Emperyalizm başka ülkelerin sömürülmesi, işgal edilmesi, bağımlı kılınmasıdır. Bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koyma, pazarı ele geçirme, ucuz işgücü ve bağımlılık anlamına gelir. Emperyalizm, sermayenin kendi hareketleri ile siyasal, ideolojik, kültürel ve askeri hegemonya girişimlerini kesintisiz ve bölünmez bir bütünlük içerisinde kapsar.
Emperyalizmi, kapitalizmden ayrı düşünmek mümkün değildir. Emperyalizmin işleyişini mümkün kılan, insanın insanı sömürmesine izin veren bir düzenin varlığıdır. Patronların kâr hırsı, başka ülkelerdeki zenginliklere el konmasını, doğal kaynakların ve insan gücünün sömürülmesini de beraberinde getirir.
Emperyalizm, Türkiye gibi bağımlı ülkeleri ucuz emek gücü ve ucuz asker kaynağı olarak görür. Yok pahasına satılan kamu işletmelerine göz diker. Emperyalistler, kendi aralarında ortaklık kurarak, bu ülkeleri açık pazar haline getirirler. “Yardım” adı altında borç verip, verdikleri borçtan çok daha fazlasını faiz olarak geri alırlar.
Bu “dış güçler” eğer içerideki işbirlikçileri, yani patronlar olmasa bir hiçtir. Emperyalizmi “pek çok kötülüğün anası” yapan bu işbirliğidir. Patronlar, emekçilerin uyanışından korkar ve bu korku, ipleri emperyalist merkezlere daha fazla teslim etmelerine neden olur.
Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nı, 1917’de kurulan Sovyetler Birliği’nin desteği ile kazanmıştır. Ancak sonrasında kapitalistleşmeye devam eden Türkiye, batılı emperyalistlerin arasına katılmayı düşlemiş, ancak bağımlılığı kabul etmeden orada yer alması mümkün olmamıştır.
Kore’ye ABD çıkarları için asker göndermek, ancak bağımlı bir ülkenin yapabileceği iştir. NATO bağımlılıktır. Avrupa Birliği (AB) bağımlılıktır. Sosyalist ülkeler onlarca yıl boyunca emperyalist saldırganlığı frenlediler. Bu ülkelerin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra emperyalizm zincirlerinden boşandı. Yugoslavya’yı parçaladılar. Irak ve Afganistan işgal edildi. Bu ülkeleri Libya izledi. Suriye’de saldırmaya devam ediyorlar. İran için yeni planlar yapıyorlar. Türkiye dâhil olmak üzere bir dizi ülkede dinci rejimleri destekleyerek yönetime geçmelerini sağladılar. Bu ülkelerde bir yandan emperyalizmin ideolojisini ve kültürünü egemen kılarken, bir yandan da gerici ideolojilerin kök salmasını sağladılar.
Sermayenin kâr, emperyalizmin egemenlik arayışı daha fazla bağımlılık, daha fazla sömürü ile birlikte kan ve gözyaşı üretir. Ancak bunun ötesinde, bağımlılık, o ülkelerdeki insanların karar ehliyetlerinin de gasp edilmesini beraberinde getirir. Bu durumun ortadan kaldırmanın yolu ise özgürlük, eşitlik, adalet için mücadelenin bağımsızlık mücadelesiyle bir bütün oluşturarak yürütülmesinden geçer.
Ülkemizin ABD’ye ve AB’ye muhtaç olduğu iddia ediliyor. ABD’yle ve AB’yle iyi geçinmezsek, başımıza bin türlü bela geleceği öne sürülüyor.
Doğru olan tam tersidir! Bu ülke ABD’ye ve AB’ye bağımlı kaldıkça, başımızdan bela eksik olmamaktadır!
ABD ve AB ile kurulan yakın ilişkiler Türkiye’ye ne sağlıyor? Birincisi, gençlerimize savaş meydanlarında ölme ve öldürme olanağı sağlıyor!
Bu ülkenin gençleri geçmişte Kore’de, amacını bile bilmedikleri bir savaşta, ABD askerlerine kalkan yapılmıştı.
