaki rekabeti kendi lehine bozma arayışı temel dürtü haline gelmiş durumda. Finansallaşmanın artarak devam etmesi, çürüyen kapitalizmin zorunlu bir yasasıdır. Para politikalarının baskın hale gelmesinden geriye dönüş söz konusu olmasa da, emperyalist tekellerin pazarlardaki hakimiyetinin korunması için üç eğilim ortaya çıkmaktadır:

  1. Teknolojik yenilenmenin devreye sokulması
  2. Gümrük duvarlarının yükseltilmesi
  3. Üretimin “yerelleştirilmesi”

Birinci eğilim için özellikle arsız bir biçimde dünya kaynaklarını tüketen kapitalizmin “yeşil çözüm” olarak öne sürdüğü teknolojik yenilenme ve daha fazla “otomasyon” ile emek ücretlerinin baskılanması devreye girmektedir. Bugün “yeşil çözüm” olarak devreye sokulan çözümler, emperyalist merkezlere hem enerji arzında yaşanan krizlere dönük olarak bir çözüm olanağı sunmaktadır hem de sermayenin daha kârlı alanlara kayarak kâr oranları üzerinde düzeltici bir etki yaratmaya çalışmaktadır.

“Dijitalleşme” olarak bilinen uygulamalar ise olağanüstü bir hızla gelişmekte ve emeğin verimliliği üzerinde hızlı çözümler yaratmaktadır. Öte yandan bu durumun yarattığı geniş işsizlik dalgası ve “talebin azalması” ihtimallerine karşı emperyalist merkezler bir kez daha para politikaları aracılığıyla bir düzeltme hamlesine başvurma yoluna gidiyor.

Diğer yandan, “dijitalleşmenin” kârlı sayılmadığı geleneksel sektörlerde ise üretimin ucuz olduğu yerlere doğru gidiş devam etmektedir. Burada esas kritik nokta; bağımlı ülkelerde yetişmiş ve eğitimli emeğin emperyalist merkezler tarafından ne kadar soğurulacağı önemlidir. Buralardaki ucuz emeğin “göçmenleştirilmesi” emperyalist tekeller için kâr oranlarının düşmesine karşı kullanılacak önemli bir öğe haline gelecektir.

İkinci eğilim olarak devreye sokulan gümrük duvarlarının yükseltilmesi ise emperyalist merkezlerin serbest ticaret anlaşmalarının kendi lehine yeniden düzenlenmesi hamlesidir. Özellikle Çin’e karşı yürütülen uygulamalar ve kısıtlamalar, ticaret dengesinin kendi lehine çevirme hamlesidir. Uzun vadede sistematik bir uygulama haline gelmesi beklenmemelidir. Daha çok bu uygulamaların yer yer sertleşerek devam etmesi, zaman zaman ise bir tehdit unsuru olarak kullanılması beklenmelidir.

Ancak buna karşın Çin ve Rusya başta olmak üzere emperyalist ülkeler ile rekabet içinde olan kapitalistlerin yerel para birimleri ile hareket etme arzusu içinde olması ve “alternatif uluslararası ticari ödeme” sistemleri üzerinde çalışmaları da emperyalist merkezlerin bu taktiğinin elini zayıflatmaktadır. Yerel para birimlerinin uluslararası ticarette giderek artan bir biçimde kullanılması, “güçlü dolar” pozisyonu almaya çalışan ABD’nin aleyhine olan bir süreçtir. Uzun vadede bu pozisyonun giderek güçlenmesi beklenmelidir.

Üçüncü olarak devreye sokulan üretimin yerelleştirilmesi hamlesi gene 2016 sonrası devam eden, “Önce Amerika” ve “Brexit” tipi politikaların tamamlayıcısı olarak görülmektedir. Özellikle 2020 yılında başlayan COVID krizi, küresel tedarik zincirinin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu, para politikalarının gerçek bir krizi çözmekte etkisiz kaldığını gösteren yeni bir evre olmuştur. Uzun süredir tartışılan “üretimin yerelleştirilmesi”, özellikle tedarik zincirlerinin çeşitlendirilmesi anlamına gelecek bir hamleyi gündeme getirmiştir.

Uzun vadeli olarak düşünülen bu hamleyle emperyalist tekeller üretimlerini Çin dışına taşımaya dönük planlar yapmaktadır. Öte yandan, başta gıda, sağlık, enerji gibi sektörlerde “kendi kendine yeten” ve üretimi yeniden “Batıya” döndürmeyi hedefleyen bakış açıları da hakim kılınmaktadır.

1.3. KAPİTALİZMİN YAPISAL KRİZİ HİBRİD ÇÖZÜMLERİ DAYATMAKTADIR.

2008 krizinin ardından baskın çıkan para politikaları, “devletin düzenleyici” gölgesinde yürütülerek bir ara formül bulunmaya çalışıldı. 1970’lerin sonunda klasik refah devletinden uzaklaşılarak devletin “güvenlik sağlayıcı” rolüne çevrilmesinin ardından gelen her krizde “devlet” sermaye adına düzenleyici bir rol oynadı. 2008 kriziyle birlikte sermaye devleti bu anlamda daha aktif bir rol üstlenirken, bu geleneksel Keynesyen talep yaratıcı formüllerle değil, merkez bankaları aracılığıyla yürüttü.

Kapitalizm krizini “devleti” geri çağırarak değil, düzenleyici rolünü büyüterek aşmak için adım atarken, COVID krizinin de etkisiyle para politikalarının rolü daha da arttı. Başta ABD olmak üzere emperyalist merkezler sermayeyi paraya boğarken, tedarik zincirlerindeki bozulmalar ve hemen ardından gelen Rusya-Ukrayna savaşı ile petrol fiyatındaki yükselmeyle birlikte yaşanan küresel enflasyon, parasal genişlemenin sonuçları olarak görülmelidir.

Bu enflasyonun, özellikle Rusya-Ukrayna savaşının da etkisiyle emtia fiyatlarındaki yükselişi izlemesi, ülkelerin sermaye sınıflarını daha fazla “regülasyona” başvurmasına itmektedir. Bu tür regülasyonlar kapitalizmin arızi çözümleri değil, kriz zamanlarında başvurduğu tekniklerdir.

Böylece yükselen maliyetler kamu bütçesi aracılığıyla soğurulmakta ve geniş emekçi yığınlarına aktarılmaktadır. Geri dönen devlet müdahalesi değil, 21. yüzyılda sermaye devletinin sermayeler arası rekabette oynadığı roldür. Sermaye devletinin oynadığı rol ve uygulanan hibrid modeller sayıları giderek artan bir avuç dolar milyarderinin servetlerinin artmasına neden olmaktadır.

Dolar milyarderlerinin 2020 sonrasında olağanüstü artış gösteren servetleri, bir aşırı birikim krizinin de önünü açmaktadır. Sermayelerin değersizleşmesi ve buharlaşmasına doğru giden bu süreçte, finansal balonlar önemli bir kaldıraç işlevi görmektedir. Bu noktada büyük sermayenin yeni tür regülasyonlar için çağrıda bulunması beklenmelidir.

Finansal balonların zararlarını topluma yansıtmayı amaçlayan bu düzenlemelerin, devleti bir araç olarak kullanarak “borcu toplumsallaştırması” beklenmelidir. Burada kapitalizmin cephaneliğinde yeni bir silah bulunmamaktadır. Dolayısıyla uzun süreli bir durgunluğun ancak pazarları yeniden paylaşarak aşmak dışında bir yol kalmamaktadır. Bu durumda da emperyalist dünya için üretimin militarize edilmesi ve savaşların yaygınlaşması dışında bir yol kalmamaktadır.

2. TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN KRİZ DİNAMİKLERİ

2.1. TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN KRİZİ, DÜNYA KAPİTALİZMİNDEN AYRIKSI DEĞİLDİR.

2008 sonrası şekillenen emperyalist-kapitalist sistem içerisinde kendine yer edinmeye çalışan Türkiye kapitalizmi, bu parasal genişlemeden kendine düşen payı almak için oldukça iştahlı davranmıştır. AKP iktidarının ve yeni rejiminin kurulmasına ön ayak olan bu iştahın engelsiz bir biçimde kullanılma arzusu, 2008 sonrasında Türkiye’nin bölgede aktif roller üstlenmesi anlamına gelmiştir. 2008 krizi sonrası Türkiye ekonomisi de krizden etkilenirken, 2009 yılındaki rekor küçülme ve işsizlik, Körfez sermayesinin Türkiye’ye gelmesi ile aşılmıştır. İran’ın ambargoyu delerken Türkiye sermayesi ile yakından iş tutması da bu sürecin hızlanmasına neden oldu.

Özellikle FED politikalarının oynadığı rol, 2008 krizinin etkilerinin atlatılması için Türkiye’ye bir can simidi oldu. Üstlenilen siyasi roller karşılığında sıcak sermaye girişine alabildiğince izin verilmiştir. Bu dönemin hemen öncesinde gerçekleşen geniş kapsamlı özelleştirme dalgasıyla da hem Türkiye sermayesi hem de yabancı sermaye kârlı alanlara temerküz etmiştir.

Ancak gene de bu geçici bahar havasına karşın Türkiye kapitalizminin biriktirdiği sorunlar ayyuka çıkmıştır. Bu sorunların kökeninde yatan neden Türkiye’de kapitalizmin Dünya kapitalizmine eklemlenme biçiminden kaynaklıdır. Türkiye kapitalizminin “bağımlı” olarak dış sermaye akımlarıyla gelişmesi, enerji fakiri bir ülke için sürekli bir dış açık anlamına gelmektedir. Bu duruma eklenen Türkiye kapitalizminin teknolojik geriliği, bu dış açığın sürekli bir biçimde para ve maliye politikaları aracılığıyla finanse edilmesini zorunlu kılmaktadır.

Uzun yıllar bu açığı turizm aracılığıyla kapatacağını düşünen Türkiye sermayesi, düşük getirili ve emek yoğun bir şekilde sermaye birikimini bu alanda değerlendirmeyi tercih etti. 70’lerden itibaren gelişen imalat sektörü de, başta tekstil sanayii olmak üzere, orta- düşük teknolojili alanlara yoğunlaştı.

Bu alanlardaki açığı inşaat ve altyapı yatırımlarıyla aşmaya çalışan Türkiye sermayesi, Cumhuriyet tarihi boyunca farklı düzeylerde de olsa devlet destekli büyümesini sürdürdü. 2000’li yıllarda AKP iktidarı birlikte sıcak para girişine dayalı, düşük faizli kredi genişlemesine dayanan ana ekonomi-politik hat, 2016 yılına kadar “geçici” bahar havası yaratmayı başardı.

Bu dönem gelişen gerici rejimin sermayesi, 2016’dan sonra devlet destekli ihaleler ve düşük faiz politikasıyla şişirilmeye devam etti. Bu politikanın sonucu döviz pozisyonundaki gerileme olurken, 2018 yılında ABD ile yaşanan gerilimler, kur- enflasyon-faiz sarmalını doğurdu. Bu sarmalın ekonomik maliyeti topluma yüklenirken, sermaye alabildiğine kârlarını arttırdı.

Toplumsal gelirdeki payını arttıran sermaye, aynı anda genişlemeci maliye ve para politikası sonucu ayakta kalmayı başarırken, uzun vadeli olarak Türkiye kapitalizminin Dünya kapitalizmiyle olan ilişkilerinden etkilenmeye devam etmektedir.

COVID krizini ve Rusya-Ukrayna gerilimini görece kendi lehine çözme fırsatı olarak gören Türkiye kapitalizmi, artan döviz kurları, üretim maliyetleri ve enerji fiyatları nedeniyle döviz darboğazına girme ihtimali yaşamıştır.

Jeo-politik gerilimleri kendi lehine çözme arayışı içindeki Türkiye kapitalizmi, Dünya emperyalizminin üretim mimarisi içinde kendine konum bulma isteği içindedir. Uzun vadeli olarak düşük-orta teknoloji ürünlerine dayanan sanayi kompozisyonunu değiştirmek zorunda olan, altyapı yatırımlarının sınırlarına gelen Türkiye kapitalizminin “üretim ekonomisi” tartışması içine girmesi kendi konumunu koruma arzusu ile yakından ilgilidir.

2.2. TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN KRİZİ YÖNETSEL DEĞİL, YAPISALDIR.

Sermaye sınıfının uluslararası kapitalizme eklemlenme gerilimleri bir veri iken, diğer yandan 2018 yılından bu yana yaşadığı krizini “yapısal” olarak görmek gerekmektedir. AKP’nin tercih ettiği ekonomi-politik kendi sermayesinin çıkarlarını yukarıda tutan pragmatik bir anlayıştır. Burjuva iktisatçılarının yürüttüğü “heterodoks/ortodoks para politikaları” tartışması sadece işin görünen yüzünün bir parçasıdır. Yürütülen politikalar finans kapitalin temsil ettiği zümrenin politikalarıdır.

Bu anlamda yaşanan krizin, Türkiye kapitalizminin iç yapısı ile doğrudan ilişkisi vardır. Türkiye kapitalizminin iç şekillenmesi, doğrudan emperyalist dünyayla kurduğu bağlardan oluşmaktadır. Dış açık kısıtını veri alan burjuva iktisadı, Türkiye’nin kalkınmasını sermayenin büyümesi olarak görmüş, toplumsal ihtiyaçlardan ziyade dar bir sermaye çevresinin ihtiyaçlarını öne çıkarmıştır. Bunun için devlet bütçesi alabildiğine sermayeye kaynak aktarım mekanizmasına dönüşürken, düşük teknolojili, kâr oranları sınırlı sektörler önde tutulmuştur.

İmalat sektöründeki göreli yavaş büyüme, teknolojik bağımlılık ve sermayenin dar ihtiyaçlarının önde tutulması uzun vadeli olarak dış açığın sürekli hale dönüşmesine neden olurken, Türkiye uluslararası finans tekellerinin belirlenimi altına girdi. Hızlı sürdürülen özelleştirmenin de etkisiyle, sermayenin önündeki engeller tek tek temizlenmiş, ücretler baskılanmış, işçi sınıfı işsizlik cenderesine sokulmuştur.

Öte yandan bu büyüme modelinin bedeli ağır olurken, bağımlı politikalar artık vazgeçilmez hale gelmektedir. 2018 sonrası yaşanan krizin bir döviz krizi olarak başlaması boşuna değildir. Para politikalarının belirleyicisi hale geldiği Türkiye ekonomisi, içine girdiği sarmaldan çıkabilecek ekonomik politikaya sahip değildir.

2.3. TÜRKİYE SERMAYE SINIFI SINIRLARININ EŞİĞİNDEDİR.

2018 krizi sonrası döviz pozisyonu zayıflayan Türkiye sermaye sınıfının uzun dönemdir yaşadığı düşük kâr oranlı büyümesi, özellikle düşük ücretlere dayanan bir maliyet avantajını içermektedir. Dolayısıyla döviz pozisyonu zayıflayan Türkiye sermayesinin borçlarını döndürebilmek için sarıldığı “yerli ve milli” sloganı belli sektörlerde bu pozisyonu güçlendirmek için ortaya attığı bir yaklaşımdır.

Öte yandan, bağımlı olarak gelişen Türkiye kapitalizminin tam boy bir yerli ve milli ekonomi yaratma arzusu da yoktur. Verilen siyasi tavizler karşısında sıcak para girişinin sağlanması hala temel bir ekonomik yönelimdir. Bu ekonomik yönelimi besleyecek yeni sektörel genişlemelerin, Türkiye sermaye sınıfı için cılız kaldığı bilinmelidir. Otomotiv, savunma ve enerji sektörlerinde atılan adımların Türkiye’nin ihracat içeriğini kökten değiştirmemiştir. Dahası bağımlı teknolojik gelişimden ötürü ithalat ve ihracat arasındaki denge bozulmaya devam etmektedir.

Bu nedenle Türkiye sermaye sınıfı sınırlarının eşiğine gelmiş, Dünya ortalamasına göre mevzi kaybetmiştir. İmalat sanayindeki göreli büyümeye karşın Dünya ihracatında Türkiye’nin payı son on yılda azalmıştır. İlk 20 ekonominin gerisine düşen Türkiye’nin sermaye sınıfı için tek çıkar yol baskılanmış bir emek ücretlerinin sağlayacağı göreli avantajdır.

Düşük ücretler aracılığıyla Çin’den çıkmayı hedefleyen tekellerin üretim üssü olmayı hedefleyen Türkiye için buradaki temel sorun kendisiyle yarışacak ücretlere sahip daha büyük pazarlı ülkelerdir. Türkiye sermaye sınıfı bu nedenle “lojistik avantaj” anlatısını Dünya kapitalizmine pazarlamayı hedeflerken, “göçmen emeğinin” yaygınlaşması ile de pazarının genişlemesini sağlamak istemektedir.

Tüm bu noktada temel problemlerden bir tanesi, düşük-orta teknolojik yatırımlardan orta-üst seviyeye çıkmayı sağlayacak bir yetişmiş emeğin ülke dışına çıkma arzusudur. Türkiye kapitalizminin genişleme sorunları bu durumu aşacak veriler sunmamaktadır.

3. EKONOMİK KRİZİN FAY HATLARI

3.1. KRİZ SERMAYELER ARASI GERİLİMİ BÜYÜTMÜŞTÜR.

Türkiye sermaye sınıfının açık ara desteği ile kurulan gerici AKP rejimi, sermaye sınıfının genel olarak çıkarlarını temsil eden bir zemine dayanmaktadır. Öte yandan, sermayeler arası gerilim noktaları her dönem kendini yeniden ve yeniden üretmektedir. Türkiye kapitalizminin 21. yüzyıldaki temel meselesi, sermayenin emperyalist sisteme entegrasyonu açısından kiminle daha fazla iş tutulacağı olmaktadır. Geleneksel sermayenin bu konuda Almanya başta olmak üzere AB’deki tekellerle uyumu esas alırken, AKP’ye yakın sermaye kesimleri İngiltere ve ABD’li tekellerle işbirliğini daha fazla önemsemektedir.

Her iki emperyalist grup açısından Türkiye’deki sermaye grupları “iş yapılabilirlikleri” ölçüsünde ele alındığı için özel bir tercih söz konusu değildir. Ancak geleneksel sermaye ile AKP’ye yakın sermaye arasındaki bu farklar, sermayenin yöneleceği pazarlar açısından da farklılıklar yaratmaktadır.

2018 yılındaki krizle birlikte bu eğilimler daha belirgin hale gelirken, krize dönük atılan adımlar sermayeler arası gerilimi büyütmüştür. AKP’nin kamu kaynaklarını ölçüsüz bir biçimde kendi çevresine yığılan sermayeye aktarması, bu gerilimi daha da arttırmıştır. Geleneksel sermayenin ortaya koyduğu restorasyon programı bu kaynakların sermaye sınıfına bir bütün olarak aktarılmasını talep ederken, AKP pragmatist bir yaklaşımla kendi yanında yer alan sermaye gruplarının hamiliğini üstlenmiştir.

3.2. AKP, RESTORASYON PROGRAMINI SAHİPLENMEKTEDİR.

Krize dönük geleneksel sermayenin geliştirdiği restorasyon programı; krizden çıkışın maliyetini toplumsallaştırmayı sürdürürken, emperyalist dünyayla “bütünleşmeyi” esas almaktadır. Faiz oranlarının kabul edilebilir bir seviyeye çekilerek uluslararası sermayeye daha fazla güven vermeyi esas alan bu programla, çıkacak ek maliyetlerin vergilerin arttırılması, ortalama ücretlerin reel olarak düşürülmesi gibi başlıkları içermektedir.

Seçimlerin ardından AKP burada geleneksel politikaya geri dönüş sinyalleri verirken, özellikle İngiltere-ABD eksenindeki sermaye çevrelerinin isteklerine daha açık uyum sağlayan bir pozisyon belirlemektedir.

Yeni ekonomi yöntemiyle uygulamaya konulan bu restorasyon programı, ekonomi yönetimini “akılcı” kılacağını açık bir biçimde ilan ederken, geleneksel sermayeye de güven vermeyi istemektedir. Ancak bu durumun krizi aşacak bir çözüm olarak değil, büyük bir döviz açığı bulunan sermayenin ihtiyaçlarının kısa vadeli olarak karşılanması olarak okunması gerekmektedir.

AKP iktidarının uygulamaya koyduğu restorasyon programı bu anlamda uzun vadeli hesaplara değil, kısa vadeli sonuçlara odaklanmaktadır. Bu anlamda ele alınan yeni ekonomi yönetiminin burjuvazinin ihtiyaçlarını tutarlı bir biçimde karşılama kapasitesi düşüktür. Dahası burjuvazinin yakın ve orta vadede azgın bir emek sömürüsü dışında “tutarlı” bir ekonomi politik zemini yoktur. Restorasyon programı, krizin uzun vadeli sürdürülmesinin adı olacaktır.

4. EKONOMİK KRİZ VE İŞÇİ SINIFI

4.1. EKONOMİK KRİZ İŞÇİ SINIFINI BİR BÜTÜN OLARAK ETKİLEMEKTEDİR.

2018 krizinden bu yana gündemden düşmeyen “geçim derdi” burjuva muhalefetin dahi temel siyasi başlıklarından biri haline gelmiş durumda. Ardı ardına gelen zamlar, yüksek enflasyon oranları, giderek artan yaşam giderleri ve düşen ortalama reel ücretler, krizin etkilerini doğrudan emekçilere yüklemiş bulunuyor.