Türkiye’nin yurt dışındaki bütün askeri birimleri bugün aynı tehlikeyle karşı karşıyadır.
İkincisi, İsrail ile birlikte emperyalistlerin taşeronluğunu yaptığımız için, tüm Ortadoğu halklarının düşmanlığını kazanıyoruz.
Üçüncüsü, emperyalist yağma arttıkça sanayimiz ortadan kalkıyor. Tarımımız çökertiliyor. Üretemeyen bir ülke haline gelirken, işsiz ve yoksul insanlarımızın sayısı artıyor.
Dördüncüsü, emperyalist silah tekellerine her yıl milyarlarca dolar aktardığımız yetmiyormuş gibi, ülkemiz ABD’nin nükleer silah deposu olarak kullanılıyor.
Tüm bunlar neden yapılıyor?
Birincisi, bu ülkedeki sermaye sahiplerinin, emperyalist yağmadan pay alması, uluslararası şirketlerin, tekellerin komisyonculuğunu yaparak para kazanması için.
İkincisi, kârını arttırmak isteyen sermaye sahipleri, bizlerin, yani bu ülkenin emekçilerinin güçlenmesine karşı emperyalistlerin desteğine muhtaç olduğu için.
Hiç unutmamamız gereken şudur: Türkiye, emperyalist ülkelerden “yardım” alan değil, bu ülkelere kaynak aktaran bir ülkedir. Türkiye’nin borçlu olduğu yalandır. Türkiye’den sadece borç ödemesi adı altında çıkan kaynaklar, borç ve kredi adı altında ülkeye giren miktardan çok fazladır. Üstelik fazlasıyla ödediğimiz bu paraların, halkımıza ve ülkemize değil, para babalarına faydası dokunmaktadır. Ülke üretimini gerçekleştirebilecek her türlü kaynağa sahipken, emperyalist ülkelerden her yıl milyarlarca dolar değerinde gereksiz ithalat yapıyoruz. Oysa Türkiye, her alanda fazlasıyla kendine yetecek bir ülkedir. Her türden bağımlılık ilişkisine son verdiğimizde, zararlı çıkacak olan yalnızca sermaye sahipleri ve emperyalistler olacaktır. Ambargo uygulamalarının da hiçbir önemi olmayacaktır. Çünkü Türkiye, kendi kaynaklarıyla kolaylıkla kalkınabilecek bir ülkedir.
Yeter ki, kaynaklarımızı yağmalatmayalım!
Avrupa Birliği temelinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD merkezli kapitalist dünya sisteminin Sovyet bloğuna karşı inşa edip desteklediği bir oluşumdur. Avrupa Birliği başından itibaren emperyalist bir projedir. Dönemsel krizlerle sarsılan ve tıkanan Avrupa sermayesi, krizi aşabilmek için sermayenin birliğine dayanan Avrupa Birliği’nin kuruluşunu öngörmüştür. Bu tür ekonomik ve siyasal birleşmeler özünde, halkların değil, patronların çıkarlarının temsil edildiği üst birlikteliklerdir. AB düzenlemeleri, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün dayattığı düzenlemelerle iç içe geçmektedir. AB ve kurumlarıyla bütünleşme sürecinin temel amacı, Türkiye’yi geri dönüşsüz bir biçimde uluslararası sermayeye, yani kapitalist sisteme bağımlı kılmaktır.
Büyük bölümü AKP iktidarı döneminde çıkarılan AB uyum yasaları çerçevesinde sosyal ve ekonomik haklar budanmıştır. Kadın haklarına ilişkin kimi düzenlemeler, idam cezasının kaldırılması gibi bazı iyileştirmeler göz boyamadan ibaret kalmıştır. İş yasası değişiklikleri, sosyal güvenlik düzenlemeleri, kamu yönetimi reformu gibi başlıklar altında emekçilerin hakları gasp edilmiştir. Son olarak, yine “AB’ye uyum” gerekçesiyle 2010 yılında halkoyuna sunularak yapılan anayasa değişiklikleri ile emekçilerin hanesine yeni kayıplar yazılmıştır.