Bununla birlikte “nominal” olarak artan ücretlerin, başta asgari ücret alanlar açısından göreli bir hareket alanı yarattığı bilinmektedir. Seçimlerle birlikte başta tarım emekçileri olmak üzere krizin etkisinin sınırlı kaldığına dair söylem, mevcut durumu anlamaktan uzak bir yaklaşımdır. Krizin orta sınıfları da etkilemesi ise burjuva muhalefet çizgisinin soldaki yansımasıdır.

Ekonomik kriz bir bütün olarak işçi sınıfının tüm kesimlerini derinden etkilemektedir. Dahası artan çalışma süreleri, sermayenin servetindeki reel artış, ortalama ücretin asgari ücret düzeyine yakınsaması tüm emekçilerin ortak sorunudur. Krizin etkilerinin yoğunlaştığı modern sanayi merkezlerinde veya hizmet sektöründeki emekçiler için yaşam koşulları daha ağırlaşmıştır. Bu nedenle bu kesimlerdeki tepkiler çok daha yoğun olarak hissedilmektedir.

AKP iktidarının krizi perdelemeyi amaçlayan adımları ise geçici olarak bir yanılsamaya sebebiyet vermiştir. AKP iktidarı parasal genişleme aracılığıyla en düşük ücretli olan işçileri koruyor gibi gözükse de, reel ücretler 2016 yılından bu yana aynı aralıkta kalmaktadır. Dahası artan yaşam maliyetleri, daralan kredi olanakları ile birleştiğinde barınmanın dahi “kriz” haline geldiği bir dönemden geçilmektedir. Bu bağlamda kriz, işçi sınıfının farklı kesimleri üzerinde etkisi farklı olsa da, bütün olarak işçi sınıfını etkilemiştir.

4.2. KRİZ İŞÇİ SINIFININ DOLAYLI TEPKİLERİNE NEDEN OLMAKTADIR.

Krizin etkileri arttıkça gerek burjuva muhalefet de gerekse de sosyalist soldaki beklenti sınıf mücadelesinin emarelerinin doğrudan ve kendiliğinden artacağı şeklindedir. İşçi sınıfı kriz karşısındaki tepkisini dolaylı bir yoldan ve parçalı şekillerde vermektedir. Ekonomik mücadele düzlemindeki arayışlar yer yer sendikal düzleme taşınsa da, bu tepkiler belirli sektörlerde ve işyerleriyle sınırlı kalmaktadır.

Uzun yıllardır sınıfsal mücadele örgütlerinin iğdiş edildiği ve bağımsız sosyalist hattın zayıf bir siyasal etki yarattığı bir anda işçi sınıfının kendiliğinden vereceği tepkiler dahi sınırlı kalmaktadır. Burjuva muhalefetin seçimlere sıkıştırdığı toplumsal mücadelenin, ekonomik olarak yakınma halinden öteye tepkilerinin taşınmadığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte işçi sınıfı iktidara olan tepkisini belirli düzeylerde göstermekte, seçimlerde özellikle kent merkezlerinde artan oranda “iktidardan uzaklaşma” eğilimi göstermektedir.

Krizin etkisiyle oluşan siyasal atmosferde burjuva muhalefetin sınıfsal zemini manipüle edici girdilerle bozması, tepkilerin toplumsallaşmasını engellemiştir. Öte yandan, seçimler sonrasında da devam eden kriz, artan zamlar ve devam eden enflasyonla birlikte sınıfsal arayışları canlı kılmaktadır.

İşçi sınıfının bu dönemde kendiliğinden dahi harekete geçmesini sağlayacak temel özellik, siyasal bir mücadele hattının güçlenmesi, öncü örgütlenmelerin öne çıkarılması ile mümkündür. Yer yer ortaya çıkan ve işyerleri ile sınırlı kalan militan arayışların örneklerinin artması, ortak bir sınıf hareketi yaratılması için zorunlu bir kaldıraç rolü üstlenmektedir.

4.3. KRİZİN ETKİLERİ GELENEKSEL İŞÇİ SINIFI KESİMLERİ İÇİN ARTARAK DEVAM EDECEK

Kriz süresince devam eden arayışların büyük oranda burjuva muhalefeti ekseninde takılı kalması yanılsamalı bir görüntüyü doğurdu. Ancak bu yanılsamalı görüntünün altı kazındığında, geleneksel işçi sınıfı kesimleri için yakın vadede krizin etkilerini zayıflatacak unsurlar bulunmuyor. Öte yandan, hizmet sektöründe yer alan nitelikli işgücü de uzun süredir yaşadığı işçileşme gerçeğini geriye döndürülemez şekilde yaşamaktadır.

Ortalama ücretlerdeki süren düşme eğilimi ile sermayenin bu sektörlerde elde ettiği olağanüstü kâr düzeyleri, emekçi sınıflar için politikleşme kanallarını doğurmaktadır. Olağanüstü düzeyde artan sınıfsal eşitsizliklerin, rejimin adeta aynası haline gelen azgın azınlığa tepkiler azalmak bir yana sürekli hale gelecektir.

Krizin etkileri uzadıkça işçi sınıfının geleneksel kesimleri açısından elde edilmiş olan göreli ayrıcalıklar da giderek tasfiye olmaktadır. Kıdem tazminatının kaldırılmasının sürekli gündemde tutulması, uzun çalışma saatlerinin genel kabul haline gelmesi, her türlü örgütlenme arayışının zorbaca baskılanması önümüzdeki dönemin temel olarak öne çıkacak özellikleridir.

Bu noktada işçi sınıfının geleneksel kesimlerinin hizmet sektöründe yer alan nitelikli işgücünü de içerecek şekilde daha yakın temas olanakları bulması daha da zorunlu hale gelecektir. İşçi sınıfının bu iki temel kesiminde benzeşen yaşam koşulları, her türlü göreli farklılaşmayı ortadan kaldıran bir benzeşmeyi dayatmaktadır.

5. İŞÇİ SINIFININ GENEL DURUMU

5.1. İŞÇİ SINIFININ GELENEKSEL İŞBÖLÜMÜ AĞIRLIĞINI KORUMAKTADIR.

Türkiye sermaye sınıfının son on beş yılda yaşadığı değişimlerle birlikte işçi sınıfı içinde eğilimler de ağırlığını korumaya devam etmektedir. Tarım emekçilerinin genel ağırlığındaki azalışla birlikte hizmet sektörünün ağırlığının artışı birbirini takip etmektedir.

İstihdamın genel görünümü son on yılda çok küçük değişimlere uğramıştır. Genel işsizlik oranları çift haneli düzeylerde kalırken, geçici istihdam ilişkileri ağırlık kazanmaya devam etmektedir. Kadınların işgücüne katılımını yavaş ama istikrarlı bir artış göstermekte olsa da, hala beklenen düzeylerin altındadır. Genç işgücünün işsizliği kronik hale gelirken, ne çalışan ne de okuyan geniş bir genç işsiz kuşağı oluşmuştur. Bu kesimlerin aileleriyle birlikte yaşamak zorunda kalışı emekçi ailelerin geçim şartlarını da olumsuz bir biçimde etkilenmektedir.

Genel olarak üniversite mezunu sayısı hızla artsa da, nitelikli işgücünün ağırlığı istihdam içerisinde benzer oranlarda kalmaktadır. Bu durumda işgücünün büyük oranda emek- yoğun sektörlerde yoğunlaşan, kısmen üretken olmayan sektörlerde geçici iş ilişkilerinin kurulmasına neden olan görünümü, kalıcı bir emek hareketinin yaratılmasında önemli bir engel olarak görülmelidir.

İstihdamın genel olarak bu yapısıyla birlikte sektörel dağılımı da son on beş yılda fazla değişmemiştir. Tarım dışı istihdamda sanayi sektörünün ağırlığı imalat sektöründedir. Tarım dışında çalışan işçi sınıfının üçte biri imalat sektöründe çalışmaktadır. Hizmetler sektöründe çalışan işçilerin ağırlığı yüzde 50’den fazla olmayı sürdürmektedir. Burada en büyük ağırlığı ticaret işkolu oluştursa da, ulaşım sektörünün ağırlığı da giderek oransal olarak artmaktadır.

Bu noktada geleneksel işçi sınıfını oluşturan imalat sektörünün ağırlığının azalmadığı, son on beş yılda ağırlığını koruduğu gerçeğidir. Madencilik ve enerji sektörlerindeki göreli azalışa rağmen, imalat sektöründe istihdam edilen işçilerin sayısı her geçen yıl artmaktadır. Üstelik bu sektörde istihdam edilenlerin eğitim düzeyleri de her geçen yıl artmakta, ücretler ise reel olarak azalmaktadır.

5.2. BORÇLULUK VE GÜVENCESİZLİK AĞIRLAŞARAK DEVAM EDİYOR

İşçi sınıfının borçluluk düzeyleri her geçen yıl artmaktadır. COVID krizinin tepe yaptığı dönemde günde ortalama 13 TL borçlanarak yaşayan işçiler, son üç yılda bu düzeyi de neredeyse üç katına çıkmıştır. Ortalama ücretlerin üzerinde borçlanan emekçiler, çalışma hayatlarının neredeyse tamamını borçlanarak geçirmektedir. Ortalama bir emekçinin bugün yaşamının üçte biri borçlarına gitmektedir!

Krizin etkisiyle birlikte artan bu oranlara, güvencesiz çalışma biçimlerinin “”norm” haline dönüşmesi de eklenmektedir. Yıllardır EYT hakkı için mücadele veren işçilerin, bu hakkı elde ettikten sonra büyük işletmelerde işten çıkartılmaları, sermayenin kaşıkla verdiğinin kepçeyle geri almasıdır. Giderek yaşlanan işgücüne karşı “üretkenlik” endişesi duyan büyük işletmeler, yetişmiş işgücünü bir çırpıda işten çıkartması ve yerine ucuz işgücü ile ikame etmesi dikkat çekicidir.

Bugün emekli olup çalışmayı sürdüren emekçilerin sayısının oranı neredeyse emeklilerin yüzde 60’ına yaklaşmıştır. Emeklilerin açlık sınırı altında kalan ücretleri, giderek daha fazla sayıda emeklinin “emekçiler” arasına geri dönmesine neden olmaktadır. Bu durumda güvencesiz ve geçici iş ilişkilerinin olduğu, üretkenliği düşük sektörlerde emeklilerin asgari ücret düzeyinde çalıştırılması, bu sektörlerdeki sermayedarlar için iyi bir kârlılık şansı doğurmaktadır.

İşçi sınıfının güvencesiz bir biçimde çalışması sadece geçici iş ilişkilerinin yaygınlaşması ile sınırlı değildir. Göçmen, sığınmacı ve mülteci tanımlarıyla gelen milyonlarca kişinin, düşük ücretli emek yoğun sektörlerde istihdam edilmesi, hem genel işçi ücretlerini aşağıya çekmekte, hem de kural dışı çalışma biçimlerini yaygınlaştırmaktadır. Özellikle küçük işletmelerde yaygın bir biçimde görülen bu tür çalışma biçimlerinin genel emek ücretleri üzerinde baskılayıcı bir rol oynadığı aşikardır.

6. TÜRKİYE’DE SINIF ÖRGÜTLERİNİN DURUMU VE SINIF MÜCADELESİNİN DİNAMİKLERİ

6.1. TÜRKİYE’DE SINIF HAREKETİ EN ZAYIF DÖNEMİNDEN GEÇMEKTEDİR.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketi 1990’lardan bu yana gerilemeye devam etmektedir. 12 Eylül sonrası dönemde, karanlıktan çıkışa büyük bir itki sağlayan emekçi hareketinin 86-89 aralıklarında silkinişi, 90’lı yıllardaki kent yoksullarının eylemleri ve kamu emekçilerinin mücadelesiyle sürdürüldü. Ancak bu mücadelenin 89-91 yıllarında yaşadığı pikin ardından sürekli bir şekilde patinaj çekmesi, 90’lı yıllardaki kamu emekçileri mücadelesinin gölgesinde dar çevreler tarafından fark edilmişti.

2000’li yılların başındaki krizde sınıf hareketine hâkim olan “sınıf işbirlikçisi” çizginin dahi Emek Platformları kurmak zorunda kalması 90’lı yıllardaki birikimin son kalıntılarının eseriydi. 2002’deki AKP iktidarı ile birlikte sarı sendikal anlayışların tam boy bir biçimde hâkim olduğu sınıf hareketindeki geriye çekiliş, özelleştirme dalgasının “başarılı” olmasıyla birlikte tamamlanmıştır.

2010’lu yıllarda sınıf hareketindeki kıpırdanmalar yerel alanlara ve bazı ileri sektörlere sıkışmıştır. Başta metal, inşaat ve cam sektörlerinde ortaya çıkan, zaman zaman maden ve ulaşım işkollarında da örnekleri görülen kitlesel işçi hareketleri, sarı sendika-devlet- sermaye üçgeninde sıkıştırılmaya çalışılmıştır.

Son yıllarda ortaya çıkan tüm olanaklar bu üçgenin içerisinde sıkıştırılırken, sosyalist solun bu alandaki pratiği de sınıfta kalmıştır. Sınıf mücadelesinin diğer mücadelelerin bir kenar süsü olarak görüldüğü sosyalist solda, öne çıkan olanaklar ilgisizlikle karşılanmış ve bu olanaklar heba edilmiştir. Ortaya çıkan kısmi başarılar ise kesinlikle göz ardı edilmemeli, tersine bugünkü öncü kolu temsil eder olduğu bilinmelidir.

6.2. SARI SENDİKAL ANLAYIŞLAR TÜM SENDİKAL PLATFORM VE DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİNDE HAKİMDİR.

Kurulduklarından bu yana sarı sendikal anlayışın temsilcileri olan Türk-İş ve Hak-İş’in hakimiyeti işçi sınıfı içerisinde tartışmasız bir şekilde büyümüştür. Kamu emekçileri arasında Memur-Sen örgütlenmesi ile adeta bir AKP il teşkilatına dönen bu örgütlenme de, sarı sendikal anlayışın diğer unsurunu oluşturmaktadır.

Öte yandan, sarı sendikalara karşı kurulan DİSK ve KESK’in burjuva muhalefetin arka bahçesi haline dönüşmesi de dikkat çekicidir. Bu sendikalar konfederasyonların, ekonomik anlamda dahi sınıf mücadelesinde öncü kolu temsil ettiği günler geride kalmıştır. Her iki sendikal konfederasyon, geçmiş birikimi dar anlamda kullanan birer sivil toplum örgütü düzeyine çekilmiştir.

Sarı sendikaların tüm alanlardaki hakimiyeti, sınıf mücadelesinin diğer alanları olan odalar ve barolarda da görülmektedir. Buralarda da “demokratik kitle örgütü” anlayışı geriye çekilerek, sınıf mücadelesinin bir parçası olmaktan uzak dar siyasi çıkar çevrelerinin hakimiyetindeki güçlerin baskın olduğu anlayışlar bugün güç kazanmıştır.

Sarı sendikal anlayışlar bir bütün olarak tüm sınıf hareketini ele geçirirken, özgün bir sendikal “korparatizm” örneği de hakim kılınmaktadır. Sınıf işbirlikçiliğinin uzantısı olarak görülecek sendikal bürokrasi, adeta sermaye düzeninin sözcüsü haline gelmiştir. Geçmişte “sözde” de olsa verilmek zorunda kalan mücadelelere karşın, bugün kapalı kapılar ardında yürütülen pazarlıkların dışında bir “mücadele” görülmemektedir.

6.3. SINIF HAREKETİNDE ORTAYA ÇIKAN OLANAKLAR YENİ BİR HAREKETİN DE ÖNCÜSÜDÜR.

Sarı sendikaların ve genel örgütsüzlüğün hâkim olduğu bir dönemde, sınıf hareketinin verili zemin üzerinden sıçrama şansı bulunmamaktadır. Sendikal pazarlıkların ve mevcut toplu sözleşme düzeninin sınıf hareketinde bir kaldıraç rolü görme olanağı yoktur. Tersine, son on yılda görülen ve yerel olarak kalan fiili ve meşru mücadele anlayışının yeni bir sınıf hareketinde öncü rolü üstleneceği bilinmelidir.

Bugün kısmi olarak sosyalist çevrelerde ortaya çıkan örgütlenmeler bu öncülüğün küçük birer örnekleridir. Bununla birlikte partimizin yarattığı Sınıf Tavrı örneğinin, bu öncü rolü besleyen örnekler yarattığı da bilinmelidir. Sınıf Tavrı pratiğinin ortaya çıkardığı olanaklar, sınıf hareketinin önümüzdeki dönem kaderini de belirleyecektir.

Burada kısmi olarak ortaya çıkan sınıf pratiklerinin yaygınlaşması, ancak güçlü ve merkezi bir siyasi mücadele ile olacağı bilinmelidir. Önemsenmesi gereken sınıf mücadelesi pratiklerinin yaygınlaşması, ancak ısrarlı bir politik çizgiyle bugün eşik atlama şansına sahip olacaktır.

7. SINIFA SİYASET, SİYASETE SINIF

Sınıf mücadelesinin bugünkü görünümü yer yer ortaya çıkan mücadelelerin birikimli bir biçimde ilerleyememesidir. İşçi sınıfının göreli öne çıkan unsurlarına da sirayet eden yönsüzlük, asıl olarak ihtiyacın gözden kaçırılması anlamına gelmektedir. Bugün işçi sınıfı hareketinin temel meselesi örgütsel modellerle açıklanamaz. Örgütsel modelleri başarıya kavuşturacak olan somut pratik bir siyasal mücadelenin ortaya çıkarılmasıdır.

Sınıf hareketinin gerek AKP iktidarını gerekse de sarı sendikal anlayışı aşması için sınıfla siyaset arasındaki bağın güçlenmesinden geçmektedir. Siyasetle kurulan bağın bugün zayıf olmadığı da bilinmelidir. İşçi sınıfının siyasetle kurduğu bağ, en fazla burjuva muhalefeti saflarına denk düşmektedir.

Komünistlerin burada öncü bir rol üstlenerek yeni bir işçi kuşağını kendi saflarına kazanması tarihsel bir görevdir. Burjuva muhalefeti saflarına denk düşen geçici bir çalışma anlayışının, “doldur-boşalt” yaratacağı bilinmelidir. Bunun yerine uzun vadeli, mevzi kazanmayı hedef olarak belirlemiş bir pratiğin yaratılmasıdır. İşçi sınıfı hareketinin partisine, partinin sınıf hareketine ihtiyacı vardır!

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN SİYASİ YÖNELİMLERİ

1. TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN YÖNELİMİ VE KRİZ DİNAMİKLERİ

1.1. 2023 seçimleri Türkiye’de düzen siyasetinin yeniden yapılanmasının önemli uğraklarından birisidir. Bununla birlikte Türkiye kapitalizminin, emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki yerinin ise baştan aşağıya bir değişim anlamına gelmediği, özünde sermaye düzeninde taşların yerine oturacağı ve “müesses nizamın” yani kurulu düzenin yerleştiği/yerleşme eğiliminin güçleneceği bir döneme girildiği tespit edilmelidir.

1.2. 2023 seçimleri ile birlikte, siyasal İslâmcılıkta cisimleşen ancak özü itibariyle Türkiye kapitalizminin çıkarlarını ifade eden karşı-devrimci ve gerici dönüşüm liberallerin amentüsü sayılacak “1923’te açılan parantezin kapanması” başlığında büyük oranda yol almıştır. 1923 Cumhuriyeti’nin temel paradigmalarının tasfiyesi anlamına gelen 20 yıllık gerici dönüşüm, 2023 seçimleri itibariyle Cumhuriyet’in kazanımlarına yönelik tasfiyeci siyasetini daha da yükseltecektir. Bu anlamıyla 1923 Cumhuriyet’i adım adım tasfiye edilmiş, gerici “yeni rejim” kuruluş aşamasını geride bırakarak yerleşme aşamasına geçmiştir. Liberaller tarafından 1923 Cumhuriyeti’nin anti-tezi olarak ilan edilen “II. Cumhuriyet”, bugün patronların, tarikatların ve emperyalizme bağımlılığın rejimi olarak gerici ve emek düşmanı karakteriyle karşımızdadır.

1.3. Seçimlerin öncesinde Millet İttifakı’nın söyleminin merkezine oturan “güçlendirilmiş parlamenter sistem” söylemi ile şekillenen “restorasyoncu siyasi hat” yaşadığı seçim yenilgisi ile geri çekilmiştir. Bu çizginin 1923 Cumhuriyet’ine dönüşten ve Cumhuriyet’in kazanımlarını korumaktan ziyade Türkiye’de İkinci Cumhuriyet’in restorasyonu anlamı taşıdığı hatırlanmalıdır. Millet İttifakı’nın seçim yenilgisi yeni rejimin restorasyon ihtiyacının ortadan kalktığı anlamına ise gelmemektedir. Tersinden süreç Cumhur İttifakı’nın iktidarda olduğu bir dönemde, sermayenin ve emperyalizmin yönelimleri ve çıkarları ile çelişmeyecek şekilde ilerleyecek, yeni rejimin krizlerine yönelik restorasyon siyasetini gündeme getirecektir. Önümüzdeki dönem devlet kurumlarının şekillenmesinden sermayenin emeğe dönük saldırısına, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerinden Anayasa ve Başkanlık sistemi gündemlerine kadar tüm başlıklar bu bağlamda ele alınacaktır.