AB üyeliğinin demokratikleşme değil, bir cehennem vaat ettiği son yaşanan ekonomik krizde komşumuz Yunanistan’ın başına gelenlerle görülmüştür. Üyelik sürecinin gerekleri doğrultusunda üretimi neredeyse sonlandırarak sanayisini, tarımını AB’ye emanet eden Yunanistan, büyük bir ekonomik çöküşle karşı karşıya kalmıştır.
NATO, İkinci Dünya Savaşı`nın hemen ardından Batı Avrupa`da “komünizm tehlikesi”ni önlemek hedefiyle ABD öncülüğünde kuruldu. Savaş sırasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ile ABD, İngiltere, Fransa aynı cephede Almanya`ya ve onun müttefiki İtalya ile Japonya`ya karşı savaşmaktaydılar.
İngiltere, Fransa ve ABD kapitalist sistemle yönetilen ülkelerdi. Bu ülkelerde iktidarı elinde tutanlar, emekçiler değil, tersine çalışanları, emekçileri, işçileri sömüren burjuvaziydi. SSCB`de ise emekçiler iktidardaydı.
Savaş sonrası Batı Avrupa`da, özellikle Fransa, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde komünizmin prestiji hızla arttı. Komünist partiler iktidarın eşiğine geldiler. Kendi emekçi sınıfları tarafından iktidardan uzaklaştırılacaklarını düşünen Avrupa sermayesi ve temsilcilerinin yardımına ABD yetişti. Bu ülkelere ve Türkiye`ye, komünist faaliyetleri engellemek için finansal yardım yapıldı. Sadece finansal yardım elbette yetmeyecekti. Bir de askeri örgütlenme gerekiyordu. İşte NATO, batılı kapitalist ülkelerin SSCB`deki emekçi iktidarına ve kurulabilecek yeni emekçi iktidarlarına karşı oluşturduğu, sermaye iktidarlarının koruyucusu, emekçilerin düşmanı bir askeri ittifak olarak ortaya çıkmıştır.
Böylece, ABD, İngiltere, Fransa başta olmak üzere emperyalist ülkeler yeni bir saldırı ve savaş örgütü kurdular.
O günden bu yana NATO, sosyalizme, emekçi halklara karşı etkili bir suç makinesi olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.
NATO, birliğe üye bütün ülkelerde `gladio` adıyla gizli kontrgerilla örgütleri kurulmasını sağlamıştır. Bu paramiliter yasadışı örgütler provokasyonlardan bombalamalara, cinayetlere kadar çok sayıda insanlık dışı suçun failleridir. Özellikle sol düşünceye ve hareketlere karşı kullanılan bu gizli örgütler, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye`de de birçok faili meçhul cinayetin arkasındaki temel güçtür. ABD güdümlü bu tip NATO örgütlenmelerinin yapıları değişse de, hala faaliyet gösterdikleri bilinmelidir.
NATO, iddia edildiği gibi bir savunma paktı değildir. 1990`ların başında SSCB çözülmüş, böylece kapitalizm yok olmadığı gibi daha da saldırganlaşmıştır. Kapitalist sistemi kollamak, emperyalizmin egemenliğini korumak üzere kurulan bu pakt, görevine devam etmekte, tüm dünyaya yayılmakta ve sermayenin ve emperyalizmin egemenliği için bekçilik görevini canla başla yerine getirmektedir. NATO, kapitalist emperyalist sistemin yumruğudur ve bu yumruk giderek daha geniş bir coğrafyaya uzanmaktadır.
Sovyet Blok`una karşı kurulduğu iddia edilen NATO, Sovyetler Birliği ve sosyalist blokun çözülmesi sonrasında faaliyetlerini sürdürürken, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda eskisine kıyasla bugün dünyanın çok daha büyük bir bölümünde askeri üsler bulunduruyor.
Emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda NATO`nun Afganistan`ı işgal etmiş olması, Libya`yı bombalaması ile bugün Suriye`de yürütülen savaş bu suç örgütünün saldırgan karakterinin en canlı ve güncel örneğidir.
Türkiye, Kore savaşında bile bile feda edilen binlerce halk evladının kanı üzerinden 1952 yılında NATO üyesi yapıldı. Bütün iktidarlar tarafından da yıllarca Sovyetler Birliği`nin tehdit olduğu yalanı söylenerek NATO üyeliği savunuldu. Sovyetler Birliği`nin ne Türkiye ne de başka ülkeler üzerinde bir tehdit oluşturmadığı, tam tersine emperyalizmin saldırganlığını dizginlediği, sosyalist blok çözüldükten sonra da görüldü.
Türkiye`nin NATO üyeliği, kesinlikle halkın ve ülkenin değil, egemen sınıfların çıkarları ve güvenliği doğrultusunda alınmış bir karardır.
Üyelikle birlikte Türkiye ordusunu NATO`nun emrine verdi. Eğitimden her türlü silah ve teçhizat teminine kadar her konuda NATO ve ABD`ye bağımlı hale geldik. ABD yardımına muhtaç olmadığımız tek bir askeri alan kalmadı.
NATO`ya girmeden önce ABD ile askeri, ekonomik, siyasi alanlarda imzalanan ikili anlaşmaların sayısı NATO üyeliği sürecinde arttı. İkili anlaşmalar ve NATO üyeliği sonucunda ülkemizde doğrudan ABD Savunma Bakanlığı Pentagon`a ya da NATO Komutanlığı`na bağlı askeri üsler açıldı.
Türkiye, günümüzde de, NATO`nun taşeronluğunu sürdürmektedir. Kosova savaşında NATO`nun yanında yer almıştır. Afganistan`da NATO saflarında savaşarak Afgan halkına karşı suç işlemektedir. Bugün yine NATO üyesi sıfatıyla Suriye`de cihatçı teröre destek veren Türkiye, NATO`nun taşeronu olarak kullanılmaktadır.
Topraklarımızda ABD ve NATO`nun askeri üsleri varlıklarını sürdürmektedir.
İncirlik başta olmak üzere, bu üslerde bulunan nükleer başlıklı silahlar ABD subaylarının denetimindedir. Bu üslerden havalanan ABD askeri uçakları, eskiden olduğu gibi, komşularımızın topraklarına askeri müdahalelerde bulunurken, ülkemizin güvenliği tehdit edilmekte, egemenlik haklarımız hiçe sayılmaktadır. Türkiye, bölgede ABD taşeronu, onursuz ve bağımlı bir devlet olarak yapayalnız bırakılmaktadır.
Türkiye`de hem ABD`ye hem de NATO`ya tahsis edilmiş üsler bulunmaktadır. Bunun yanı sıra NATO üyeliği ve askeri işbirliği anlaşmaları çerçevesinde Türk Silahlı Kuvvetleri`nin pek çok birimi, üssü ve olanağı da ABD ve NATO kullanımına açıktır.
ABD`nin bölgedeki en büyük üslerinden biri Türkiye`de İncirlik`te bulunmaktadır. ABD Hava Kuvvetleri 39. Ana Jet Üssü burada konuşlanmıştır. ABD, komşumuz Irak`ı işgal ederken İncirlik Üssü`nü de aktif biçimde kullanmıştır, Bugün de Suriye`nin parçalanması için İncirlik Üssü ABD`nin hizmetine açılmıştır.
İncirlik`te ayrıca NATO`nun bölgedeki en büyük depo üssü de bulunmaktadır. İncirlik Üssü aynı zamanda NATO üyeliği çerçevesinde, Türkiye`ye yerleştirilen nükleer bombaların da bulunduğu yerdir.
ABD`de yayınlanan Atomic Scientist Dergisi ABD`nin halen Avrupa`da bulundurduğu atom bombalarının dökümünü yayınlamıştır. Buna göre, Almanya, Belçika, İtalya, Hollanda ve İngiltere`de 390, İncirlik Hava Üssü`nde 90 adet B61 tipi atom bombası bulunmaktadır. Bu bombaların kullanılması konusundaki son karar ABD`ye aittir. Atom bombalarının ülkemizdeki varlığı, tüm bölge halkları üzerinde büyük bir tehdittir ve Türkiye`yi öncelikli hedef haline getirmektedir.