1.4. Cumhur İttifakı tarafından ortaya atılan “Türkiye Yüzyılı” söylemi son tahlilde bu çerçevenin markası olarak lanse edilmiştir. Ancak siyasette sürekliliğin esas olduğu ve bugün karşı devrim çizgisinin ana aktörü pozisyonundaki gerici-faşist bloğun geçmişi hatırlandığında geleceğe dair toplumsal bir proje ortaya koyması ise mümkün değildir. Türkiye orta gelişkinlikte kapitalist ve kriz dinamiklerinin her zaman ortaya çıkma potansiyeline sahip bir ülkedir. Bu anlamda ülkemizde sermaye düzenine, emperyalizme ve gericiliğe karşı ülkenin tarihsel/toplumsal ilerici birikimini yaslanan yeni bir cumhuriyet mücadelesi güncelliğini korumaktadır. Dolayısıyla seçim sonuçları üzerinden bir vurgu kaydırması yapmak gerekirse sermaye düzeninin sürekliliğine, kurulu düzenin tesisi arayışına ve hatta düzen muhalefetinin bunun parçası olacağına daha fazla işaret ederken, “yeni rejimin” ekonomik, siyasi ve ideolojik krizlerinin belirleyeceği olacak bir sürecin altı çizilmelidir.

2. ÇOK KUTUPLU DÜNYA GÜNDEMİ VE TÜRKİYE

2.1. Emperyalist sistem içerisinde bağımlı bir karaktere sahip olan Türkiye kapitalizmi, geniş planda Sovyetler Birliği’nin çözülüş dinamiklerinin, daha yakın planda ise dünyada yaşanan iktisadi krizin sonuçları üzerinden kendini var etmeye çalışmaktadır. Güncel olarak gelinen noktada Türkiye’nin böylesi bir dönemde kendisini pazarlık gücünü sonuna kadar kullanmaya dayalı bir denge politikasına yerleştirmiştir. Ancak bu “denge” siyasetinin iktisadi, siyasi ve askeri başlıklarda emperyalizme bağımlılık ilişkisi tarafından belirlendiği bir kez daha vurgulanmalıdır. Emperyalist ülkeler arasında kabaca ABD-İngiltere ile Almanya-Fransa’da cisimleşen odaklaşmanın, keskin taraflaşmaya ve büyük karşı karşıya gelişlere varacağına dair büyük belirtiler henüz bulunmuyor. Ancak bu durum doğal olarak bu odakların varlığını, güncel ve tarihsel çıkarlarını, ABD’nin emperyalist hiyerarşinin tepesindeki durumunu değiştirmiyor. Çok kutuplu dünya konjonktürüne gidiş olarak tanımlayabileceğimiz bu tabloya Çin ve Rusya’nın pozisyonları eklendiğinde Türkiye açısından dünya üzerinde gerek pazarlık gerekse denge politikası anlamında belirli alanların oluştuğu açıktır. Türkiye bu tabloya 2000’li yılların başında yaşadığı iktisadi krizin üzerine ve 2002’de AKP’nin iktidara gelişi ile entegre olmuştur.

2.2. Entegrasyonun temel mantığı ve ruhunun emperyalizme bağımlılık olduğunun akıldan çıkmaması gerekmektedir. Bu anlamıyla siyasal İslâmcı AKP ve faşist MHP’nin merkezinde durduğu Cumhur İttifakı, Cumhuriyet’in 100. yılında Türk İslâm sentezinin iktidardaki biçimi olarak gerek Türkiye kapitalizminin gerekse emperyalizme olan bağımlılığın sigortası durumundadır. Bununla birlikte Türkiye’de kapitalist sisteme ve emperyalizmle ilişkiler bütününe egemen olan devlet, aynı zamanda bölgesel anlamda çeşitli oyunların ya da açılımların içerisinde yer almaktadır. Bugünkü dünya düzeninde Türkiye’nin buralardan kazanımla çıktığını ya da Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda büyük bir ilerleme kaydedildiğini söylemek zor görünmektedir. Ek olarak, Türkiye’de AKP‘nin iktidara gelmesiyle yaşanan rejim değişikliği, Cumhuriyet’in ve laikliğin tasfiyesi emperyalizme rağmen değil emperyalizmin yönelimleri ve Türkiye sermayesinin tercihleri ile hayata geçirilmiştir.

2.3. Diğer taraftan Türkiye ekonomisi gerek sıcak paraya bağımlı karakteri gerekse faiz, kur ve enflasyon sarmalına girmiş pozisyonu ile krizde bulunmaya ve dışa bağımlılığa devam etmektedir. İhracatının büyük bir kısmı başta Almanya’ya olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ile ABD’ye yapılmakta, ithalat ise daha fazla Rusya ve Çin’den gelmektedir. İhracat oranlarındaki artış Türkiye sermaye sınıfını ve onun muhatabı olan emperyalist sermayeyi memnun etse de, ihracat ithalatı karşılamamakta ve dış ticaret açığı ise küçülmemektedir. Türkiye’nin dış borcu 31 Mart 2023 tarihinde açıklanan rakama göre 459 milyar dolar seviyesine yükselerek tüm zamanların rekorunu kırmış, dış borç stoğunun milli gelire oranı ise yüzde 50 seviyesine çıkmıştır. Bu durum, AKP iktidarı ve sermaye sınıfının ülkenin geleceğini tam anlamıyla ipotekli hale getirdiğinin göstergesidir.

3. TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA YÖNELİMLERİ

3.1. Güncel olarak Türkiye’nin dış politikasının bir adı, ruhu ya da söylemi olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye tarihinde yer alan “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” söyleminden tutun, AKP iktidarının komşularla sıfır sorun politikası, BOP Eşbaşkanlığı ve Yeni Osmanlı gibi açılımlarından hiçbiri bugün geçerli değildir. Özellikle AKP döneminin dış politika açılımları havada kalmış, örneğin sıfır sorun politikasının sonucunda Türkiye bütün komşuları ile ihtilaflı hale gelmiş, BOP Eşbaşkanlığı ise emperyalizmin çıkarları doğrultusunda ülkemizi Suriye savaşında cihatçıların hamisi durumuna getirmişti.

3.2. Emperyalizmin dünyada ve bölgede attığı adımların belirlediği çerçeve içerisinde Türk dış politikası yürütülmektedir. Türkiye sermaye devleti, dış siyasette egemen bir devlet karakterini korumaya çalışmakla ve hareket alanını genişletme çabası içinde olmakla birlikte, emperyalizmin çıkarları ile çelişen bir pozisyonda durmamaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede belli bir hareket alanına sahip olması ve siyasal bazı başlıklarda öne çıkan adımlar atmasına rağmen Türkiye kapitalizminin kendisini var edeceği kalıcı mevzilere dönüştüğünü söylemek zor görünmektedir. Daha doğrusu ulusalcı siyasetin emperyalizmden bağımsız bir Türkiye kapitalizmi kurgusunun ya da tersinden Kürt ulusalcılığının alt emperyalist ya da emperyalist Türkiye söyleminin ayaklarının yere oturduğunu söylemek mümkün değildir. Sermaye devleti ve AKP iktidarı açısından şu an ağırlıklı olarak dış politikada geçerli olan yaklaşımın “kazan/kazan” politikası denen pragmatizm ve bununla birlikte içerideki krizleri öteleme yönelimi olduğunu ifade etmek gerekir.

3.3. Seçimler sonrasında şekillenen yürütme aygıtının niteliği ve yapılan tercihler Türkiye’nin gelecekteki dış politikasına dair güçlü sinyaller vermektedir. Başta AB olmak üzere uluslararası finans kapitale yakılan yeşil ışık anlamına gelen ekonomik yönelim ve mecburiyet ile NATO üzerinden ABD emperyalizmine askeri bağımlılık, yeni dönemin dış siyasi eğilimlerini fazlasıyla belirleyecektir. Bununla birlikte gerek Ortadoğu gerek Ukrayna başta olmak üzere emperyalizmin müdahale ettiği ve Türkiye’nin de müdahil olduğu alanlarda yeni gelişmeler beklenmesi kaçınılmaz olmakla birlikte yakın dönemde Türk dış politikasında “bekle gör – pazarlık et” çizgisinin ağırlık kazanması beklenmelidir. NATO üyesi Türkiye’nin bu bağlamda ve dış politikada ABD ile stratejik ittifak, Rusya ile konjonktürel işbirliği, İran ile pragmatik ilişki içerisinde olduğunu tespit etmek yerinde olur.

3.4. Suriye ve Ukrayna emperyalizmin vazgeçmediği ve yüklendiği iki alan olarak ön plana çıkmaktadır. Ukrayna’nın nihai olarak NATO’ya alınması ve Rusya’nın sıkıştırılmasına dayanan emperyalist siyaset devam ederken, Türkiye bir yandan Ukrayna’nın NATO’ya alınmasının yanında açıklamalar yapması, Neo-Nazi Azov Taburu komutanlarını Rusya’yla yapılan anlaşmaya rağmen Ukrayna’ya iade edilmesi ve kendisini tahıl koridorunun kilit ülkesi olarak arabulucu pozisyona yerleştirmesi Türkiye’nin NATO konseptini terk etmediğinin açık göstergesi olarak ortaya konmalıdır.

3.5. Diğer taraftan Suriye’de ABD planları ile Türkiye arasında çelişkinin belirdiği tek nokta Suriye’nin kuzeyinde Kürt siyasi hareketi ile ABD arasında kurulan işbirliği olmaya devam etmektedir. ABD’nin Irak ve Suriye’nin kuzeyini kesen Kürt devleti oluşumu yönündeki yaklaşımı, Türkiye sermaye devletinin kırmızı çizgisi ve iç politikada ise işe yarayan temel argümanlarından bir tanesidir. Son seçimler bu bağlamda Kürt meselesinin iç siyasette belirleyici bir rolünün olduğunu bir kere daha göstermiştir. Ancak, Suriye’yi kesen bir Amerikan barışının Türkiye ile Irak ve Suriye’deki Kürt oluşumları yan yana düşürme potansiyelini hala taşımaktadır. Bu noktada Suriye’nin bölünme dinamiklerini tetikleyen iki olgu olduğunu bir kez daha belirtmek gerek. Bunlardan birincisi, ABD’nin Kürt siyasi hareketi ile yaptığı işbirliği, ikincisi ise, Türkiye’nin Suriye’deki İslâmcılar ile kurduğu işbirliğidir.

3.6. Suriye gündeminde, Türkiye’nin yakın geçmişte yaptığı operasyonlar ile elde edilen toprak parçalarının nasıl bir pazarlık kozuna dönüşeceği ise büyük bir belirsizlik olmaya devam etmektedir. “Yeni Osmanlıcı” siyaset doğrultusunda buraların ilhak edilmesi gündeme gelmeyecekse Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’nin elinin zayıfladığı bir döneme girildiğini ifade etmek doğru olacaktır. Özellikle Suriye devletinin Suudi Arabistan’ın çağrısı ile birlikte Arap Birliği’ne dönüşü, Astana çözüm masasına Suudi Arabistan’ın katılma ihtimali Türkiye’nin Suriye sahasındaki rolünü ve selefi cihatçılar ile yaptığı iş birliğini zorlayıcı bir potansiyel taşımaktadır. Dolayısıyla Ortadoğu meselesinde Arapların merkezinde durduğu ve Amerikancı çözümün buradan tarif edildiği bir süreç, Türkiye’nin Ortadoğu’nun lider ülkesi, Recep Tayyip Erdoğan’ın da Ortadoğu’nun ve Müslümanların lideri olma arayışını ortadan kaldırmakla eşdeğerdir. Verili durumda da zaten Türkiye şu anda Mısır, BAE, Suudi Arabistan’la siyasi ilişkileri düzeltmeye çalışmaktadır. Bunun bir nedeni dış politikada pozisyon almak ise, diğer ve önemli nedeni ekonomiyi düzeltmek için Körfez sermayesinden para akışını sağlamak ve ticareti garanti altına almaktır.

3.7. Türkiye dış politikasında öne çıkan başlıklardan biri de “Kıbrıs Meselesi”dir. Gerek adada yaşayan iki halkın iki ayrı bölmede yaşamasına yol açan olgular nedeniyle büyük ölçüde iç politikanın da gündemi olan mesele AKP iktidarı için aynı zamanda başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB, İngiltere ve İsrail’i de kapsayan bir dizi aktörün Ortadoğu politikaları üzerinden “kazanım” elde etme çabalarına da yol açmaktadır. Kuzey Kıbrıs’ın devlet olarak tanınmasını dış siyasette gündeme getiren AKP iktidarının daha ulusalcı bir yönelime girdiğinin değil Ortadoğu’da Amerikancı çözüm karşılığında Kıbrıs’ta kazanım elde etmeye odaklandığı varsayılabilir. Ancak tutarsız ve Amerikancı dış politika Suriye’de nasıl duvara çarptıysa tüm bu başlıklarda da duvara çarpmaya aday görülmelidir. Çünkü tüm bu süreçlerle emperyalizmin saldırganlık alanları genişlemekte (Ukrayna savaşı, Yunanistan’a yapılan askeri yığınak örneklerinde olduğu gibi) anti-emperyalizmin yerini alan denge ve pazarlık siyaseti son tahlilde emperyalizmin işine yaramaktadır. Bir adım daha ilerlemek gerekirse yukarıda saydığımız başlıklar bağlamında Türkiye’nin İsrail ile daha da yakınlaşması gündeme gelebilecektir. Bunun bir örneğinin Azerbaycan-Ermenistan savaşında ortaya çıktığı unutulmamalıdır.

4. NATO ve TÜRKİYE

4.1. Ülkemizin emperyalizmle kurduğu ilişkilerin en temel noktalarından bir tanesinin NATO üyeliği olduğu ve bunun askeri yönü ile birlikte siyasi tarafı olduğu açıktır. Uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin düzeltme ihtiyacının olduğu en son alanın NATO olduğunun ifade edilmesi yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin NATO sisteminin bir parçası olması ABD ile kurulan stratejik ittifakın en kritik halkası olarak görülmektedir. Bu konuda Türkiye burjuvazisi, sermaye devleti, Cumhur ve Millet İttifakı’ndaki tüm partiler mutlak bir uyum içerisindedirler. Hatta Meclis’te temsiliyeti bulunan Kürt siyasi hareketinin de NATO’nun genişlemesi oylamasına katılmayarak zımni destek vermesi düzen muhalefetinin liberal ve reformist sol kanadının da bu yaklaşımın parçası haline geldiğinin göstergesidir.

4.2. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrasında genişlemeye devam eden NATO’nun güncel olarak Finlandiya, İsveç ve Ukrayna’yı kapsamaya çalışması da Türkiye’nin temelde karşı çıktığı bir başlık değildir. İsveç’in NATO üyeliği konusundaki Türkiye’nin itirazları bir yanıyla hamaset diğer yanıyla ise pazarlığın açık bir şekilde yürütüldüğünün göstergesi olmuştur. İsveç’in FETÖ ve PKK’ye alan açması üzerinden yürütülen tartışma 11-12 Temmuz tarihlerinde yapılan NATO Zirvesi’nde İsveç’in NATO üyeliğine Türkiye’nin verdiği onay ile son bulmuştur. Terör üzerinden yapılan itirazın arka planında ABD ile yürütülen F-16 uçaklarının modernizasyonu olduğu seçimlerin hemen ertesinde seçimi kazanan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın önüne ABD Başkanı Biden tarafından konulmuştur. Bununla birlikte, İsveç kararının hemen öncesinde Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği’ne üyelik defterini yeniden açması da önümüzdeki süreçte asli olarak AB ile yürütülecek göçmen pazarlığı ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konularına dair bir işaret olarak değerlendirilmelidir. Her ne kadar NATO ve AB farklı iki düzlem olarak değerlendirilse de emperyalist ülkelerin çıkarlarının ortaklaştığının akılda tutulması yerinde olacaktır.

5. AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE KAPİTALİZMİ

5.1. Avrupa Birliği ile Türkiye’deki sermaye düzeni arasındaki bağlar her alanda güçlüdür. Türkiye kapitalizminin ihracatının büyük kısmı AB ülkeleri ile yapılmaktadır. Bununla birlikte Türkiye’nin 1996’da Gümrük Birliği’ne girmesi de ülkemizin emperyalizme tam boy entegrasyonu bağlamında önemli bir adım olmuştur. Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci ise askıdadır ancak gerek Türkiye sermayesinin gerekse onun temsilcilerinin AB’yle ilişki içerisinde olmaktan vazgeçmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeleri mümkün değildir.

5.2. Emperyalizmin neo-liberalizm dönemi olarak adlandırılan emeğe dönük büyük saldırısı, 1990’lı yıllarda yükselirken Türkiye’nin payına da Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında daha fazla emek düşmanlığı, özelleştirme ve sosyal devletin tasfiyesi vb. başlıklar düşmüştür. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ve devamında attığı adımlar bu başlıklarda sermaye ve emperyalizm lehine önemli mevziler anlamına gelmekteydi. Bu açıdan AKP’nin iktidara gelir gelmez AB’ciliğin yükseltmesi, geçmişinde AB’ye “Hıristiyan kulübü “yakıştırması yapan bir siyasi hareket olmasına rağmen şaşırtıcı olmamıştır. Bu noktada sermayenin ve emperyalizmin programı yeni rejimin temel programı olmuştur.

5.3. Gelinen noktada Türkiye sermaye sistemi için başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ile ilişkiler büyük önem taşımaya devam ediyor. Sermayenin çıkarlarının büyümesi açısından AB üyeliği oldukça iştah kabartıcı bir karakter de taşıyor. Tersinden AB ülkeleri açısından Türkiye ile kurulan ilişki gerek dünya pazarında yer tutmak gerekse başta Ortadoğu olmak üzere kritik bazı bölgelerde söz sahibi olmak anlamına da geliyor. AKP iktidarı ise AB gündemini kimi zaman ısıtarak kimi zamansa gerilimi arttırarak siyaset yapacağı zemini korumaya çalışmaktadır.

5.4. Bunun en canlı örneğini Türkiye’de yaşanan göçmen ve sığınmacı sorunu üzerinden ortaya koymak mümkündür. 2013 yılında Ahmet Davutoğlu tarafından imzalanan vize serbestisi ve geri kabul anlaşmasının vize serbestisi kısmı buharlaşmış, bu anlaşma ve AKP iktidarının ABD işbirlikçiliği ile ülkemizi Suriye’de soktuğu yolun sonunda, Türkiye, Avrupa Birliği’nin göçmen ve mülteci gettosu haline dönüşmüştür. Güncel olarak ise Türkiye ile AB arasında sığınmacılar gündemi varlığını ve yakıcılığını korumaya devam edecektir. Bu anlamda AKP’nin pazarlığı, AB’nin ise sığınmacıları Türkiye’de tutmanın yollarını öne çıkartacağı bilinmelidir. AB ile Türkiye kapitalizmin arasındaki önemli bir diğer mesele ise Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesidir. İsveç’in NATO’ya girişine Türkiye’nin onayı ile birlikte gündeme gelen bu güncelleme arayışı, Türkiye’nin AB’den medet umma ve emperyalizme bağımlılık siyasetinin en temel sonuçlarından bir tanesi olarak görülmelidir.

6. AVRASYACILIK, KAPİTALİZMİN SEÇENEĞİ DEĞİLDİR

Türkiye’nin emperyalist sistem içerisindeki yeri, emperyalist odaklar ve onların aygıtları ile kurulan ilişkiler hesaba katıldığında Avrasyacılığın Türkiye açısından mümkün bir seçenek olmadığı açıktır. Bu anlamıyla Türkiye’yi Batı ekseninden Doğu’ya kaydıracak, ağırlıklı olarak Rusya ve Çin ekseninde bir çizgiye yerleştirecek olan bu yönelimin sermaye devleti açısından da bir proje olması imkansızdır. Bu durum Türkiye’nin gerek bölgesel gerekse küresel ölçekte oyunların içerisinde olması, pazarlıklara girişmesi, Rusya ve Çin’le askeri, siyasi ve ekonomik ilişki içerisinde olması ile çelişen bir durum yaratmamaktadır.

7. 1923 CUMHURİYETİ’NİN TASFİYESİ ÜZERİNE

7.1. 2002 – 2023 ve hatta daha geniş planda 12 Eylül 1980 – 2023 dönemi kapitalizmin çıkarları doğrultusunda 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş dinamiklerinin körelmesi ve ardından AKP eliyle kuruluş paradigmalarının tasfiyesi bugün gelinen nokta itibariyle geri dönülmez bir noktaya gelmiştir. 1923 döneminin siyasal koşulları bugün mevcut değilken, 100 yıllık kapitalist süreç yeni toplumsal dinamikleri de ortaya çıkarmış, bu anlamıyla yeniden 1923 Cumhuriyeti’ne dönüş nesnel olarak da mümkün değildir. Siyasal alanda Kemalizmin iktidardan tasfiyesi ve devletten de tasfiyesini getirmiş, Kemalizm yeni rejimde devletin ideolojik bir ekseni değil deyim yerindeyse fon ögesine dönüştürülmüştür. Cumhuriyet’in tarihsel ilericiliği ve kazanımlarının toplumsal alanda sadece ideolojik değil aynı zamanda politik talepler haline dönüşmesi ise siyasal/toplumsal devrimci mücadelenin zemini ve konusu haline gelmiştir.

Seçimlerin ardından 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesine dair atılacak adımlar yeni rejimin yeni anayasası ile gündeme getirilecek, siyasal İslâmcıların ve liberallerin ifadesiyle 100 yıllık parantezin kapanışına imza atılmak istenecektir. Sosyalist mücadelenin temel başlıklarından birisi de bu sürece karşı ilerici/Cumhuriyetçi toplumsal dinamik ile işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını çakıştıracak bir politik mücadeledir.

7.2. 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi ile yeni rejimin restorasyon ihtiyacı iç içe geçen süreçlerdir ve bunları mutlak anlamda birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu anlamda, Türkiye sermaye düzeninde özellikle 2002 – 2023 arası büyük bir mesafe kaydedilmiş, emek düşmanlığı, laikliğin tasfiyesi ve emperyalizme bağımlılık anlamında önemli adımlar atılmış, karşı devrim çizgisi yükselmiştir. Düzenin içindeki uyumsuzluklar, sürtünmeler ya da anlaşmazlıklar geçiş sürecinin politik başlıklarını belirlese de, Türkiye kapitalizmi ve sermaye sınıfı özünde kendi çıkar ve siyasetini bu gerici dönüşümde görmüştür. Bugün 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi, bizzat emperyalizm ve kapitalist sistemin çıkarları için sermaye sınıfı tarafından adım adım kemirilerek ve içeriden çökertilerek gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in kazanımları ile tarihsel ilerici değerlerin temsiliyeti ise bugün ancak ve ancak emekçi sınıfların politik mücadelesinin programında yazabilir.

7.3. Ekim Devrimi’nin açtığı alanda ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti iki kutuplu dünya zamanında anti-komünist kampın uç jandarma karakolu pozisyonuna yerleşmiş, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türkiye belli oranlarda kimlik bunalımına girmiştir. AKP iktidarı ile siyasal İslâm elbisesi giydirilen ülkemiz artık bağımsızlık ve laiklik başlıklarından tam da sermaye ve emperyalizmin istediği tarzda zayıfla(tıl)mış bir ülkedir. Hem bu başlıkları yeniden kazanacak hem de Türkiye’deki sömürü düzenine son verecek tek gücün devrimciler ve komünistler olduğunun bir kere daha hatırlanması gerekmektedir.

7.4. Bağımsızlık ve laikliğin tasfiye edildiği, işçi sınıfının örgütsüz ve siyasetsiz kaldığı bir ülkede emperyalizmin Türkiye’yi istediği gibi manipüle etmesi mümkündür. Orta gelişkinlikte kapitalist bir ülke olarak Türkiye’nin içine düştüğü bu durum, tek başına kapitalizmin düzeyi ya da emperyalizmle kurulan ilişkilerin derinliği ile ifade edilemez. Eğer ki ülkenin egemen sınıfları ve yönetim kademesi işbirlikçi bir pozisyonda yer alıyorsa Türkiye’nin egemenlik alanları da bir yerden sonra dünya üzerindeki büyük güçlerin egemenlik alanlarına dönüşme potansiyeli taşımaktadır.

7.5. Bugün Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz, yaşanan işsizlik ve yoksullaşma, sıcak paraya olan muhtaçlık, ülkenin topraklarının ve vatandaşlığın yabancılara para karşılığında satılması gibi başlıklar ülkenin son yüz yıllık tarihinin geldiği noktayı özetler niteliktedir.

8. YENİ REJİMİN ‘MÜESSES NİZAMI’

8.1. Yıkılan Cumhuriyet’in yerine konulan düzen ya da yeni rejim öncelikle sermayenin merkezileşme ve sömürünün derinleştirilmesi eğilimlerini karşılaması gerekmektedir. Başkanlık sistemi bunlar açısından güçlü bir araç olması nedeniyle gündeme gelmiştir. Bununla birlikte AKP’nin elinde devlet aygıtının bir araca dönüşmesi ya da parti devleti yolunda atılan adımlar ve yargının siyasi iktidar tarafından bir sopa olarak kullanılması kimi zaman gerilimlere yol açsa da kapitalizminin ihtiyaçları açısından sermaye devleti ve sermaye sınıfı tarafından gündeme getirilmiştir. 2023 seçimleri sonrasında TÜSİAD cenahından yapılan açıklamalar ile İkinci Cumhuriyet’in düzeninin kurulması konusunda AKP ile çelişmeyecek bir zeminde durulduğu ifade edilmiştir. AKP iktidarının serbest piyasayı merkeze koyması, özelleştirmeler konusundaki kararlı ve ısrarcı tutumu, işçi sınıfının haklarının gaspı konusundaki duruşu ve örneğin grevleri milli güvenliği bahane ederek yasaklaması sermaye sınıfına önemli garantiler sunmaktadır. Dolayısıyla yeni dönemde sermaye düzeninde tam boy istikrar ve uyum olmasa da tüm öznelerin aşağı yukarı benzeri bir menzile odaklanacakları bir döneme girildiğini ifade etmek gerekmektedir.

8.2. Liberallerin ve siyasal İslâmcıların en büyük söylemlerinden biri olan “Kemalist rejimin vesayetçi yapısına karşı mücadele” söylemi artık sona ermek durumundadır. Tersinden AKP iktidarının kendi vesayet rejimini kurduğu bir döneme girildiğinin ifade edilmesi gerekmektedir. Bu durumun, liberallerin yaklaşımı ya da egemen sınıflar ile AKP ilişkisinde mutlak bir karşıtlık anlamına gelmeyeceğini de tespit etmek yerinde olur. 2023 seçimleri ile birlikte tescillenen olgulardan bazılarını şu şekilde ifade edebiliriz:

  • Siyasal İslâmcılık Türkiye’deki kapitalist sistem tarafından içerilmiş durumdadır. Tarikatların gelmiş olduğu nokta, holdingleşen yapıları, devlet içerisindeki pozisyonlarına bakıldığında entegrasyonun boyutları görülecektir.
  • Milli Savunma Bakanlığı’nın askeri bir kuruma dönüşmesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın ve kuvvet komutanlıklarının Milli Savunma Bakanlığı’na, Jandarma Genel Komutanlığı’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması vb. başlıklar bugüne kadarki askeri vesayet söyleminin AKP iktidarının elinde, tersine döndüğünü göstermektedir.
  • İkinci Cumhuriyet’in düzeninin yerleşmesi ile restorasyon ihtiyacı iç içe geçmiş durumdadır. Bu başlıkta Anayasa gündeminin, Kürt sorununda çözüm tartışmalarının, ekonomik kriz meselesinin, tarikatların geleceği ve AKP ile MHP’nin devlete yerleşmek için atacakları adımların gündeme gelmesi beklenmelidir. Bunlar aynı zamanda kriz dinamiklerinin oluşma potansiyelinin de olduğu noktalardır.
  • Ancak bunlarla birlikte işçi sınıfına dönük saldırılarını azalacağını beklemek yanlıştır. İkinci Cumhuriyet’in kurulacağı zemin laikliğin tam boy tasfiyesi, emperyalizme daha fazla teslimiyet gibi önemli noktaları içereceği gibi esas olarak sınıf mücadelelerinin keskinleşeceği bir yere de işaret etmektedir. Bu anlamıyla emekçilerin cumhuriyeti, yeni bir cumhuriyet ve sosyalizm için mücadele güncel karakterini korumaya devam edecektir. Bu açıdan işçi sınıfının örgütlü bir güce dönüşmesi ve sınıf siyasetinin yükseltilmesi kritik bir yerde durmaktadır.

9. YENİ ANAYASA GÜNDEMİ REJİMİN TESCİL ETTİRİLMESİDİR

9.1. İkinci Cumhuriyet’in yerleşmesi ve adının tam anlamıyla konulması açısından yeni Anayasa’nın gündeme geleceği açıktır. İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu denilen olguyu siyasal İslâmcılar bir zafer olarak görmekte; Kemalizmin yenilgisini ve ordunun, yargının ve diğer devlet organlarının kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürülmesini başarı hanelerine yazmaktadırlar. Ancak verili tablonun oluşmasında başta emperyalizmin yönelimlerinin, sermayenin tercihlerinin, liberallerin ideolojik taarruzunun, FETÖ örneğinde olduğu gibi Amerikancı oluşumların ülkeyi iğdiş etmesinin, Cumhuriyet karşıtı çizginin çeşitli uğraklarda Kürt siyasi hareketinden ve çeşitli sol kesimlerden destek almasının etkisi olduğunu unutmamak gerekmektedir.

9.2. Bu bağlamda, AKP’nin gündeme getireceği “sivil Anayasa” özünde sermaye çıkarlarını merkeze koyan liberal bir karakter taşıyacaktır. Türkiye’de özgürlük tartışmalarını siyasal İslâm’a yol vermek ve büyütmek olarak propaganda eden liberallerin bugün HÜDA-PAR’ın Meclis’te yer alması karşısında aldıkları tutum hamasetten ibarettir ve deyim yerindeyse timsah gözyaşları dökmektedirler. Benzeri şekilde yeni Anayasa’nın daha devletçi/sosyal devletçi bir karakter yerine serbest piyasacı karakteri koruyacağından emin olunmalıdır. İkinci Cumhuriyet’in en büyük çelişkileri bu ve benzeri başlıklarda ortaya çıkacaktır.

9.3. Son seçimlerde düzen muhalefetinin yaşadığı yenilgi ve ortaya çıkan Meclis tablosu, AKP iktidarının “yeni anayasa” başlığında atacağı adımları kolaylaştırıcı bir nitelik taşıyacaktır. Anayasa tartışmaları ile birlikte başkanlık sisteminde gereken düzeltmelerin yapılması, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde elli barajının revizyonu, türbanın Anayasal bir karaktere kavuşturulması gibi siyasal İslâm açısından kritik bir başlığın temel bir metne işlenmesi gibi bir dizi başlık gündeme gelecektir. Yeni anayasa girişimi, “Darbelerle hesaplaşıyoruz” diyerek darbe dönemini aratmayan uygulamaları hayata geçiren AKP iktidarı yeni rejimi tüm topluma tescil ettirme siyasetidir.

10. KÜRT SORUNU VE DÜZEN

10.1. Yeni Anayasa gündemi üzerinden tartışmaya açılacak önemli bir başlık Kürt sorunu olacaktır. Liberaller ve Kürt siyasi hareketi açısından bu gündem bir demokratikleşme meselesi ve kimlik siyaseti odaklı olarak ele alınacaktır. Bu sürecin düzen cephesinde çeşitli krizlere gebe olacağı açık olmakla birlikte şu anki gerici-faşist iktidar bloğunun verili haliyle taviz vermesi pek de olasılık dahilinde değildir.

10.2. Ancak bununla birlikte Kürt sorununda ortaya çıkması muhtemel yeni bir “çözüm süreci”nin dengeleri değiştirmesi mümkündür. Bu durumun, Suriye’deki gelişmeler ve Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanacak gelişmeler kadar, Türkiye’nin iç siyasetindeki kim başlıklara da bağlı olduğu açık olmalıdır. Buradan hareketle Cumhur İttifakı açısından kriz potansiyeli taşıyan başlıklardan bir tanesinin Kürt sorunu olduğu bilinmelidir. HÜDA-PAR ve MHP’nin aynı düzlemde buluştuğu bu zemin bir tarafında Türk-İslâm sentezinin, diğer tarafında Kürt-İslâm sentezinin yer aldığı bir oynaklığa sahiptir.

10.3. Türkiye’de sermaye düzeni Kürt sorununu çözememiştir ve çözme şansı da bulunmamaktadır. Ama bir farklılaşmanın altını bu noktada çizmek yerinde olacaktır; “İkinci Cumhuriyet”in kuruluşu ve ayakları üzerine doğrulmasına paralel olarak Kürt sorunu da sermaye düzenine karşıtlık ilişkisinden, düzene eklemlenmiş bir karaktere doğru geçiş yapmıştır. Bu karakterin oluşmasındaki temel faktörü Kürt siyasi hareketinin tercihlerinde aramak gerekmektedir. Son çözüm sürecinde ve günümüze kadar yaşananlar bunun temel belirteci olarak ortadadır.

10.4. Ulusal bir sorun olarak Kürt sorununu bir sınıf ve Kürt emekçilerin sorunu olarak görmek gerekmektedir. Öte yandan meseleyi Kürt siyasi hareketi dahil olmak üzere hiçbir siyasi aktör bu şekilde ele almamakta, Kürt sorunu sermaye düzeni ve emperyalizmin çizdiği çerçeve içerisinde gündemde kalmaktadır. Bunun pratik sonucu ise Türk ve Kürt milliyetçiliğinin karşıtlık ilişkisinde ortaya çıkmaktadır.

11. KÜRT SİYASİ HAREKETİ’NİN DÜZENE ENTEGRESYONU

11.1. Kürt emekçilerinin ve yoksullarının mücadelesinin sermaye düzeni açısından bir tehdit olmaktan çıkıp Kürt siyasi hareketinin “İkinci Cumhuriyet”e entegre olduğu bir sürecin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Kürt siyasi hareketi tüm kanatları, odakları ve özneleri ile birlikte bu sürecin parçası olduğu açıktır. Demokratik Cumhuriyet/Demokratik Konfederalizm/Demokratik Özerklik tezlerini silsile halinde merkeze koyan Kürt siyasi hareketinin Ortadoğu stratejisi bir yandan emperyalizmle işbirliğine dayalı bir statü ve toprak elde edilmesine, diğer yandan ise İran’la Türkiye’nin arasında Kürt sorunu üzerinden oluşan çelişkilere oynanmasına dayalıdır. Türkiye siyaseti ise başta HDP olmak üzere Türkiye’nin içinde bulunan legal siyasal oluşumlar tarafından devam ettirilmektedir. HDP’nin son çözüm sürecinin partisi olarak kurulması, devlet ile masaya oturması ve Türkiyelileşme açılımlarının en pratik sonucu Kürt sorununda gelinen aşama olarak okunmalıdır. Önümüzdeki süreçte de Kürt hareketinin siyasal gündeminin Demokratik Cumhuriyet tezine odaklanacağı ve liberal bir çizgide seyredeceğini bugünden söylemek mümkündür.

11.2. Son seçim sürecinde düzen muhalefetinin restorasyon çizgisine eklemlenen Kürt siyasi hareketi bu anlamıyla yaklaşık son 10 yıllık bir dönemin sonucunda liberal siyasetin tahakkümü altına girmiştir. Seçimlerde Yeşil Sol Parti ve yetmez ama evetçilerin adaylığı ile cisimleşen bu çizginin geleceğe dönük de bir yansıması olacaktır. Bu yansımanın bir tarafında Ortadoğu’da olası Amerikan barışının sonuçları diğer tarafında ise sermaye devletinden çözüm beklentisi olacağını şimdiden olasılık olarak görülebilir. Olasılıkların ve beklentilerin hayata geçmediği durumda ise İkinci Cumhuriyet düzleminde Kürt siyasi hareketini çıkışsızlık bekleyecektir. Yakın vadede ağırlıklı olarak yerel seçimlere endeksli ve doğuda, güneydoğuda belediyelerin kazanılmasına odaklanacak olan Kürt hareketi, batıda ise seçim sonuçları açısından belirleyici bir güç olarak kendini ortaya koymayı deneyecektir. Ancak tüm bunları belirleyecek olan temel parametre sermaye devletinin Kürt meselesine dönük atacağı adımlardır. Burada da sermayenin ve emperyalizmin yönelimlerinin belirleyici olacağını, AKP iktidarının ise tüm bunların bileşkesi üzerinden adım atacağını tespit etmek gerekmektedir. Böylesi bir dönemde özellikle liberallerin Kürt sorunu üzerinden sisteme tam boy entegrasyonu tercih etmesi ve dolayısıyla Kürt hareketinin de bu çizgiye doğru geçiş yapması olasılık dahilindedir.

12. MİLLİYETÇİLİK Mİ KAPİTALİZMİN KRİZİ Mİ YÜKSELİŞTE?

12.1. 2023 seçimleri Türkiye tarihinin en sağ bileşimli Meclis’inin oluşması ile son bulmuştur. Parlamentonun artık kâğıt üzerinde kaldığı gerçeği bir yana bırakılırsa ortaya çıkan siyasi sonuç özel olarak dikkate alınmalıdır. Farklı kutuplarda olsalar da seçimlerde MHP ve İYİ Parti’nin oylarının yüzde 20 bandına doğru yaklaşıyor olması önemli bir parametre olarak değerlendirilmelidir. Buradan hareketle Türkiye’nin tam boy faşizme doğru yol aldığı tespitinin yapılmasının ise Türkiye kapitalizminin dinamikleri açısından sınırları vardır. Türkiye’de sağın oylarının yüzde 60’ların üzerinde olduğu, MHP’nin de tek başına yüzde 20’lere varan oy potansiyeline ulaştığı seçimler yaşanmıştır. Bununla birlikte göçmen karşıtlığı üzerinden yürütülen ırkçı siyaset tarzının belli bir düzeyde toplumda karşıtlık yarattığı bilinmelidir.

12.2. Ekonomik krizin etkisi, Cumhur İttifakı’nın Kürt meselesi üzerinden yükselttiği siyasi hat, göçmen karşıtlığı, siyasi iktidarın son yıllarda merkeze yerleştirdiği beka sorunu söylemi genel anlamda toplumda milliyetçi duyguları kaşıyan bir öze sahiptir. Sonuç olarak milliyetçiliğin siyasal alanda karşılık bulduğu bir dönemden geçtiğimiz de açıktır. Pratik olarak Türk İslâm sentezinin bugün iktidarda egemen bir siyaset tarzı yarattığı ve milliyetçi söylemleri de yükselttiği bir dönemden geçmekteyiz. Bunun en pratik sonucu siyasal alanın “milli ve gayri milli” ikilemine hapsedilerek Cumhur İttifakı’nda cisimleşen siyasal iktidara dönük karşı çıkışların “gayri milli” ilan edilmesidir. Türkiye’de komünist hareketin bu anlamıyla sınıf siyasetini yükseltmesi ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesini sermaye iktidarına karşı ayaklarının üzerinde doğrulması için öncülük etmesi büyük bir önem taşımaktadır.

12.3. Dolayısıyla, Türkiye solunun geleneksel ezberine dayanarak “faşizme karşı birleşik cephe” arayışına girmek yerine emekçilerin bağımsızlıkçı, yurtsever bir siyasetin çevresinde toparlanması, anti-emperyalizm bayrağının yükseltilmesi en doğru siyaset tarzı olacaktır. Türkiye kapitalizminin krizi yükselmektedir, sermaye düzeni ideolojik ve siyasi krizlere gebedir; yeni rejimin kurumsallaşmak için yeri geldiğinde dayatmalara ve zora başvurması ise olasılık dahilindedir. Dolayısıyla bu dönemde faşizmin yükselişe geçip geçmediğinden ziyade kapitalizmin krizinin “yükselişte” olacağına dair yaklaşım devrimci mücadeleyi daha doğru bir eksende konumlandıracaktır.

13. SİYASAL İSLÂMCILIK BİTTİ Mİ?

13.1. Türkiye’de siyasal İslâmcılığın sistem tarafından kapsanması başlığında büyük bir mesafe kaydedilmiş durumdadır. Bununla birlikte tüm topluma ve emekçilere ödetilen diyet laikliğin tasfiyesi olmuştur. Özellikle Ortadoğu’da emperyalizmin siyasal İslâmcı güçler ile açık işbirliğini geri çekmesi AKP iktidarında tartışmaya yol açsa da Türkiye’de tarikatlar gerçeği ve tarikatların ticarette, siyasette ve devlet içerisinde tuttuğu yer, toplumsal alanda yayılan dinselleşme, laikliğin tasfiyesi gibi başlıklar dizginlerinden boşanmış bir şekilde ilerlemiştir. Önümüzdeki süreçte tüm bu başlıklar demokrasi ve özgürlükler adına tekrar toplumun gündemine sokulursa bu durum şaşırtıcı olmamalıdır.

13.2. Siyasal İslâm’ın güncel olarak geldiği nokta, sisteme içerilmiş olması ve devlet yönetiminde kapladığı alan dikkate alınmalıdır. Bu anlamıyla bir tasfiyenin yaşandığı ya da bu hareketin bittiğini söylemek yanlış olacaktır. Ancak bununla birlikte Türkiye’de emperyalizmin çocuğu olarak örgütlenen, kapitalizmi ve serbest piyasa ekonomisini amentüsü haline getiren siyasal İslâm açısından çelişkilerin ve krizlerin yoğun yaşanacağı bir döneme girildiği açıktır. AKP iktidarı krizleri çözmek için, ihtiyacı olduğu zaman elindeki devlet gücünü kullanmaktan çekinmeyecek olsa da İslâmcıların Türkiye’yi getirmiş oldukları nokta toplumun yarısı tarafından benimsenmemektedir. Bununla birlikte AKP iktidarının Ayasofya gibi önemli silahlarından bir tanesini kullanmış olması, son seçimlerde HÜDA-PAR ve Yeniden Refah Partisi’ni de alarak büyük bir İslâmcı koalisyon kurması, AKP’nin seçimlerde parti olarak yüzde 36 civarına gerileyen oy potansiyeli, yaşanan sıkışmanın önemli göstergeleri olarak okunabilir. Bu bağlamda komünistler açısından laiklik mücadelesinin gündemde tutulması önem taşımaktadır.