Türkiye`de İncirlik dışında da NATO üsleri bulunmaktadır. Ülkemizdeki en büyük askeri havaalanı olan Afyonkarahisar Askeri Havaalanı aynı zamanda NATO tarafından “ana jet bakım üssü” olarak kullanılmaktadır ve NATO`nun en büyük ikinci havaalanıdır. İzmir Çiğli Hava Üssü, NATO`nun Türkiye`deki en eski üslerinden biridir. 2004`te NATO`nun güneydoğu karargâhı Napoli`den İzmir`e taşınmış, 2006 yılında da ABD 16. Hava Filosu Almanya`dan alınarak yine buraya yerleşmiştir.
Konya 3. Ana Jet Üssü Komutanlığı, Balıkesir 9. Hava Jet Üssü, Muğla Aksaz Deniz Üssü, Diyarbakır Pirinçlik, Şile Üssü sayılabilecek diğer başlıca üslerdir. Bunlar dışında onlarca üs NATO kullanımına açıktır.
ABD, Karadeniz`de de bir üsse sahip olmak için Trabzon`u belirlemiş ve bunun için girişimlerini arttırmıştır.
Türkiye, NATO üyeliği başlangıç kabul edilirse 60 yıla yakın süredir “süper güç” olarak kabul edilen ABD`nin yanında yer alan bir dış politika izlemektedir. O tarihlerden beri de Türkiye halkının çıkarlarını gözetmek yerine emperyalist ülkelerin çıkarları için bekçilik yapılmaktadır. Bu durum uzun yıllar Türkiye`nin neredeyse tüm komşularıyla sorunlu olmasına yol açmıştır. Bugün de bu tablo bütün komşularla düşmanlık noktasına kadar gelmiştir.
Türkiye, geçmişte, Sovyetler Birliği`ne karşı emperyalizmin “ileri karakolu” görevini üstlenmiştir. Daha da tuhafı, aynı ittifak içerisinde yer alan bir başka NATO üyesi Yunanistan`a karşı sürekli teyakkuz durumu devam ederken, yüksek silahlanma harcamalarının en önemli kalemleri arasında bu komşumuz yer almıştır. Komşularına karşı sürekli silahlanma ihtiyacı bir ülkeyi güçlendirmez, zayıflatır. Türkiye, onlarca yıldır çok önemli kaynaklarını toplumsal gelişmeyi sağlamak için değil, silahlanmaya harcamıştır.
Bugün emperyalizmin yanında yer alan Türkiye büyük maliyetler ödemektedir. Irak`ta yaşanan gelişmeler ülkemize de zarar vermiştir. Suriye`de yaşanan iç savaşın ülkemize büyük maliyetleri olmuş, yaşanan katliamlar ve milyonlarca Suriyeli mülteci ülkemizin büyük bir gündemi haline gelmiştir. “Güçlünün yanında duran” bir dış politika anlayışı, aslında emperyalizmin taşeronluğundan başka bir şey değildir. Ülkemiz bugün, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda bir savaşın eşiğine gelirken, Ortadoğu`da cihatçı terörizmin de hamisi konumundadır.
TKH, Türkiye`nin ancak emekçilerin çıkarları doğrultusunda bağımsız ve onurlu bir dış politika ile güçlenebileceğini söylemektedir.
Ülkelerin karşılıklı ilişki içinde olması ile bağımlılık bir ve aynı şey değildir. Emperyalistkapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Büyük kapitalist devletlerin egemenlik sürdüğü, dünya pazarını yönettiği, enerji kaynaklarına el koyduğu ve askeri ağırlığının olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. Böylesi bir tabloda karşılıklı ilişki değil, emperyalizme bağımlı olan ilişki biçimi mevcuttur.
Emperyalistkapitalist sistemin dış politikası çıkarlar üzerine kuruludur. O yüzden karşılıklı ilişki yerine çıkarların elde edilmesi üzerine kurulu bir güç politikası yani egemenlik ilişkisi dış politikanın temel belirleyenidir.
Küreselleşme emperyalizmin, dünyaya egemenliğini kabul ettirmek ve bunun normal olduğunu dayatmak için icat ettiği bir kavramdır. “Küreselleşen dünya” ile kastedilen aslında serbest piyasa ekonomisinin sınır tanımaksızın yayılması ve bunun bütün dünya ülkelerine dayatılmasından başka bir şey değildir.