14. ÜLKEMİZİN VE ÖZELLİKLE GENÇLİĞİN GERİCİLİĞİN İNSAFINA TERK EDİLMESİ ENGELLENMELİDİR

AKP iktidarı, bir tarikatlar koalisyonu olarak memleketin ve devletin tarikatlara peşkeş çekildiği bir gerici karanlıkta cisimleşmektedir. Türkiye’de sağ siyasetin oy kaynağı olarak Demokrat Parti döneminden bu yana göz yumduğu bu yasadışı örgütlenmeler kamu kaynaklarının hukuksuz şekilde kullandırılarak güçlendirilmektedir. Bu uygulamaların en ağır sonuçları ile FETÖ’nün 15 Temmuz kalkışması ile yüzleşilmiştir. Ancak bundan hiçbir ders çıkartılmadığı ve iktidarın korunması için bu kez diğer tarikatlara “ne istelerse verildiği” görülmektedir.

Bu gerici güruhun kız çocuklarından üniversite gençliğine hiçbir ayrım gözetmeksizin geleceğimize musallat olmasının engellenmesi, Cumhuriyet, eşitlik ve özgürlük düşmanı ideolojilerinin meşrulaştırma çabalarının hak ettiği yaptırımları görmesi, kamu kaynaklarının peşkeş çekilmesine son verilmesi ve bu bağlamda bir mücadele yürütülmesi bir zorunluluk ve gerçek bir beka sorunudur.

15. LİBERALİZM VE YENİ REJİM KARDEŞTİR

15.1. Türkiye’de liberalizmin politik argümanlarından birisi AKP’nin 2006 yılındaki çizgisine dönmesidir. Oysaki bugün, liberal siyasetin temsilcilerinin AKP rejiminin hukuksuzluğundan nasibini alsalar da, daha reel olan durum liberallerin AKP ile buluşması için uygun koşulların oluştuğu yönündedir. Aradaki ihtilafın çözülmesi zorluklar taşısa da son tahlilde Cumhuriyet ve laiklik tasfiye edilmiş, emperyalizmle ilişkiler derinleşmiş, Türkiye’de güncel olarak AB’ye dönüş gündemi bile konuşulur hale gelmiştir.

15.2. Liberalizm ve politik temsiliyetini üstlenen güçler son seçim sürecinde düzen muhalefetinin farklı kanatları içerisinde ya da yanında yer alarak sürece yön vermek isteseler de onlar da yenilgiyi yaşadılar. Hangi hızda saf değiştireceklerini ise zaman gösterecektir. Liberal siyaset bugün esas olarak CHP ve HDP üzerinden düzen siyasetinin yönlendirmesine soyunmuştur. Seçim pratiğinde tüm partiler üzerinde egemen olan anlayış, solun reformist bölmeleri üzerinde de etkili olmuştur. Ancak gelinen nokta liberaller için de bugün elverişli bir alan sunmamaktadır.

15.3. Önümüzdeki dönem liberallerin demokrasi gündemi ya da ağırlıklı olarak Kürt sorunu üzerinden daha fazla pozisyon alması, fırsatını bulduklarında ise iktidar cephesi ile daha yakın bir pozisyona geçmeleri beklenmelidir. Yeni Anayasa tartışmaları bunlar için elverişli bir zemin sunacak, Yeşil Sol Parti liberalizmin kalesi misyonuna daha fazla yerleşecek, liberal siyasetin bazı figürler ise zamanları geldiğinde devreye gireceklerdir. Son tahlilde İkinci Cumhuriyet’in adıyla ve sanıyla tarihsel olarak liberallerin alamet-i farikası olduğunu hatırlamak gerekmektedir.

16. DÜZEN MUHALEFETİNİN DURUMU VE GELECEĞİ ÜZERİNE

16.1. Düzen muhalefetinin ana odağı olarak görülebilecek CHP’nin merkezinde durduğu Millet İttifakı sağ bir koalisyon olarak seçimlere girmiş ve yenilgi yaşamıştır. Millet İttifakı içindeki siyasal İslâmcı yapılara büyük bir kredi açan CHP ve Kılıçdaroğlu’nun İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu bağlamında üstlendiği rol dikkate alınmalıdır. 2010 yılında CHP’nin genel başkanlığına gelen Kemal Kılıçdaroğlu’nun görevde olduğu dönem İkinci Cumhuriyet’in CHP’sinin şekillendiği dönem olmuştur.

16.2. Geçmişte Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olarak siyasal alanda yer tutan, sonrasında kendisini ortanın solu olarak tanımlayan CHP’nin ortanın solundan ortanın sağına geçiş yaparak yeni rejimin müzmin muhalifi haline geldiğini tespit etmek gerekmektedir. Bugün CHP’nin sosyal demokrat çizgiden ziyade liberal demokrat bir çizgide varlığını sürdürdüğü, bununla birlikte sağa doğru açılarak seçim başarısı elde etme arayışınınsa yenilgiye uğradığını ifade etmek yerinde olacaktır. Sağa karşı sağ çizgisinin yenilgisi aynı zamanda CHP’ye ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına destek veren reformist solun da yenilgisi anlamına gelmiştir. Sağa doğru açılan CHP’nin “solunda” liberallerin yer aldığı ve özellikle seçim stratejisi üzerinde bu çevrelerin de etkisi olduğu hesaba katıldığında CHP’nin geldiği noktadaki tartışmaların sağcılık ve liberalizm muhasebesi üzerinden yapılması önem taşır.

16.3. Düzen muhalefetinin diğer kanadı HDP ise seçimlerde Millet İttifakı’na dışarıdan destek vererek olası restorasyon projesinin parçası olmaya çalışmış ancak beklenen durum gerçekleşmemiştir. Kürt siyasi hareketinin verili durumu hesaba katılır ve HDP üzerinde liberal siyasetin büyük bir egemenlik kurduğu hatırlanırsa, HDP’nin de yakın gelecekte nereye doğru gideceği belirsizliğini korumaktadır. Bu durumda, siyaset sahnesinde yer almaya başlayan Yeşil Sol Parti’nin önümüzdeki dönem HDP’nin misyonuna yerleşme ihtimali ve Kürt hareketinin alacağı kararlar belirleyici olacaktır. HDP çizgisinin son seçimlerde beklentilerin çok altında kalması, seçim sonrasında öne çıkan siyasi figürlerin rest çekerek sessizliğe gömülmesi yeni dönem açısından önemli belirteçlerdir. Herhalükârda HDP’nin yerel seçimlerde “başarı” kazanmaya odaklanması ve olası Anayasa tartışmaları üzerinden girilecek olan siyasal atmosfer HDP (ya da YSP’nin) ajandasında yer alacak iki temel başlıktır.

16.4. Bunun ötesinde sermaye devletinin Kürt meselesi üzerinden adım atması ve geçmiştekiler gibi olmasa da çözüm sürecine benzer bir durumun yaşanması HDP/YSP’nin siyasal kararlarını etkileyecektir. Burada bakılması gereken noktanın çok açık bir şekilde liberaller olduğu açıktır. Tekrar ifade etmekte sakınca bulunmamaktadır; Kürt siyasi hareketi özellikle son on yıl içerisinde İkinci Cumhuriyet’e eklemlenme konusunda büyük bir mesafe kaydetmiş, hatta süreç yüksek oranda tamamlanmıştır. Bu durumda bugün AKP ile ihtilaflı olsalar da liberallerin büyük payı, çözüm sürecinin partisi olarak kurulan HDP’nin de tercihleri belirleyici olmuştur. Türkiye solunun bu anlamda HDP ile ilişkisinin sermayeden bağımsız, emperyalizmi ve liberalleri karşısına alan bir eksende kurulmaya çalışması sağlıklı sonuç verebilecek yegâne tercih olacaktır.

17. DEPREMLER BAŞTA OLMAK ÜZERE DOĞAL AFETLER VE İŞ FELAKETLERİ KADER DEĞİLDİR

6 Şubat gecesi ve günü halkımız bir kez daha büyük bir felaketle karşı karşıya kalmış, kapitalist devletin yetersizlikleri ile kaderine terk edilmiştir. Türkiye’de kapitalist düzenin AKP ile iyice billurlaşan emekçi halkın yaşamına en ufak bir değer vermeyen kar hırsı yurttaşlarımızın canlarını almaya devam etmektedir. Pek çok örnekte çok düşük maliyetlerle ve çok basit tedbirlerle dahi engellenebilecek veya hiç değilse can kaybı olmaksızın çok daha hafif sonuçlarla atlatılabilecek nitelikte olmalarına rağmen her biri bir katliama dönüşen başta madenler, tersaneler ve şantiyeler olmak üzere işyerlerinde yaşanan kazalar, tren kazaları, sel felaketleri, depremler gibi sayısız felaketler yaşıyoruz.

AKP’nin temel gündemini oluşturan rant politikaları ile güvensiz hale gelen kentlerde bilimsel ve teknik gerekler görmezden gelinerek artan yapılaşma, denetimsizlik, yeterli yaptırımların olmaması ve uygulanmaması gibi pek çok nedenle ülkemiz bu felaketlerden kurtulamamakta ve çok büyük insan kayıplarını göğüslemek zorunda kalmaktadır. Bu açıdan gözden kaçırılmaması gereken bir diğer husus da yaşanan felaketlerin sonuçlarının kamuculuğun liberal politikalarla ortadan kaldırılmasının yanı sıra felaketlere müdahalede bile kar arayışları ile insan yaşamının yok sayılmasıyla büyümesidir.

AKP sorumluluğunun üzerini ideolojik kadercilik anlayışı ile her eleştiriye karşı toplumu bölen düşmanlaştırma siyaseti ile örtmeye çalışmaktadır. Ancak bu sorumluluğun sadece AKP üzerinde değil tüm kapitalist düzende olduğunun da unutulmaması gerekmektedir. Bu açıdan yaşanan felaketlerin ancak sosyalist Türkiye’de engellenebileceği ve sonuçlarının hafifletilebileceği unutulmamalıdır.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: SOSYALİST HAREKET ÜZERİNE

1. Haziran Direnişi sonrası sosyalist hareket üzerine

1.1. Haziran Direnişi’nin, Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihindeki yerinin devrimci mücadele açısından tarif edilmesi gerekmektedir. Zaman zaman sınıf mücadelesini ve sınıf siyasetini ikame eden bir yaklaşımla Haziran Direnişi’ne yüklenen mutlak, idealist ve tarih dışı anlamdan komünistlerin kaçınması gerekmektedir. Türkiye’nin sınıf ve toplumsal mücadele tarihinin “Gezi’den önce ve Gezi’den sonra” gibi bir ayrıma tabi tutulmasının ve sosyalist siyasetin tek referans olarak “Gezi”yi kendisine mihenk taşı olarak belirlemesinin kapitalizmin kriz ve işçi sınıfı mücadelesinin dinamikleri açısından sınırları vardır. Başka bir deyişle bugün kapitalizminin siyasi ve toplumsal dinamikleri ile işçi sınıfının devrimci kapasitesinin mutlak anlamda etkili olacağı gelecekteki mücadele hattı, “Gezi” ile sınırlanamayacak ve belirlenemeyecek bir objektif zemin ve aynı zamanda siyasal gelişmelerin gösterdiği bir yönelimdir. Haziran Direnişi, Türkiye kapitalizminin sermaye birikim modeli ve emperyalizmle entegrasyon arayışının bir aracı olarak gündeme gelen “rejim değişikliğine” verilen büyük bir toplumsal tepki ve emekçi halk isyanı olarak tarihe geçmiş, ülkenin ilerici birikiminin gücünü göstermiştir. Bununla birlikte toplumsal ve siyasal gelişmeler ile kapitalizminin kriz dinamiklerinin, yeni fay hatlarını açığa çıkaracağını, bu fay hatlarının anti-kapitalist bir mücadele perspektifinde yeni toplumsal direnç odakları yaratacağını ve toplumsal mücadelenin başta sınıf hareketi olmak üzere farklı biçim ve içeriklerle ortaya çıkacağını beklemek gerekmektedir.

1.2. Haziran Direnişi’nin, bir emekçi halk hareketi olarak, ülkenin ilerici birikiminin devrimci bir toplumsal mücadeleye nasıl dönüşebileceğinin somut örneği olması, Haziran Direnişi’nin tarihsel değerini göstermektedir. Ancak Haziran Direnişi’ni milat kabul ederek, sosyalist hareketin tarihsel birikimine reddiye oluşturacak şekilde ideolojik, siyasal ve örgütsel başlıklarda farklı yön ve yol arayışlarının ortaya çıktığını da saptamak durumundayız. Bu yeni arayışların ise doğrudan Marksist-Leninist ilkelerin terkine açılan bir yönelime kapı aralaması bir başka gerçektir. İşçi sınıfının devrimci misyonuna yönelik tereddüt ve inançsızlık ile Leninist örgüt modeline yönelik reddiyeci yaklaşımlar Haziran Direnişi üzerinden teorize edilmeye ve meşrulaştırılmaya çalışılmakta, Haziran Direnişi’ni liberal bir ideolojik ve siyasal çerçeveye oturtarak reformizmin yolu yapılmaktadır.

Bu yaklaşım, işçi sınıfı yerine yeni toplumsal hareketleri, sınıf siyaseti yerine popülizmi, emekçi ve sınıf örgütleri yerine “ağları”, sınıf siyaseti yerine orta sınıf siyasetini “sosyalist siyaset” olarak sunmaktadır. Bunun dayanağı olarak Haziran isyanı “tek ve mutlak” referans haline getirilmekte, devrimci politik ve Marksist ideolojik eksenleri sağa kaydırma girişimi Haziran isyanının arkasına sığınılarak yapılmaktadır. Düzene karşı muhalefet odaklarının geniş yelpazesinin çatısını oluşturma siyasetiyle bugün AKP karşıtı toplumsal tepkinin yan yana getirilmesi tezi solun düzen siyasetinin kulvarına çekilmesinde işlev görmektedir. 2023 seçimlerinde ortaya çıkan tablo ise, bu siyasal yönelimin devrimci bir ekseni değil tersinden doğrudan düzen siyasetinin parçası haline gelmesi nedeniyle reformist bir ekseni temsil ettiğini fazlasıyla göstermiştir.

2. Reformizm ve devrimci çizgi ayrımı üzerine

2.1. Reformizme yöneliş tek başına Haziran Direnişi üzerinden kendisini tarif ederek yolunu döşememiş, aynı zamanda sosyalist hareketin önemlice bir kısmının temsil ettiği seçim siyasetinin de sonucu olmuştur. AKP gericiliğine ve tek adam rejimine karşı mücadele gerekçesiyle düzen muhalefetine verilen açık destek Türkiye’de solun devrimci ilke ve siyasetinde büyük gedikler açmıştır. “Bir oy Kemal’e, bir oy bize” şeklinde ifade edilen siyaset, bugün Türkiye sosyalist hareketinin stratejik hatası olarak belirtilmek durumundadır. Düzen muhalefetine ve özelde CHP’ye yönelik devrimci bir eleştirinin, seçimlerdeki açık destek nedeniyle ortaya konması Türkiye solunun bazı kesimleri açısından mümkün değildir.

2.2. Haziran Direnişi’nin milat ve mutlak kabul edilerek devrimci ilke, program ve siyasetin orta sınıf siyasetiyle ikame edildiği reformist çizgiye seçim sürecinde burjuvazinin bir kanadını temsil eden düzen muhalefetine verilen açık desteğin yol açtığı başka bir reformist çizgi eklenmiş, düzen siyasetinde görülen benzeşme sosyalist hareket içindeki farklı gelenek ve örgütlerin de benzeşmesine yol açan bir tabloyu ortaya çıkartmıştır. Bugün Türkiye sosyalist hareketinde ideolojik, programatik ve örgütsel farklılıklar, son süreçte siyasal yönelim nedeniyle silikleşerek birbirine benzeşen bir görüntü ortaya çıkartmıştır. Ancak siyasal düzlemde ortaya çıkan bir görüngünün aynı zamanda reformizm zemininde bir ortaklaşma olduğu açıkça ifade edilmelidir. Bugün Türkiye sosyalist hareketinde devrimci ve reformist siyasal güçlerin yeniden belirlendiği bir süreç işlemektedir. Ulusal solun doğrudan düzen siyasetine eklemlendiği, liberal solun ise alanını genişleterek sosyalist güçler üzerindeki ideolojik/siyasal etkisini artırdığı ve ideolojik/politik kapsam alanına çektiği bir tablo bulunmaktadır. Sosyalist solun, yeniden örgütlenmesi ve bir odak haline gelmesi sorunu bugün devrimci siyasetin ana gündemlerinden birisidir.

3. Devrimcileşme sorunu

3.1. Son 10 yıllık süreç, bir yandan “sermayenin yeni rejiminin” yol aldığı diğer yandan gerici dönüşüme karşı toplumsal tepkinin arayış içinde olduğu bir kesiti ifade ederken, bu arayışın düzen içi siyasete kurban edildiği bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Toplumsal tepkinin doğrudan hem gerici rejime hem düzene hem de sermayeye karşı bir mücadele hattına çekilmesi yerine düzen muhalefetinin restorasyon siyasetine bağlanması, -iddia edilenin tersine- toplumsal direnç odaklarının dinamizminin soğrulmasına neden olmuştur. Geçici bir süreç olarak değerlendirmesi gereken bu durum ülkenin ilerici birikiminin ve toplumsal dinamiklerinin likidasyonu anlamına değil mevcut düzen muhalefetine yönelik güvensizliğin artması anlamına gelmektedir. Bununla birlikte Türkiye kapitalizminin kriz dinamiklerinin ve sınıf mücadelesinin belirleyici olacağı önümüzdeki dönemde, mevcut hoşnutsuzluğun yeni bir siyasal içerikle ve yeniden şekilleneceği beklenmelidir. Önümüzdeki süreçte Türkiye sosyalist hareketi, siyasal zeminde devrimcileşen bir mücadele hattını önüne koymak durumundadır.

3.2. Devrimcileşme sorunu, ülkenin siyasal ve toplumsal gündemlerinden bağımsız bir biçimsel ve sözsel radikalizm olarak değil tersinden ülkenin ve emekçi sınıfların kurtuluşu açısından düzen siyasetinden kopuşu ifade etmektedir. Düzen siyasetine benzeşerek ve düzen siyasetinin kulvarında devrimci bir siyasal konum, mücadele ve program ortaya konamaz. Özellikle sosyalist mücadeleyi “sandık siyaseti” ve bunun doğrudan sonucu olan aritmetik siyasetinin ölçüleriyle belirleyen bir hattın ne toplumsal dinamikleri ileriye çekme ne de buradan sermaye karşıtı bir mücadele hattı örmesi mümkündür. Yine aynı şekilde sermaye iktidarının bugün geldiği noktada “Meclis siyaseti”nin de emekçi sınıfların kurtuluşu açısından bir mevzi olmaktan daha çok düzenin demokrasi panayırının bir parçası olarak işlev gördüğü açıktır. Gerek sınıf mücadelesi gerek emekçi sınıfların kurtuluş umudu ve gerekse ülkenin toplumsal kurtuluşu açısından yeni bir mücadele hattı devrimci temellerde yeniden inşa edilmelidir.

3.3. Devrimcileşme sorunsalı aynı zamanda bugün Türkiye sosyalist hareketinin örgütlü mücadelesinde de revizyona uğramıştır. Sol mücadelenin devrimci kimliği, kültürü ve tarzı, liberalizmin ideolojik ve siyasal hegemonyası altında ve reformizm eliyle adım adım başkalaştırılarak küçük burjuva ve orta sınıf sosyalizminin duyarlılığına indirgenerek likide edilmektedir. Bugün sosyalist saflarda devrimcileşme, devrimci-demokrasinin radikal biçimciliğinden öte ideolojik, politik ve teorik yetkinlikle birlikte kapitalizme karşı ve sınıf uzlaşmazlığı temelinde yeni bir mücadele kültürünün yaratılmasıyla mümkün olacaktır. Solculuğu sandık müşahitliğine indirgeyen sol kültürün karşısına örgütlü mücadelenin önemi çıkartılmak durumundadır.

3.4. Devrimci siyasetin ve kimliğin yeniden inşasının en temel boyutu sınıf mücadelesinin programatik hattının ve ilkelerinin yeniden üretilmesidir. Genel olarak liberalizm tarafından teorize edilen ve ideolojik olarak pompalanan “işçi sınıfının küçüldüğü ve yerine orta sınıf siyasetinin konulduğu” siyasal önermesi, bugün ters yüz edilerek bir kez daha karşımızdadır. Bu kez küçük burjuva ve ara tabakaların “orta sınıf siyaseti”, ara katmanların proleterleşme gerçeği işaret edilerek, sol siyasetin yerine ikame edilmektedir. Proleterleşme sürecinin her geçen gün arttığı ve ara tabakaların proleterleşme süreci açık ve somut bir gerçeklikken ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının politik mücadelesi ortaya konması gerekirken, Türkiye sosyalist hareketinde tersinden orta sınıf siyasetini ve ideolojisini temsil eden akımların sol siyasette belli ve geçici bir alan kapladığı görülmektedir. Komünist hareketin uluslararası tarihindeki sosyal demokrasinin oynadığı rol ve son dönemde Avrupa’da ortaya çıkan radikal sol akımların bir benzeri ülkemizde de küçük burjuva/orta sınıf siyasetinin temsiliyeti bir veri olarak değerlendirilmelidir. Komünist hareketin önemli görevlerinden birisi de işçi sınıfı sosyalizminin politik hareketini ve ideolojik eksenini yeniden ortaya koymak, Türkiye sosyalist hareketindeki reformistleşme eğilimine karşı güçlü bir mücadele vermektir.

4. Emek ve Özgürlük İttifakı üzerine

4.1. Türkiye sosyalist hareketinde reformistleşme sürecinin politik ve ideolojik çerçevesi bizzat liberalizm tarafından oluşturulmaktadır. Liberal siyasetin, yetmez ama evetçi tarihsel ihanetine rağmen sol siyasi saflarda kendisini yeniden tarif etmesi özellikle seçim sürecinde bir gerçeklik haline gelmiş, yeniden tarif sürecinin adresi ise Emek ve Özgürlük İttifakı olmuştur. Emek ve Özgürlük İttifakı, bugün Kürt siyaseti ile Türkiye sosyalist hareketinin “ittifakı” olarak görülemez. Kürt siyasi hareketinin başka ittifak ve yönelimleri göz önüne alındığında Emek ve Özgürlük İttifakı, ortak mücadele platformu olmanın ötesinde Kürt siyasi hareketinin politik belirleyiciliği altında kendi siyasi açılım aracı olarak işlev görmektedir. Bu durum bir yandan Türkiye solunu Kürt siyasi hareketine yedeklerken diğer yandan da liberalizmin yeniden üretildiği siyasi bir odak olarak karşımızdadır. Başka bir deyişle bu süreç Türkiye sosyalist hareketini liberal siyasal bir kampa doğru çekerken aynı zamanda Türkiyelileşme adıyla Kürt yoksul köylü ve emekçiler üzerinden yükselen Kürt siyasetinin liberalleşmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Emek ve Özgürlük İttifakı, bugün solun ve sosyalistlerin ortak bir cephesi değildir. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın radikal demokrasinin ve liberalizmin politik odağını temsil ettiği aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketi üzerinde belli bir etkiye sahip olduğu kabul edilmelidir. Bugün sermaye, gericilik ve emperyalizm başlıklarında net bir duruşa sahip olmayan ve hatta doğrudan belli bir siyasal yönelim ve ilişki içinde olan Kürt siyaseti hareketinin öncelikleri üzerinden belirlenen ve liberal bir siyasal- ideolojik hattın yeniden üretildiği Emek ve Özgürlük İttifakı’nın, Türkiye proletaryası başta olmak üzere emekçi sınıfların tarihsel çıkar ve talepleri ile siyasal temsiliyetini üstlenmesi maddi olarak mümkün değildir.

5. Sosyalistlerin ortak mücadele cephesi üzerine

Önümüzdeki dönem gerici, işbirlikçi ve emek düşmanı sermaye diktatörlüğüne karşı mücadelenin güçlenmesi ve emekçi sınıfların siyasi mücadelesinin ileri taşınmasında devrimci bir cephenin ihtiyacı ve önemi açıktır. Türkiye sosyalist hareketinde liberal hegemonyanın ve reformistleşmenin önüne geçmek ve asli olarak sermayenin gerici diktatörlüğüne karşı mücadelenin etkili kılınması için solun temel ilkeleri etrafında bağımsız bir sosyalist odağın ete kemiğe büründürülmesi komünistlerin temel görevlerinden birisidir. Komünistler açısından sosyalist hareketin bugünkü mevcut durumunun değiştirilmesi ve bu duruma müdahale edilmesinin önemli bir başlık olduğu açıktır. Türkiye’de sınıf mücadelesinin yükseltilmesi ve aynı zamanda sosyalist hareketin devrimci bir yönelime girmesinin yolunu açacak arayışlar ve pratikler komünistlerin önemli mücadele gündemlerindendir. Ancak bu arayışların en geniş cephenin oluşması üzerinden değil bir bütün olarak düzen karşıtlığını ve solun temel değerlerini merkeze alan siyasal bir yaklaşım üzerinden ele alınması zorunludur. Solun devrimci bir politik hattı örmesinin ve düzen karşıtı bir odağı teşkil etmesinin politik ilkeleri ise anti-emperyalizm, laiklik ve kamuculuktur. Komünistler, sosyalizmin bağımsız siyasal odağının yaratılması, devrimci bir kuvvetin oluşması ve solun ağırlık merkezinin güçlendirilmesi için ortak mücadele zemininin ancak ve ancak devrimci ilkeler ekseninde kurulacağını ifade ederler.

6. Sosyalist Güç Birliği üzerine

Sermayenin gerici sınıf diktatörlüğüne karşı bağımsız bir sosyalist odağın şekillenmesi için kurulan Sosyalist Güçbirliği bu açıdan ileri bir adımdır ve aynı zamanda yolun başında olmakla birlikte önemli bir siyasal mevzi olarak görülmelidir. Anti- emperyalizm, laiklik ve kamuculuk ilkeleri üzerinden kuruluşunu ilan eden Sosyalist Güçbirliği, düzen muhalefetine yedeklenmeden düzen karşıtı bir politik oluşum olarak kendisini tarif etmesine rağmen seçim sürecinde bu misyonunu yerine getirmekten uzak kalmıştır. Özellikle seçim sürecinde düzen muhalefetine yönelik ikircikli tutum, Sosyalist Güçbirliği’ni hareketsiz, yola çıkış amacı ve misyonunu yerine getirmesinde etkisiz kılmıştır. Bu durum bir kez daha solun bağımsız bir politik odak ihtiyacını gösterdiği gibi düzeni bütün kanatlarıyla karşıya almadan devrimci bir çıkış ortaya konamayacağını aynı zamanda yüzünü sola dönen toplumsal dinamikleri etkilemeyeceğini fazlasıyla göstermiştir. Sosyalist Güçbirliği’nin kurulmasıyla sağlanan zemin ve siyasal mevzinin ileriye taşınması, kuruluş misyonu ve temel ilkelerinden taviz vermeden güçlenerek yoluna devam etmesi komünistlerin önemli gündemlerinden birisidir.

7. Sosyalist hareketin krizi üzerine

Türkiye sosyalist hareketinin karşı karşıya olduğu temel sorunların başında ideolojik gücünü siyasal güce tahvil edememesi bulunmaktadır. Bu sorunun aşılması açısından devrimci ilke, program ve siyasetini geriye çekerek düzen siyasetinin kulvarında siyaset yapmaya yönelik bir eğilim bugün Türkiye sosyalist hareketinin önündeki sorunların bir başkası olarak saptanmak durumundadır. Sosyalizmin ideolojik gücünün siyasal bir güce dönüşememesindeki en önemli parametre belli bir nicelik ve kitleselliğin yakalanamaması iken bu amaçla daha popülist ve düzen muhalefetinin yörüngesinde siyasal varoluş aramak bugün sosyalist hareketi yeni bir likidasyon sürecinin eşiğine getirmektedir. Bu süreci döşeyen taşlar, sınıf siyaseti yerine popülizmin, örgütlü toplumsal mücadele yerine sandık siyasetinin, emekçi sınıfların örgütlenme siyaseti yerine sosyal medyanın merkeze oturtulduğu algı siyasetinin ikame edilmesi ile döşenmektedir. Solun ideolojik gücünün siyasal güce dönüşmesinin yolu ise gerçek bir sınıf partisinin yaratılmasından geçmektedir.

8. Komünistlerin Birliği üzerine

Komünistlerin daha etkin bir güç olmasının yolu olarak öne sürülen örgütsel birlik ve komünistlerin birliği konusu ise aynı şekilde politik mücadelenin bir konusu olarak görülmeden ele alınamaz. Türkiye’de yeni bir komünist damarın yaratılması ve sınıf partisinin kuruluşu süreci, örgütsel birlik arayışı ve beklentisinin değil siyasal mücadelenin konusudur. Yeni bir komünist partisi atılımının ve sınıf partisinin ayağa kalkma sürecinin parçası olarak görülmesi gereken komünistlerin birliği konusu, bu mücadele pratiğinin ihtiyaçları tarafından belirlenecektir. Bugün komünistlerin birlik sorununun çözümünün yolu komünistlerin birliğinin sağlanacağı işçi sınıfı partisinin örgütlenmesi sorunundan geçmektedir.

9. TKH’nin siyasal görevleri

9.1. TKH’nin siyasal zemini

Türkiye Komünist Hareketi, Türkiye sosyalist hareketi içinde özgün bir yere sahiptir. Bu özgünlük bir yanıyla Türkiye sosyalist hareketi içinde politik ve örgütsel olarak yeni bir damarı temsil etmesiyle diğer yandan sosyalist hareketin yaşadığı kriz ile ilgilidir. Bugün açıkça ifade edilmesi gereken en temel noktalardan bir tanesi Türkiye sosyalist hareketi içinde ideolojik ve politik bir çözülme sürecinin adım adım yaşandığı bir süreçle karşı karşıya olduğumuzdur. Bununla birlikte sermaye iktidarının yeni biçim ve içerikle kendisini yeniden tesis ettiği bir kesitte sınıf partisini kurma iddiası, potansiyeli ve iradesinin bugün sosyalist hareketin geleneksel bölmelerinin içinden çıkma şansı çok zayıflamıştır. Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir bölümü adım adım HDP’nin kanatları altına ve CHP’nin siyasal yörüngesine girmiş bulunuyor. Düzen muhalefetinin iki kanadının yörüngesine ve çekim merkezine giren sosyalist hareketin ağırlıklı bölmesi bu çekim alanının dışına çıkacak ne siyasal bir iddiaya ne de örgütsel bir kadro birikimine sahiptir.

Bununla birlikte dünden bugüne tarihimizin ve geleneğimizin adı olan Türkiye Komünist Partisi’nin mirası ve Gelenek-STP-SİP hattı bugün TKH tarafından sürdürülmektedir. Komünist hareketin 2014 ve 2015 yıllarında yaşadığı ayrışma ve yeniden kuruluş süreçlerinde oluşan ve bugün TİP adıyla siyaset yürüten politik çizgi; gelinen nokta itibariyle sosyalist devrimci hattın ve geleneğin dışına çıkmış, Avrupa’da görülen radikal sol akımların bir türevi, liberal ideolojinin politik bir versiyonu olarak Türkiye’de sosyal demokrasi ile Kürt siyaseti arasındaki boşluğa oynayan reformist ve küçük burjuva/orta sınıf siyasetinin temsilcisi bir hatta dönüşmüştür. (T)KP’nin ise politik alanda TİP’e benzeşerek devrimci hat ile reformist hat arasında yalpalayan çelişik bir konuma doğru evrilmesi nedeniyle devrimci bir iddiayı ortaya koyması ve bundan daha öte olarak yeni bir örgütsel damarı tarihsel evrimi açısından yeniden üretmesi mümkün değildir.

Türkiye Komünist Hareketi, hem genel olarak solun – bütün kesimleriyle – hem de özel olarak geleneksel komünist hattın içinde ülkenin ve sınıfın komünist partisini yaratma potansiyeline sahip bir özgünlüğe sahiptir. Bunun öznel tarafının Parti Kongresi tarafından belirlenmesi büyük önem taşımaktadır. Ancak bundan daha öte Parti Kongresi, içinden geçtiğimiz koşullar altında TKH’nin özgünlüğünün nesnel bir zemine yaslandığının altını çizer. Bu nesnelliği yaratan temel etmenler ise sosyalist hareketin yaşadığı krizi aşamaması, sosyalist hareketin politik ve örgütsel olarak yeniden kendisini üretememesi ve yenileyememesi, düzen siyasetinde yaşanan sıkışmanın neden olduğu düzen muhalefetinin yörüngesine girme olgusu ve yeni bir kadro kuşağına sahip olamamasıdır. TKH’nin özgünlüğü ise hem nesnel hem de öznel olarak kendisini yeni bir politik ve örgütsel zeminde kurabilmesidir.

9.2. TKH’nin siyasal mevzilenmesi

Türkiye Komünist Hareketi, sınıf mücadelesini ve sosyalist mücadeleyi taktiksel değil stratejik bir mücadele olarak görmektedir. Günlük siyasete yönelik daha etkin bir partiye geçiş ihtiyacı açık olmakla birlikte TKH, bu stratejik yaklaşımla siyasal mevzilenmesini sınıf, kadın ve gençlik olmak üzere üç kesim üzerinde inşa edecektir. Bunlardan ikisi emekçi sınıflara yaslanan, yüzünü dönen ve emekçi sınıfların politik temsiliyetini üstlenen bir strateji, diğer ayağı ise yeni bir kuşağın partisi olma hedefidir. İşçi sınıfı ve işçi sınıfını da kesen bir biçimde genç kuşaklar içinde politik ve örgütsel mevzilenmesi TKH’nin temel hedefidir. Bu mevzilenmenin politik araçları ile başlıkları ise Türkiye kapitalizminin kriz dinamikleri ve fay hatlarıyla doğrudan ilintilidir. Bu anlamıyla TKH, geleceği örgütleyen bir politik iddiayı mücadelesinin merkezine yerleştirecektir.

9.3. Yeni bir devrimci damar

TKH’nin stratejik siyasal mevzilenmesi, yeni bir devrimci damarın şekillenmesiyle mümkün olacaktır. Geleneksel solun radikal kanadı olarak geçmişte kendisini tarif eden hareketimiz bugün siyasetin sağa yatan eğik düzleminde devrimci bir siyasal damarın temsilcisi olarak politik bir kimlik üretecektir. Düzenin eğik düzleminde sağa kayış yaşanırken, TKH bu sürece aklıyla, siyasetiyle, örgütüyle, ideolojik duruşuyla direnerek yoluna devam etmiş, bugün gelinen nokta itibariyle önünde devrimci bir alan açılmıştır. TKH, açılan bir zeminde sosyalist hareketin devrimci kanadını temsil etmektedir.

9.4. Yeni bir komünist partinin örgütlenmesi

Türkiye Komünist Hareketi, bugün ikili bir görevle karşı karşıyadır. Bir yandan 100 yıllık komünist mücadeleyi ve geleneği yeniden örgütlemek diğer yandan ülkenin yeni komünist partisini kurmak. Bu ikili görev birbirinin karşısına konamaz. Tersinden komünist hareketimizin ve Partimizin tarihini geleceğe taşırken bugünkü siyasal ve toplumsal koordinat düzleminde yeni bir sınıf hareketi ve yeni bir kuşağın örgütlenmesi için yeni bir misyonu ortaya koymak durumundadır. Bu misyon, bugünkü politik kesitte ve toplumsal algıda kendisini farklılaştırarak oluşturulmak durumundadır.

9.5. İşçi sınıfının partisini örgütlemek

Türkiye Komünist Hareketi’nin hem tarihsel hem de bugünkü siyasal konjonktürde temel görevi işçi sınıfının partisi haline dönüşmektir. Kendisini, sınıfın programatik, ideolojik ve siyasal öncü partisi olarak tanımlayan Türkiye Komünist Hareketi, işçi sınıfının öncü kesimleriyle buluşacağı bir pratik örgütlenme göreviyle karşı karşıyadır. Türkiye siyasetinde işçi sınıfının kapasitesinin harekete geçirilemediği, sınıfın kendinde sınıf olarak varlığının kendisi için bir sınıf haline getirilemediği, toplumsal bir sınıftan politik bir sınıfa dönüştürülmediği bir tabloda egemen kapitalist sınıfa karşı verilen mücadelenin başarı şansı bulunmuyor. Türkiye işçi sınıfının siyaset sahnesine çıktığı tarihsel deneyimler yolumuza ışık tutmak zorundadır. Bugün işçi sınıfının geriye çekilmesi, aynı zamanda Türkiye’de solun reformizme ve düzen siyasetinin yörüngesine girmesinin de nedenleri arasında sayılmalıdır. Son 40 yıldır egemen kapitalist sınıfın neo-liberal dönem olarak adlandırılan emeğe yönelik saldırısının işçi sınıfının geriye çekilmesine neden olması, komünist partinin mücadele etmesi gereken başlıklardan sadece birisidir. Çünkü uluslararası kapitalizmin kriz dinamikleri, tarih sahnesinde proletaryanın yeniden ayağa kalkacağı bir dönemi fazlasıyla işaret etmektedir. Bugün sosyal demokrasiye açık destek veren örnekleriyle sosyalist harekette yaşanan sağ sapmanın yanı sıra doğrudan küçük burjuva/orta sınıf siyasetini temsil eden reformizme karşı işçi sınıfının siyasal mücadelesinin örgütlenmesi TKH’nin hem misyonu hem de en belirgin ayırt edici kimliğidir.

9.6. Devrimci bir siyasal hattın ve Marksist ideolojinin yeniden üretimi üzerine

Türkiye Komünist Hareketi’nin siyasal görevlerini yerine getirmesinin iki temel aracı devrimci siyaset ve Marksist ideolojik üretimdir. Türkiye işçi sınıfının ve ülkenin yeni komünist partisinin örgütlenme iddiasıyla yola çıkan Türkiye Komünist Hareketi, yeni bir devrimci damarın temsilciliğini bu iki alanda etkin bir üretim ile sağlayacaktır. Bugün her iki noktada Türkiye sosyalist hareketi, tarihinin en geri noktasına çekilmiş durumdadır. Bugün solun önemli bir bölümünün düzen siyasetinin kulvarına yönelen ve yörüngesine giren bir siyasal pratik içinde devrimci özünü yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalması, ideolojik düzlemde gedikler açması işten bile değildir. Türkiye sosyalist hareketinin sınıf siyaseti yerine “toplumsal hareketler siyaseti”ne, sermaye diktatörlüğüne karşı sınıf cephesi yerine “muhalif güçler koalisyonu”na, emekçi sınıfların toplumsal örgütlenmesi yerine “toplumsal muhalefet ağları”na ve örgütlü siyaset yerine “sandık/seçim aritmetiği siyaseti”ne yönelişi, düzen karşıtı devrimci bir siyasal hattın sağından solundan iğdiş edilerek popülist sol söylemle düzen siyasetine eklemlenmesinin ana nedenidir. “Yeni Sol”un temel önermelerinin kutsanıp Marksist-Leninist ilkelerin arkaik ilan edilerek devrimci siyasetin “popülerleşme ve orta sınıf duyarlılığı”na kurban edilmesi, tarihsel ve stratejik hatadır. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz. TKH, bugün sosyalist hareketin krizini, Marksist-Leninist ilkelerin arkaikliğinde değil tersinden düzen siyasetine bağlanma stratejisinde görmektedir. Bugün yapılması gereken Marksist-Leninist ilkelerin politik ve ideolojik düzlemde yeniden üretilmesidir. Bu anlamıyla Kongremiz, devrimci siyasetin “etkililik ve duyarlılıklara seslenme” ile pratik hareketçilik üzerinden değil devrimci içeriği ile ele alınmasını bir kez daha vurgular. Bu içeriğin oluşmasında en temel görevlerin başında ise ideolojik üretimin ve teorik çalışmaların Parti çalışmalarında merkezi rol oynaması gerektiğini bir kez daha saptar.

10. Partinin örgütsel görevleri

Örgüt-siyaset-ideoloji sac ayakları üzerine kurulan partili mücadelemizde, her üç olgunun kendi özgün yapısı, gerekleri ve araçları farklı olmakla birlikte belli bir bütünlük çerçevesinde ele alınması gerektiği açıktır. Bu üç olgunun birbirlerini belirleyen ve etkileyen dinamik ilişkisi vurgulanmalıdır. Bununla birlikte üç olgunun aynı düzlemde tarif edilmesi mümkün değildir. Bugün Türkiye Komünist Hareketi açısından üzerinde en fazla durulması gereken temel nokta bu sac ayağında örgüt-örgütlenme ayağının “güçlendirilmesi gerekliliği” Kongremiz tarafından özel olarak ilan edilir.

10.1. Devrimci siyaset, etkili ideolojik mücadele Siyaset ve İdeoloji gerilimi üzerine

10.1.1. Partinin ideolojik duruşu ve bir dizi başlıkta tutumunda özel bir eksiklik tespiti yapılamaz. Öte yandan Partinin daha etkili bir siyasal partiye ve daha güçlü bir örgütsel yapıya kavuşması için ideolojik-teorik üretim noktasında geliştirilmesi gereken başlıklar bulunması ayrı bir konu olarak ele alınmalıdır. Daha etkin bir siyasal üretim ve kadrolaşma açısından Kongremiz, ideolojik- teorik üretimin artırılması ve geliştirilmesi için Partinin merkezi kurumsallaşamaya yönelmesini karar altına alır.

10.1.2. Kongremiz, Partinin siyasal yaklaşım, siyasal pozisyon ve saf anlamıyla siyasetinde bugüne kadar politik bir yanlışlanmanın ortaya çıkmadığını saptarken, siyasetinin ve siyasal üretimin toplumsal ve siyaset alanında “daha etkili” kılınması gerektiğini ifade eder.

10.1.3. Siyasal mücadelesinin önünü açmak, düzenin ideolojik saldırılarına karşı yanıt vermek ve kendi politik hattını daha güçlü kılmak için özellikle solun reformist yorumuna ve liberalizme karşı kararlı bir biçimde ideolojik mücadele yürütülmesi esastır.