Türkiye sosyalizmi kurarak emperyalist kampı terk ettiğinde, komşularından başlayarak bütün dünya halklarıyla eşitlik ve adalet zemininde ilişki kurma olanağını yakalayacaktır. Diğer halkların da bağımsızlık ve sosyalizm yoluna girmeleri durumunda ise gerçek bir uluslararası dayanışma serpilip boy atacaktır. Ülkeler arasındaki ilişkilerde egemenlik, üstünlük kurma, daha fazla kazanç sağlama gibi konumlanmalar sömürü düzeninden türemektedir. Sömürüye son vermiş halklar arasında gerçek bir entegrasyon tesis edilecektir. Geçmişte yaşanan reel sosyalizm döneminde bu ilişkilerin ilk örneklerine rastlamak pekâlâ mümkündür. Biz daha gelişkinini yaratacağımıza güveniyoruz.
Bugün emperyalist sistemin alternatifi ise Türkiye`nin doğuya yönelmesi değildir. TKH sömürünün her türlüsüne karşıdır. Rusya, Çin gibi ülkeler, ABD, NATO, AB gibi saldırgan emperyalist politikalar sürdürmüyor olsalar da, egemenlik arayışında olan kapitalist ülkelerdir.
Ülkemiz, komşularıyla barış içinde yaşayabilecek, emperyalizmin saldırganlığına ortak olmayan bir dış politikayla birlikte kalkınmış bir ülke haline gelebilir.
Örnek verecek olursak, bağımsız bir dış politikaya sahip olsaydık, ülkemiz cihatçı terörün kurbanı haline gelmezdi. Bu yüzden Türkiye`nin emperyalizmle bağlarını koparması onun içe kapanmasını değil, uluslararası ilişkilerinde barışçı ve onurlu tutumuyla bütün halklar için bağımsızlık yolunu gösterecek bir ülke olmasını sağlar.
Emperyalizm, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra “Yeni Dünya Düzeni” adıyla büyük bir saldırıya girişti. Yıllarca yeşil kuşak projesiyle gericileri destekleyen emperyalizm, 11 Eylül saldırısı sonrası El Kaide terörünü bahane ederek Afganistan`ı işgal etti. Arkasından kimyasal silah bahanesiyle Irak işgali geldi. Saddam Hüseyin rejimi devrildiğinde ise kimyasal silahın olmadığı, bunun sadece bir bahane olduğu görüldü. Bugün Irak halkı hala iç savaş koşullarında yaşamakta, ülke üçe bölünmüş bir şekilde ayakta kalmaya çalışmaktadır. ABD`nin Irak`ı işgal etmesi bugün dünyanın başına bela olan cihatçı dinci terörün büyümesine imkân sağlayarak, IŞİD`i ortaya çıkardı.
AB emperyalizmi ile birlikte Yugoslavya`nın parçalanması ve bombalanmasını izledik. Buna, eski Sovyet Bloku ülkelerinin tek tek emperyalizm tarafından ele geçirildiği bir süreç eşlik etti.
“Arap Baharı” adıyla bir dizi Arap ülkesinde başlayan eylemler, emperyalizm tarafından kullanılarak gizliaçık operasyonlar gerçekleştirildi. Emperyalizm tarafından bombalanan ve yok edilen Libya`da bugün karışıklık hala sürmekte, aşiretler savaşı ve cihatçı terör devam etmektedir. Mısır`da, Tunus`ta, Libya`da ortaya çıkan bu gelişmeler her nedense krallıkla yönetilen bazı Arap ülkelerinde hiç karşılık bulmadı. Suudi Arabistan gibi ülkeler emperyalizm tarafından hep korundu.
Bu operasyonların bir ayağı ise Suriye oldu. Emperyalizm aynı senaryoyu, Suriye`nin meşru yönetimini diktatörlük ilan ederek orada da sahnelemeye kalkışmış, ülke içinde dinci örgütleri doğrudan veya taşeronları aracılığıyla eğitip silahlandırmış ve katliamlara ön ayak olmuştur.