10.1.4. Bütün bunlarla birlikte, Parti salt ideolojik bir kimlikle değil siyasal bir kimlikle topluma seslenmek durumundadır. Partinin büyümesi ve etki alanını genişletmesinin yolu siyasi mücadelesini yükseltmekten geçer. Örgütün iç dokusunun politik homojenlik ve ideolojik gelişmişlikle belirlenmesi olgusu, Partinin siyasetinin ideolojiyle ikame edilmesine neden olamaz.

10.1.5. Partinin yüzünü dışa dönmesinin, büyümesinin, yeni temas yüzeyleri yaratmasının ve yeni toplumsal dinamiklerle buluşmasının aracı siyaset ve siyasi mücadeledir.

10.2. Güçlü Örgüt, Büyük Parti Örgüt ve Parti gerilimi üzerine

10.2.1. Parti, kadrolar, üyeler, sempatizanlar, destekçiler şeklinde ifade edilebilecek örgütsel halkaların dışa dönük açılmasıyla toplumsal bir güç haline gelebilir. Bu bağlamda Partinin örgütsel yapısının toplumsal ve siyasal bir güç haline gelme hedefiyle uyumlu ve bu hedefe yönelik bir yaklaşımla ele alınması gerekir.

10.2.2. Partinin içeriden dışarıya yönelik halkalar etrafında örgütlenmesi, güçlü bir örgütsel yapı ve Partinin bütün örgüt, kurum ve yan örgütlerini yöneten güçlü bir örgütün merkeze yerleşmesiyle mümkündür. Partiyi örgütleyecek ve partiye de önderlik edecek merkezi örgütsel yapının merkez komitesinden birimlere kadar uzanan yapısı kadrolardan oluşur. İdeolojik/politik gelişme dinamiği, disiplin, görev ve sorumluluk bilinci ile çalışkanlık, fedakârlık, bağlılık Partinin merkezi yapısını oluşturan örgüt kadrolarının temel vasıflarıdır.

10.2.3. Bununla birlikte Partiyi tek başına örgüt formuyla ya da merkezi örgütten ibaret bir sınırlamayla tanımlamak siyasal mücadeleyi daraltıcı bir yan taşır. Başka bir deyişle Partiyi örgüt ile ikame eden yaklaşımlardan uzak durulmalıdır.

10.2.4. Partinin, içeriden dışarıya doğru açılan halkalarla örgütlenmesi yine aynı şekilde kategorik bir ayrımla Parti-yan örgütler tanımına indirgenemez. Kabaca “Yan örgütler hareketi, örgüt partiyi temsil eder.” şeklindeki şekilsel yaklaşım düzeltilmelidir. Yan örgütleri de kapsayan şekilde partinin merkezden dışa açılan örgütlenme düzlemleri ve bu düzlemlere denk gelen araçlar ile üyelik süreçleri birlikte ele alınmalıdır.

10.2.5. Kongremiz partimizin büyümesi sorununa yönelik ikili bir görev tarif eder. Bir yandan merkezi güçlü bir örgütün kurulması diğer yandan büyüyen bir partiye geçişin örgütlenmesi. Partinin merkezi güçlü bir örgütün kurulması ve aynı zamanda bir siyasal partinin dışa dönük örgütlenmesi bir ve aynı şey değildir.

10.2.6. Merkezi güçlü bir örgütün yapılanmasının bir boyutu örgütsel işleyiş kuralları, kültürü ve örgütlülüğü diğer boyutu ise kadrolaşmadır.

10.2.7. Partinin siyasal bir parti olarak örgütlenmesi ise merkezden dışa dönük açımlanan örgütsel düzlemlerin tarifinden geçmektedir. Bu düzlemleri kesen ana eksen partinin programatik hattı, üyelik şartları ve siyasi birliğidir.

10.2.8. Leninist bir partinin tanımladığı üyelik şartları, partinin üyelik süreçlerinin tek belirleyenidir.

10.3. Sınıfın öncü partisi için İşçi sınıfı ve parti gerilimi üzerine

10.3.1. İşçi sınıfı, son 40 yıldır büyük bir saldırı altındadır. Bu saldırı bir yandan emek sömürüsünün yoğunlaşması üzerinden diğer yandan işçi sınıfının kapasitesi ve rolü konusunda liberal bir ideolojik propaganda eliyle yürütülmektedir. Kapitalizmin neo-liberal dönem adı verilen süreçte sınıfa dönük yoğun saldırının yarattığı nicel ve nitel değişimin işçi sınıfında yapısal değişime neden olduğunu vaaz eden liberal ideolojinin tezleri, dünyada olduğu gibi ülkemizde de küçük burjuva siyasetin temel çıkış noktasıdır.

10.3.2. İşçi sınıfının yapısının değiştiği, toplumsal mücadelede değiştirici rolünün sona erdiği, sınıfının nicel olarak küçüldüğü şeklinde özetlenebilecek tezlerinin eşlik ettiği bir diğer tez ise “maddi olmayan emek” tezleri üzerinden işçi-patron ile işyeri ilişkisi “dışında” tanımlanan yeni bir toplumsal hareketlerin ortaya çıktığı üzerinedir. Bir diğer başlık ise, bu tezlerinsınıf tezlerine masumane şekilde yedirildiği işçi sınıfı içinde “beyaz yakalıların” ya da hizmet sektörünün artık hegemonik hale geldiği ve sınıf örgütlenmesinde geleneksel örgütlenme ve parti modellerinin değiştirilmesini vaaz eden tezlerdir. Beyaz yakalı ya da hizmet emekçilerinin işçi sınıfının asli unsuru olduğu ve aynı zamanda sınıfın nicel yapısında genişleyen bir alan kapladığı açık ve somuttur. İşçi sınıfı yerine “çokluk, yeni toplumsal güçler, sermayeden bağımsızlaşan yeni kesimler vb.” şeklinde tanımlanan liberal yaklaşım ve tezler üzerinden kendisini var eden küçük burjuva sosyalizmi, “beyaz yaka gerçeğini” manipüle ederek ve arkasına saklanarak kendisini üreten neo- revizyonizmdir.

10.3.3. Bu tezlerin dayanak oluşturduğu politik yönelim, liberal ve küçük burjuva siyaseti olarak kendisini var eden iki siyasi akımdır. Bir burjuva ideolojik/siyasal akım olarak liberalizme karşı, sınıfın tarihsel çıkarlarını merkeze koyan, ideolojik/politik mücadele esastır. Öte yandan, sınıf mücadelesi ve sosyalizm saflarında beliren orta sınıf ‘küçük burjuva sosyalizmi’ne karşı işçi sınıfı sosyalizminin savunulması ve sınıfın örgütlenmesi partinin mücadele başlıklarından en önemlisidir. Bugünün siyasi gündem ve pratiklerinin farklılıklarının ya da yanılsamalarının özünde yatan sınıfsal ayrışma burada aranmalıdır.

10.3.4. Sınıf mücadelesinde ortaya çıkan sağ sapmanın karşıtı ise salt sendikal çalışma ya da ekonomik mücadele değil tersinden işçi sınıfı siyasetini yükseltmektir. Parti, bir bütün olarak toplumsal/siyasal mücadelenin bir aracı ve işçi sınıfının siyasal öznesi olarak, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını merkeze koyarak toplumun bütününe siyaset yapar. Sınıf siyaseti tek başına işçilere seslenen bir biçim değil aynı zamanda sınıf perspektifiyle topluma seslenmektir. Sınıfa seslenmek ise, dışarıdan bilinç taşıyan bir öncülük göreviyle, sınıflar arası mücadele ve sınıflar ile devlet arasındaki çelişkiler üzerinden belirlenir.

10.3.5. Bugün göreli daha dinamik özellik gösteren orta sınıflara/ara tabakalara yaslanan siyasi “etkinliği” sınıf siyaseti olarak değerlendirmek yanılsamadır. Siyasi etkinliği, sınıfsal özünden koparıp salt siyaset teorisi üzerinden inşa edilmesi mümkün değildir. Ancak bu yönelimin karşıtı olarak, siyaseti orta sınıfların uğraşı olarak görüp, “işçi çalışması” adıyla siyaset dışı bir kulvara çekilmek ekonomizm tehlikesine kapı aralar.

10.3.6. Bugün Türkiye sosyalist hareketinin güçlü bir siyasal aktör haline dönüşememe sorununun en başat nedenlerinden birisi işçi sınıfının örgütlü güç olarak siyasal/toplumsal mücadelede yerini almamasıdır. Komünist bir partinin en temel misyonu sınıfa ulaşmak ve sınıfın öncü kesimleriyle buluşmaktır.

10.3.7. İş süreçleri, iş mekanları, iş biçimleri parçalanmakta ve bölünmekte, yeni emek türleri ortaya çıkmakta, sınıf yapısında çeşitlilik, eşitsizlik ve tabakalaşma artmakta, işçi sınıfı içinde nicel ve nitel değişimler ortaya çıkmaktadır. Bu değişimler proletaryanın devrimci rolünü daha belirgin hale getirirken proletarya gün geçtikçe büyümekte ve genişlemektedir. İşçi sınıfı içindeki değişim, başta sanayi proletaryası olmak üzere geleneksel sınıf kesimlerinin ortadan kaldırmamış tersine işçi sınıfının merkezine oturan sanayi proletaryasının etrafında kümelenen yeni kesim ve tabakalarının biriktiği ve büyüdüğü bir süreç karşımıza çıkmaktadır. Kafa/kol emeği şeklindeki sınıf içindeki işbölümü nicelik bazında oransal olarak değişirken, hizmet sektörünün genişlediği, beyaz yakalı emekçilerin büyüdüğü ancak bir bütün olarak işçi sınıfının nicel ve nitel olarak büyüdüğü bir gerçeklik orta sınıf teorilerini geçersizleştirmektedir.

10.3.8. Sınıfın iki temel örgütlenme aracı vardır. Biri parti diğeri sendikadır. Bu örgütlenmenin en yüksek ve gelişkin aracı ise Leninist partidir. Bu açıdan parti örgütlenmesi ile sendikal örgütlenmenin karşı karşıya konulmasının mümkün olamayacağı gibi partinin sınıf içinde örgütlenmesinin yerine sendikal örgütlenmenin ya da “sendikal içeriğin ve tarzın” ikame edilmesi de doğru değildir. Parti, işçi sınıfının öncü kesimlerini saflarına katar, aynı zamanda sınıfla temasını artıracağı ve sınıf içinde mevziler kazanacağı ara örgütlenme araçlarını gündeme getirir.

10.3.9. Parti, sınıfın öncü kesimleriyle buluşmalıdır. Bu görevin yerine getirilmesi bugün temel görevidir. Yeni bir sınıf hareketi ve yeni bir sendikal hareketin yükseleceği zemin buradan doğacağı gibi, bugünkü öznellik ile sınıfın nesnelliği arasındaki ilişki belirli öncelikleri gerektirmektedir.

10.3.10. Sermayenin yoğun saldırısı ile sınıfının bölünmüş ve parçalanmış yapısı ve sendikal bürokrasisinin sınıf ile siyaset arasına ördüğü duvar, sınıfın birlik ve dayanışmasını merkeze koyan bir siyasal karşı atakla aşılacaktır.

Kongre Kararları

Laiklik üzerine karar

Sermayenin çıplak diktatörlüğü olarak ülkenin üzerine karabasan gibi çöken gerici rejim, 1923 Cumhuriyet’i ile hesaplaşmasının son aşaması olarak laikliği hedef tahtasına oturtmuş bulunmaktadır. Dayandığı gerici örgütlenmeler üzerinden başlatılan laiklik karşıtı ideolojik tutum, önümüzdeki dönemde laikliğin anayasadan ve yasalardan ilgası ile toplumsal alanda laikliğin tasfiyesine dönüşeceği bir siyasal düzleme geçmiştir.

Yasaklanmış tarikat, cemaat gibi yapıların devlet kurumlarından başlayarak toplumsal yaşamı teslim almasına izin verilmesi, gençliğin barınma sorunu ile baş başa bırakılıp yasadışı tarikat yurtlarına mecbur bırakılması, okullara imam görevlendirilmesi, karma eğitimin kaldırılması gibi eğitimin dinselleştirilmesinden, yargının dini referanslarla oluşturulmasına kadar bir dizi alanda hedeflenen yeni dönem anayasadan da laiklik ilkesinin çıkarılmasını ve laikliğin her alanda tasfiyesini hedeflemektedir.

İran ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi, bugün Türkiye’de laikliğin tasfiyesi ülkemizin tam boy karanlığa ve sermayenin gerici diktatörlüğüne teslim anlamına gelecektir. Laikliğin tasfiyesine yönelik her türlü girişime karşı Türkiye’nin ilerici birikiminin geri çekilmesi, geri dönülmez siyasi ve toplumsal sonuçlara yol açacaktır.

Bu tehlikeye, sürece ve laikliğin tasfiyesine karşı Parti, emekçi sınıfların kurtuluş ve özgürlük mücadelesi için toplumum ilerici, yurtsever ve Cumhuriyetçi toplumsal kesimlerini ve dinamiklerini harekete geçirmeli, laikliğin tasfiyesine karşı büyük bir toplumsal direncin ayağa kalkması ve barikat olması için harekete geçmelidir. Parti, laikliğin tasfiyesine karşı başta toplumun ilerici birikimini ve dinamiğini temsil eden kesimlerle birlikte halkın yaşam alanlarında laikliğin tasfiyesine karşı barikat öreceği bir siyasal mücadelenin örgütlenmesine öncülük edecektir.

İşçi Sınıfı örgütlenmesi üzerine karar

Komünist bir partinin dayandığı temel toplumsal güç işçi sınıfı ve temsil ettiği siyaset işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıdır. Bugün Türkiye’de kapitalist sınıfının mutlak egemenliği, bütün kanatlarıyla siyasi düzlemde işçi sınıfının mücadelesinin üzerine çökmüş durumdadır.

Aynı zamanda sermayenin sınıf diktatörlüğüne karşı liberal siyasetin ve orta sınıf siyasetinin, düzen karşıtı bir siyasal çizgiyi temsil etmediği açıktır. Bugün Türkiye’de solun politik düzlemde bir güç olarak oluşturulması, sosyalizmin bir siyasal güç haline gelmesi ve yeni bir komünist partisinin örgütlenmesinin temel nirengi noktası sınıf partisinin oluşması sürecidir.

Türkiye işçi sınıfı, tek devrimci güçtür. Bu gücün örgütlenmesi ve ayağa kalkması, komünist partinin en temel görevidir. Bugün işçi sınıfı yapısı içinde yaşanan değişim ve dönüşüm bir veri olarak ortaya konmalı, bu açıdan sınıfın örgütlenmesi noktasında yeni araçların geliştirilmesi bir zorunluluktur.

İş süreçlerinin ve iş mekanlarının parçalandığı, yeni emek türlerinin ortaya çıktığı, işçi sınıfı içinde çeşitliliğin arttığı ve beyaz yakalı emekçilerin ve hizmet sektörünün sınıf bileşiminde niceliğinin arttığı, sanayi proletaryasının öneminin daha da arttığı sınıf mücadelesinin yeni döneminde sınıfın örgütlenmesinde bütünlüklü bir mücadele verilmelidir.

Sendikal bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini kırmak, burjuva sınıfının işçi sınıfını tahakküm altına almak için koyduğu sendikal yasalar ile sınıfın bölünmüşlüğüne ve parçalanmışlığına karşı sınıfın birliğini örmek ve sınıfa karşı saldırılara karşı sınıfın dayanışmasını örgütlemek için sınıfın bütününe seslenecek ve bütününü temsil edecek yeni bir mücadele sürecinin örgütlenmesi karar altına alınır.

Sınıfın örgütlenmesinde sendikaları da kesecek ve aynı zamanda işyeri-mahalle gibi mekânsal ayrımları geçersizleştirecek yeni bir mücadele aracının örgütlenmesi için Parti, sermayenin saldırılarına, sermaye devletinin yasalarla sınıfın örgütlenmesinin önüne koyduğu engellere, sınıfın bölünmüşlüğüne karşı işçi sınıfının birliğini ve dayanışmasını örgütleyecek bir politik çıkışı karar altına alır, bu konuda araçların geliştirilmesi konusunda Merkez Komitesi’ni görevlendirir.

Anayasa konulu karar

20 yıldır ülkemizin yaşadığı karşı-devrim sürecinin toplumsal, ekonomik ve politik sonuçları bugün gelinen noktada yeni bir aşamaya geçmiştir. Emperyalist tekellerin ve doğrudan sermaye sınıfının çıkarlarını temsil eden gerici rejim, kendi müesses düzenini oluşturmak için anayasa değişikliğini hedefleyecektir. Anayasa değişiminin 12 Eylül cuntası tarafından dayatılan mevcut anayasaya karşı sivil anayasa kılıfıyla sunulacak olması AKP eliyle kurulan yeni rejimin yeni bir oyunu olacaktır. Sermayenin çıplak diktatörlüğünün tesisi, gerici rejimin kurumsallaşmasının yolu ve 1923 Cumhuriyet kazanımları ile laikliğin tasfiyesi ile bu yeni rejimin hukuki ve idari yapısının kurulması anlamına gelecek yeni anayasa girişimi toptan reddedilmelidir.

Partimiz, AKP eliyle yeni anayasa girişimine karşı toplumsal ve siyasal mücadeleyi yükseltecek, kolektif olarak üreteceği “Sosyalist Cumhuriyet Anayasası” taslağı ve diğer araçlarla “Yeni bir Cumhuriyet Programı”nı topluma anlatacağı karşı bir çalışma yürütecektir.

Cumhuriyet’in 100. Yılı üzerine karar

Emperyalist işgal ve hanedan/hilafet koşullarında ve bunlara karşıt olarak 1923 yılında kurulan Cumhuriyet, 20 yıldır süren gerici bir dönüşümle tasfiye edilmiş, bugün yeni bir rejim inşa edilmiştir.

Bu süreç, tek başına AKP ile açıklanamaz. AKP’yi var eden ve bu gerici dönüşümün zemini bizzat kapitalizm ve sermaye sınıfı tarafından döşenmiştir. Kapitalist yolu tercih eden Cumhuriyet, bizzat kapitalizm tercihiyle adım adım kendisini yok etmiş, yeni rejim anti- komünist bir eksende kendisini var eden sermaye devletinin ülkenin ilerici birikiminin tasfiyesiyle, sermaye sınıfının çıkarlarıyla ve emperyalizmin yönelimiyle uyumlu bir biçimde bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır.

Başta laiklik, kamuculuk, bağımsızlık ve yurttaşlık başta olmak üzere Cumhuriyet’in bütün kazanımları iğdiş edilerek yeni rejimde tasfiye edilmiş, yerine gericilik, piyasacılık, bağımlılık ve tebaa kültü yeni rejimin nitelikleri olmuştur. Cumhuriyet’in kuruluş paradigmaları tasfiye edilirken ortaya çıkan rejim yeni-Osmanlıcı bir örtü altında Cumhuriyet’ten daha geri meşruti bir yönetime denk gelen başkanlık adıyla istibdat rejimine dönüşmüştür.

Türkiye burjuva sınıfı, Cumhuriyet’e ihanet ederken, mevcut rejimin emperyalizmle uyumu gözeten bir restorasyon siyaseti dışında bir programa sahip değildir. Bugün yeniden 1923 Cumhuriyeti’nin koşulları ise mevcut değildir.

Tarihsel bir ilerleme olarak 1923 Cumhuriyeti’nin kazanımlarının ileriye taşınması ancak ve ancak işçi sınıfının ve sosyalist hareketinin mücadelesinin eseri olacaktır. Laiklik, bağımsızlık ve kamuculuk için yeni bir Cumhuriyet programı ve hedefi ortaya konmak zorundadır.

Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yılında yeni bir Cumhuriyet mücadelesinin başlatılması ve yükseltilmesi Parti’nin öncülük edeceği bir mücadele başlığıdır. Ülkenin ilerici, yurtsever ve cumhuriyetçi toplumsal kesimlerinin direnişi sosyalist Cumhuriyet mücadelesinin yükseleceği zemin olacaktır.

Kongre, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yılında yeni bir Cumhuriyet Programı’nın toplumsallaşması için Partinin siyasi çalışmasını yükseltme ve Yeni bir Cumhuriyet Sempozyumu örgütlenmesini karar atına alır.

Sığınmacılar üzerine karar

Türkiye Komünist Hareketi, ülkemize sığınan yabancılara yönelik her türlü düşmanlığın, ayrımcılığın ve sömürünün tereddütsüz karşısında yer alırken ülkemizin “batının mülteci gettosu” haline getirilmesine ve AKP’nin sığınmacılar üzerinden siyasal hesaplarına karşı da mücadele eder.

Ülkemizin emperyalizmin sığınmacı gettosu haline dönüştürülmesi gerçeği, gericiliğin din kardeşliği söylemi ve liberalizmin insan hakları söylemi ile örtülmeye çalışılmakta, karşısında ise zorla sınır dışı siyasetinin gündeme getirildiği ırkçı ve faşist siyasetin zemini döşenmektedir.

Partimiz, özellikle Arap halkına yönelik olmak üzere yabancı düşmanlığına hayır derken tersinden Türkiye’nin sığınmacı ülkesi haline getirilmesine de karşıdır. Öte yandan, bugüne kadar Libya, Suriye gibi ülkelerde kullanılan terör gruplarının sığınmacı ve göçmen gruplarından ayrıştırılması da gerekmektedir.