Bu operasyon bölge ülkeleri eliyle yönetilmiş, cihatçı örgütler ise tetikçi olarak kullanılmıştır. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye, ABD`nin yanında bu operasyonun parçası olmuştur. Dünyanın bir dizi ülkesinden cihatçı terör grupları Suriye`ye taşınmış, para ve silah yardımı yapılmış, sınırlar açılmıştır. Cihatçı terör örgütleri ise Suriye`nin parçalanması için vahşice katliamlara girişmişlerdir.
Bugün Ortadoğu`da ve Suriye`de yaşananlar, emperyalizmin bölgeye müdahalesidir. Amaç Irak ve Suriye`nin parçalanması, İsrail`in güvenliğinin alınması, petrol ve doğalgaz kaynaklarına el konmasıdır.
Türkiye`de de AKP iktidarı tam da bu proje doğrultusunda “ılımlı İslam” adıyla iktidara getirilmiştir.
Dünyanın birçok ülkesinde baskıcı rejimler varken emperyalizm, boyun eğdirmek istediği ülke yönetimlerine diktatörlük suçlamaları yönelterek, gizli veya açık operasyonlarına meşruiyet kazandırmak istemektedir. İşine gelen hükümetlere “stratejik müttefik”, işine gelmeyen hükümetlere “diktatör rejimleri” nitelendirmesiyle kamuoyu yaratmaktadır.
Arap halklarının yaşadığı rejimleri savunma konumunda değiliz. Ancak bu rejimlerin yıkılması sonrasında kurulan yönetimler Arap halkları için çok daha kötü sonuçlar doğurmuştur. Kaddafi`nin ortadan kaldırılması Libya`nın özgürleşmesine değil, yıkımına neden olmuştur. Saddam Hüseyin`in öldürülmesi, Irak`ın kurtuluşuna değil, işgaline ve bölünmesine sebep olmuştur. Burada isimlerin önemi yoktur, önemli olan emperyalizmin planları ile bölge ülkelerinin ne kadar uyumlu hareket edip etmediğidir. Örneğin emperyalizm, Saddam Hüseyin yönetimi ile işbirliği yaptığı dönemde bir sorun yokken, ne zaman ki bağımlılığın artmasına karşı önüne daha fazla engel çıkmıştır, işte o zaman savaş ve katliamlarla Saddam iktidarını ortadan kaldırmıştır. Bugün de benzer bir plan Suriye`de Beşar Esad rejimi için sürdürülmektedir.
Buradaki amaç sözü edildiği gibi diktatörlerin gitmesi değil, emperyalizmin bu ülkeleri gerekirse sınırlarını yeniden çizerek egemenlik altına almasıdır.
Osmanlı`nın egemenliğinden çıktıktan sonra, 1950`lere kadar Kıbrıs çeşitli din, mezhep, köken ve dilden insanın bir arada yaşadığı bir İngiliz sömürgesiydi. Sömürgeciliğin sonunun yaklaştığını fark eden egemenler en önemli iki topluluğu birbirine düşürme yoluna girdiler.
Kıbrıs sorununun temelinde yatan, bu kadar önemli bir coğrafyada bağımsız, antiemperyalist, ilerici bir devletin oluşmasını önleme çabasıdır.
Sorun Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasında değil, Kıbrıs halkıyla, onun kendi kaderini eline almasını sabote eden emperyalistler arasındadır.
Milliyetçilerin emperyalizme karşı oldukları zannedilir. Oysa çoğunlukla egemenler işbirlikçiliklerini milliyetçi demagojiyle gizlerken, ulusal çatışmalardan emperyalistler yarar sağlar. Yunan ve Türk milliyetçiliği Kıbrıs sorununda emperyalizmin suç ortağıdır.
TKH, Rum ve Türk Kıbrıslıların çoğunluğunun arzuladığı gibi birleşik bir Kıbrıs`tan yanadır. Bu doğrultuda yabancı askerler çekilmeli, İngiliz üsleri kapatılmalı, adaletin ve eşitliğin hüküm süreceği bir ülke yeniden kurulmalıdır.