Bu çerçevede, Partimizin daha önce yayınladığı bildirinin güncellenerek etkin bir siyasi çerçevenin çizilmesi ve bu alandaki mücadelenin derinleştirilmesi hedeflenecektir.

Seçimler üzerine karar

Toplumsal bir mücadele yürütülmeden, mevcut rejime ve düzene karşı verilecek mücadelenin sandık siyasetine indirgenmesinin sınırları ortadadır. Hatta bugün oynanan demokrasi oyununda sandık siyasetiyle emekçi sınıflarının tepkilerinin soğrulduğu gerçeği bir yana doğrudan düzen siyasetinin kulvarına sokulduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.

Verili toplumsal/siyasal tepkiyi, düzen siyasetine eklemlemenin bir yolu olarak karşımıza çıkan sandık siyasetine karşı emekçi sınıfların örgütlü mücadelesi Partimizin odak noktasıdır. Sandık siyasetinin bir sonucu olarak karşımıza çıkan aritmetik siyasetin yol açtığı reformizme ve burjuvazinin bir kanadına yedeklenme siyasetine karşı Parti, önümüzdeki yerel seçimlerde sosyalizmin bağımsız seçeneğini ortaya koyacaktır.

Düzenin rant, yağma ve yolsuzluk gerçeğinin gerçeklenme alanı olarak yerel yönetimler, komünistler açısından kazanılacak bir mevzi değil bir mücadele alanıdır. Önümüzdeki yerel seçimlerde Parti, düzen siyasetinin herhangi bir kesimine destek sunmayacaktır.

Bununla birlikte sosyalist ve devrimci güçlerin ortak bir güçbirliği üzerinden yerel seçimlerde sosyalizmin bağımsız adaylarını oluşturarak devrimci bir seçeneği oluşturmasının önemi açıktır. Parti, önümüzdeki yerel seçimlerde sosyalistlerin ortak adaylarının oluşması için bir güçbirliği oluşması için adım atacak, bunun mümkün olmadığı durumlarda ise sosyalist programının propagandası ve Partinin örgütlenme zeminlerini güçlendirmek için kendi adaylarını çıkaracaktır.

Sosyalistlerin ortak mücadele cephesi üzerine karar

Önümüzdeki dönem gerici, işbirlikçi ve emek düşmanı sermaye diktatörlüğüne karşı mücadelenin güçlenmesi ve emekçi sınıfların siyasi mücadelesinin ileri taşınmasında devrimci bir cephenin ihtiyacı ve önemi açıktır. Türkiye sosyalist hareketinde liberal/reformist hegemonyanın önüne geçmek ve asli olarak sermayenin gerici diktatörlüğüne karşı mücadelenin etkili kılınması için solun temel ilkeleri etrafında bağımsız bir sosyalist odağın ete kemiğe büründürülmesi komünistlerin temel görevlerinden birisidir. Türkiye’de sınıf mücadelesinin yükseltilmesi ve aynı zamanda sosyalist hareketin devrimci bir yönelime girmesinin yolunu açacak arayışlar ve pratikler komünistlerin önemli mücadele gündemlerindendir. Ancak bu arayışların en geniş cephenin oluşması üzerinden değil bir bütün olarak düzen karşıtlığını ve solun temel değerlerini merkeze alan siyasal bir yaklaşım üzerinden ele alınması zorunludur. Solun devrimci bir politik hattı örmesinin ve düzen karşıtı bir odağı teşkil etmesinin politik ilkeleri ise anti-emperyalizm, laiklik ve kamuculuktur. Komünistler, sosyalizmin bağımsız siyasal odağının yaratılması, devrimci bir kuvvetin oluşması ve solun ağırlık merkezinin güçlendirilmesi için ortak mücadele zemininin ancak ve ancak devrimci ilkeler ekseninde kurulacağını ifade ederler.

Sermayenin gerici sınıf diktatörlüğüne karşı bağımsız bir sosyalist odağın şekillenmesi için kurulan Sosyalist Güçbirliği bu açıdan ileri bir adımdır ve aynı zamanda yolun başında olmakla birlikte önemli bir siyasal mevzi olarak görülmelidir. Anti-emperyalizm, laiklik ve kamuculuk ilkeleri üzerinden kuruluşunu ilan eden Sosyalist Güçbirliği, düzen muhalefetine yedeklenmeden düzen karşıtı bir politik oluşum olarak kendisini tarif etmesine rağmen seçim sürecinde bu misyonunu yerine getirmekten uzak kalmıştır. Özellikle seçim sürecinde düzen muhalefetine yönelik ikircikli tutum, Sosyalist Güçbirliği’ni hareketsiz, yola çıkış amacı ve misyonunu yerine getirmesinde etkisiz kılmıştır. Bu durum bir kez daha solun bağımsız bir politik odak ihtiyacını gösterdiği gibi düzeni bütün kanatlarıyla karşıya almadan devrimci bir çıkış ortaya konamayacağını aynı zamanda yüzünü sola dönen toplumsal dinamikleri etkileyemeyeceğini fazlasıyla göstermiştir. Sosyalist Güçbirliği’nin kurulmasıyla sağlanan zemin ve siyasal mevzinin ileriye taşınması, kuruluş misyonu ve temel ilkelerinden taviz vermeden güçlenerek yoluna devam etmesi komünistlerin önemli gündemlerinden birisidir.

Komünistlerin Birliği üzerine karar

Komünistlerin birliği konusu, politik mücadelenin bir konusu olarak değerlendirilmeden ele alınamaz. Komünistlerin birlik sorununun çözümünün yolu işçi sınıfı partisinin örgütlenmesi sorunundan geçmektedir. Örgütsel birlik arayışı ve beklentisi, sınıf partisinin kuruluşu sürecinin/mücadelesinin konusudur ve bu mücadele pratiğinin ihtiyaçları tarafından belirlenecektir. Kongre, Parti’nin bugün içinden geçtiğimiz süreçte Türkiye işçi sınıfının öncü partisini örgütleme görevini temel bir görev olarak saptamaktadır. Bununla birlikte, bu temel görevin hep birlikte örgütlenmesi için ülkemizdeki tüm komünistleri Partimiz çatısı altında mücadeleye çağırırız.

Kıbrıs üzerine karar

Kıbrıslı Türk ve Rum halkının bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nde kardeşçe yaşam özlemlerinin önündeki engellerin başında emperyalizm olduğu bir kez daha görülmüştür.

Türk ve Rum milliyetçiliği üzerinden, Türkiye ve Yunanistan sermaye sınıfının Kıbrıs’ı kirli işlerinin ve çıkarlarının merkezi haline getirmeleri işin diğer bir boyutudur. Kıbrıs sorununun çözümünde bu iki faktör ele alınmadan, emperyalizm ile Türk ve Yunan sermayesi ile onun Kıbrıs’ta işbirlikçi patronlarına karşı mücadele yükseltilmeden çözümün yolu döşenemez.

Kıbrıs sorununda Avrupa Birliği’nin bir çözüm adresi olamayacağı, emperyalist tekellerin Akdeniz enerji kaynakları üzerindeki çıkarlarında fazlasıyla görüldüğü gibi iki halkın birleşik ve bağımsız bir Cumhuriyet’te birlikte yaşamasının karşısına konulan iki devletli çözümün de Türkiye ve Yunanistan sermaye sınıflarının çıkarlarıyla doğrudan ilintili olduğu gerçeği ortaya konmalıdır.

Türkiyeli komünistler olarak, Türkiye sermaye sınıfının Kıbrıs’ı uyuşturucu, kumar ve mafya merkezi haline getirmesine ve emperyalizmin Kıbrıs halkına ait olan karbon kaynaklarına yönelik sömürgeci girişimlerine hayır diyoruz. Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin, bağımsız ve birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nde birlikte yaşamasının yolu ne emperyalizmin ne de Türk/Yunan sermayesinin çıkarları tarafından çizilebilir.

Beş ülke kararı

Komünist Partilerin halen iktidarda bulunduğu Çin Halk Cumhuriyeti, Küba Cumhuriyeti, Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti, Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti olmak üzere beş ülkenin tümünde emperyalizmin ekonomik, askeri, siyasi ve ideolojik kuşatması ve ağır baskılarının yanı sıra devrim öncesinden devralınan geri üretici güçlerden kaynaklanan ekonomik zorluklar nedeniyle şu veya bu düzeyde kapitalist piyasa ilişkilerine alan açılmış durumdadır. Bu ülkelerdeki sosyalist geçiş süreçlerinin kaderini gerek kendi içlerindeki gerekse uluslararası düzeydeki sınıf mücadelelerinin seyrinin tayin edeceği açıktır.

Türkiye Komünist Hareketi, izledikleri ekonomik ve sosyal politikalara ilişkin eleştirel değerlendirmeleri saklı kalmak kaydıyla, komünist partiler tarafından yönetilmekte olan bu ülkeleri olası karşı devrim girişimlerine ve emperyalizmin siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik müdahalelerine karşı desteklemeyi proletarya enternasyonalizminin temel bir gereği olarak değerlendirir.

Çin üzerine karar önerisi

Çin Halk Cumhuriyeti ekonomisinin günümüzde ulaşmış olduğu düzey ve bu ülkenin küresel siyasi dengelerdeki güncel durumu, Çin Halk Cumhuriyeti deneyiminin ve Çin Komünist Partisi’nin “Çin’e Özgü Sosyalizm” olarak adlandırdığı devlet kapitalizmi esasına dayalı modelin daha detaylı bir incelemeye ve eleştiriye tabi tutulmasını gerektirmektedir.

1990’lı yıllarda dünya sosyalist sisteminin varlığına son veren büyük karşıdevrim dalgasına rağmen günümüzde halen bir komünist partisinin iktidarda bulunduğu ve son yıllarda önemli bir ekonomik gelişim kaydeden Çin Halk Cumhuriyeti’nin sosyalist mi, kapitalist (ve hatta emperyalist) mi yoksa ÇKP’nin ileri sürdüğü gibi sosyalizmin “ilk başlangıç aşamasında” olan ve üretici güçleri geliştirmek için piyasa mekanizmalarını ve devlet kapitalizmini birer araç olarak kullanan bir “geçiş toplumu” mu olduğu konusunda nihai bir vargıya ulaşmadan önce gerek Çin deneyimi gerekse bugüne kadar görülen sosyalist inşa pratikleri bağlamında daha yakından etüt edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir dizi başlık bulunmaktadır.

Sosyalizme geçiş için evrensel ölçüde geçerli tek bir formül yoktur. Her bir ülkenin komünistlerinin kendi ülkelerinin somut koşullarından ve toplumsal gerçekliğinden hareketle en uygun sosyalist inşa pratiğini yine kendilerinin belirlemesi gerekir.

Çin Halk Cumhuriyeti 1949 yılında sosyalist inşa yoluna girdikten sonra önemli bazı kazanımlar elde etmekteyken Çin Komünist Partisi’nin 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği’ne ve SBKP’ye karşı izlediği hatalı tutum ve “üç dünya teorisi” gibi Marksizm-Leninizm’in bilimsel öğretisine aykırı tezlerle dünya komünist hareketinin bölünmesine ve emperyalizmin bu bölünmüşlüğü kendi bekasını sürdürmek için istismar etmesine yol açması, ülke içinde izlenen hatalı ekonomik politikalarla birleştiğinde sosyalist inşa süreci sekteye uğramış, başta bilim ve teknoloji olmak üzere üretici güçlerin gelişmesi gerilemiş, ülke içe kapanmış ve dış dünyadan adeta izole olmuştu.

Reform ve Dışa Açılma adı verilen ve Marksizm’in Çin toplumunun ve gerçekliğinin özgünlükleri dikkate alınarak somuta uygulanması anlamına geldiği şeklinde iddia edilen “Çin’e Özgü Sosyalizm” deneyiminin başlatıldığı 1980’li yıllardan itibaren tarımda kolektivizasyon yerine sözleşmeli aile işletmeleri sistemine geçilmesi, Çin’in doğu kıyısındaki 14 kentin doğrudan yabancı sermaye yatırımına açılması, devlet işletmelerine performans sistemi getirilmesi, 1990’larda sendikal örgütlenmeye ve grev hakkına ilişkin kısıtlamalar, bazı kritik devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu sektöründe çalışan işçilerin iş güvencesinin baltalanması, sözleşmeli çalışmanın yasalaşması, 2000’lerin başında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması, kapitalistlere de ÇKP’ye üye olma izni verilmesi, Çin’e doğrudan yabancı sermaye yatırımının önündeki engellerin kaldırılması, 2010’da Çin’in dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelmesi, Pekin’den başlayıp Venedik’te bitecek olan ve kara yoluyla deniz yolunu birleştiren devasa bir ekonomik koridor olarak tasarlanan Kuşak ve Yol Projesi’nin başlatılması vb. adımların yanı sıra Çin emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin olarak daha çok batı ülkelerindeki araştırmalardan derlenen (bu nedenle de ihtiyatla yaklaşılması gereken) veriler solda ÇKP’nin sosyalizmle bir ilgisinin kalmadığı, Çin’in kapitalist bir ülke olarak nitelenmesi gerektiği yönündeki kanaatleri güçlendirmiştir.

ÇKP’ye göre ise bugün Çin’deki sosyoekonomik formasyon az gelişmiş bir sosyalizmdir ve bu başlangıç aşamasının uzun bir tarihsel dönem boyunca sürmesi öngörülmektedir. Çin’de “sosyalist piyasa ekonomisi” olarak adlandırılan hibrid modeli uygulaması, Çinli komünistler tarafından yarı-feodal ve yarı-sömürge bir toplumdan sosyalist topluma geçiş için üretici güçlerin geliştirilmesi “mecburiyeti” ile izah edilmektedir.

Çin’deki reformların Çin işçi sınıfının tarihsel kazanımlarında yarattığı tahribat, gelir adaletsizliği, göçmen işçiler olarak adlandırılan emekçi tabakanın oluşması ve bu tabakanın kötü yaşam koşulları, “nesnel çıkarının ülkede sosyalizmin inşası yönünde olduğu ve kazanılması gereken bir tabaka olduğu” iddiasıyla kapitalistlerin partiye üye olmalarının kabul edilmesi, doğrudan emperyalist sisteme eklemlenme anlamına gelen ekonomi politikasının uygulanması, emperyalist tekellerle kurulan iktisadi işbirlikleri ve hepsinden önemlisi kapitalist bir sınıfın oluşması gibi olumsuzluklar Partimizin ÇKP’nin Çin’e Özgü Sosyalizm pratiğine dair Marksist- Leninist eleştirisinin temel noktalarını oluşturmaktadır.

Öte yandan ÇKP’nin, 1,4 milyarlık nüfusu olan dünyanın bu en kalabalık ülkesinde açlığı ve aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmayı başararak insanlık tarihinin en göze çarpan başarılarından birine imza atmış olduğu gerçeği de yadsınamaz. ÇKP, aşırı yoksulluğun ortadan kaldırılması sonrasında göreli yoksulluğun da yok edilmesi için çalışmaların süreceği, Çin’in 2035 yılına kadar temel düzeyde sosyalist modernleşmeye ulaşmış olacağı, tarım ve kırsal alanların modernize edilerek temelden yeniden yapılandırılacağı, göreli yoksulluğun daha da azaltılacağı ve 2050 yılına kadar Çin’in her boyutta büyük bir modern sosyalist ülke haline gelerek bütün Çin halkına müreffeh bir yaşam sağlanmasını hedeflediği iddiasındadır.

Sosyalist piyasa ekonomisi olarak adlandırılan devlet kapitalizmi uygulamaları ve Çin’in özgün koşullarında şekillenen ÇKP deneyimi, Türkiye devrimi ve Sosyalist Türkiye’nin inşası için bir model olamaz. Bununla birlikte kapitalizmin her türlü ilericilik vasfını yitirdiği, çürüdüğü ve insanlığa vadedecek hiçbir şeyi kalmadığı içinde bulunduğumuz emperyalizm çağında, Çin’i yoksul bir tarım ülkesi konumundan çıkarıp dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirenin, yüz milyonlarca insanı açlık, yoksulluk ve cehalet içerisindeki yaşamlarından kurtarıp ortalama düzeyde insani yaşam standartlarına kavuşturanın komünist partisi iktidarı olduğu göz ardı edilmemelidir. Çin’e Özgü Sosyalizm deneyiminin geleceğini sınıf mücadelesinin iç ve dış dinamikleri belirleyecektir.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin özellikle son yirmi yılda ekonomik, diplomatik ve askeri alanlarda kaydettiği hızlı ilerlemelerin küresel siyasette de çok kutuplu bir dünya düzenine doğru basıncı arttırması, ABD hegemonyasındaki dünya emperyalist-kapitalist sisteminin statükosu bakımından önemli bir tehdit olarak görülmektedir. ABD başta olmak üzere emperyalist batı ülkelerinde özellikle Tayvan ve Hong Kong meseleleri köpürtülerek “totaliter” karşı propagandasına tabi tutulan Çin Komünist Partisi iktidarına karşı güya insan hakları merkezli bir kara propaganda yükseltilmekte, koronavirüs pandemisinin Çin tarafından kasıtlı olarak yayıldığı, Şincan özerk bölgesinde yaşayan Uygurların soykırıma uğratıldığı gibi asılsız iddialarla dünya kamuoyunda ÇHC karşıtı bir nefret iklimi oluşturulmaya çalışılmakta, ticaret savaşları ve ekonomik yaptırımlarla ülke kuşatılmak istenmektedir.

Partimiz, emperyalizmin Çin Komünist Partisi’nin iktidarındaki Çin’e yönelik saldırgan ve emperyal siyasetine karşı anti-emperyalist duruşunu merkeze koyarak politik bir yaklaşım geliştirirken aynı zamanda Çin’in kapitalist-emperyalist dünya sistemine giderek entegre olma sürecinin özellikle nesnel dinamikler tarafından belirlenme tehlikesi ve gerçeğine işaret eder. Bu nesnel sürecin tersine çevrilmesi komünist partisinin öznel karar ve iradesiyle mümkün olabileceğini ve bu açıdan Çin Komünist Partisi’nin ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin bugün içinden geçtiğimiz çelişkili sınıf konumunda yer aldığını saptar. Bununla birlikte doğrudan emperyalist saldırganlığın ve emperyalizmin hedef tahtasına oturttuğu ve bir komünist partinin iktidarda olduğu Çin Halk Cumhuriyeti’ni karşı-devrim saflarında tanımlayan politik tutumdan uzak durulmalı, emperyalist gericiliğin egemen olduğu bir çağda en genel anlamıyla sosyalizmin bütün mevzileri ve anti-emperyalist bütün uluslararası dinamikler bu bağlamda ele alınmalıdır.

Küba Cumhuriyeti üzerine karar

Küba Komünist Partisi 2011 yılında gerçekleştirdiği 6. Kongresinden bu yana, Küba ekonomik sisteminin üretim araçlarının sosyalist mülkiyetine dayanmaya devam edeceğini vurgularken, sosyalist sistemin sürekliliğinin sağlanması, ulusal ekonominin geliştirilmesi ve halkın yaşam standartlarının iyileştirilmesi amacıyla özel sektöre ve serbest meslek faaliyetlerine izin verilmesi, tarım sektörünün desantralizasyonu, işletmelerin özerkliği ve sübvansiyonların kaldırılması gibi konuları içeren bir dizi ekonomik tedbiri hayata geçirmiştir.

Küba Komünist Partisi, atılan bu adımların kapitalizmin ya da piyasa ekonomisinin benimsemesinden ziyade sosyalizmi yenilemeyi gerçekleştirmek ve sosyalist sistemi iyileştirmek amaçlı olduğunu, Küba’nın tercihinin hala planlı ekonomiden yana olduğunu ve reformların sosyalist sistemle bağdaşmayan servet yoğunlaşmasına yol açmasına izin verilmeyeceğini ifade etmektedir.

Partimiz, emperyalist saldırganlığın ve ablukanın bütün boyutlarıyla karşı karşıya kaldığı sosyalist Küba Cumhuriyeti ile dayanışmanın devrimci bir görev olduğunu bir kez daha karar altına alır. Emperyalizme karşı direnen Küba halkının ve Küba Komünist Partisi’nin sosyalizm yolunda ilerleyişini selamlarken, Küba ile enternasyonal dayanışma içinde olduğunu bir kez daha ilan eder.

Sahra Altı Afrikası üzerine karar

Kongremiz, dünyanın en önemli maden ve doğal kaynaklarına sahip bölgelerinden biri olan Sahra Altı Afrikası ülkelerinden Burkina Faso, Mali ve son olarak Nijer’de emperyalizme karşı yükseltilen direnişi selamlamaktadır. Bu ülkelere yönelik ABD ve Fransa başta olmak üzere tüm emperyalist güçlerin müdahale tehditlerinin ve olası müdahalelerinin karşısında bu ülkelerin emekçilerinin yanında olduğumuzu ifade ederiz.

Bu direnişin, tüm kıtaya yayılmasını ve sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı Afrika tarihindeki mücadeleler ile Patrice Lumumba, Amilcal Cabral, Robert Mugabe, Julius Nyerere gibi devrimci önderlerin mirasının izinden gitmesini diliyoruz.

Paylaş

İlgili Yazılar