Ada halkının bunu gerçekleştirebilmesi için Türkiye ve Yunanistan`ın ilerici, antiemperyalist, halkların kardeşliğinden yana güçlerinin el ele vermeleri, Kıbrıslıları desteklemeleri, dış müdahale ve provokasyonlara duvar örmeleri gerektiği açıktır.
TKH, ülkemizin emperyalist ülkelerle yaptığı bütün bağımlılık anlaşmalarına son verilmesi gerektiğini savunmaktadır.
ABD ve NATO üsleri kapatılacaktır. Ülkemizde bulunan nükleer silahlar imha edilecektir. Yurtdışındaki Türk askerleri geri çağrılacaktır.
Avrupa Birliği`ne yapılan tam üyelik başvurusu geri çekilecek, bağımsız ve ülke yararına ekonomik politikalara yönlenecektir.
NATO ve AB üyesi ülkelerle veya bu kuruluşların yandaşı olan ülkelerle ve İsrail`le askeri anlaşmalar iptal edilecektir.
Bu ilişkilerin Türkiye`nin güvenliği için yararlı olduğu iddiası tamamen yalandır. Tersine, günümüz Ortadoğu`sunda emperyalist ittifakların içinde olmak komşu halklarla düşman olmak anlamına gelmektedir. Ülkemizdeki Amerikan ve NATO üslerinin bölgedeki savaş ve işgallerde nasıl kullanıldığı bilinmektedir. Bugün bu ittifaklar ve üsler, Türkiye`yi İran ve Rusya gibi komşularıyla karşı karşıya bırakmış, hedef haline getirmiştir. Emperyalist ittifaklar halkımızın güvenliğini her anlamda tehdit etmektedir.
Rusya emperyalist bir ülke değildir. Öte yandan Rusya`da egemen sınıfların diğer kapitalist ülkelerdeki gibi hırslı ve saldırgan olduğu, sömürü ilişkileriyle birlikte emekçi sınıflara dönük baskının sürekli olduğu bir gerçektir. Bunun yanı sıra, yeni pazar ve hammadde kaynaklarına ulaşmak, sınır ötesi yatırımlara yönelmek için askeri, siyasi ve toplumsal kaynaklarını seferber ettiği de açıktır. Ukrayna, Suriye gibi ülkelerdeki askeri varlığını bu arayıştan bağımsız düşünmemek gerekir.
Rusya, belli büyüklükteki bütün kapitalist ülkeler gibi emperyalistleşme eğilimi içinde olan bir ülkedir. Ancak, bugün için siyasi, ekonomik, askeri, ideolojik ve kültürel açıdan bütünlüklü bir emperyalist güç olarak tanımlanamaz.
Bugün Rusya`nın ABD saldırganlığı karşısında bir güç olduğu, ABD ve batılı emperyalist güçleri Suriye, Irak ve Ukrayna gibi coğrafyalarda başarısızlığa uğrattığı, köşeye sıkıştırdığı bir gerçektir. Böyle bir durumda komünistlerin nasıl bir tavır alması gerektiği önemli bir husustur. Bakmamız gereken, bölgedeki ilerici ve devrimci güçlere alan açacak ve işçi sınıfının çıkarlarına zemin oluşturacak konumdur.
TKH, herhangi bir uluslararası gücün çıkarı için emekçi sınıfların çıkarlarını gözetmekten ve savunmaktan vazgeçerek uluslararası bir gücün savunucusu haline gelinmemesi gerektiğini savunur. Bu nedenle, emperyalizme yalnızca “ulusal” açıdan bakarak işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları göz ardı edilemez.
Rusya ve Çin gibi bazı güçlü ülkelerin başta ABD olmak üzere emperyalizmin kimi girişimlerini engelleyici, erteleyici adımları olduğu kabul edilse de, bu ülkelerin konumlarıyla ilgili göz önünde bulundurulması gereken önemli başka özellikler vardır.
Bu ülkeleri asıl harekete geçiren, kendi sermayeleri için dünya pazarlarında yer edinmek, bölgesel güç alanları oluşturmaktır. Yani, dünya ölçeğinde emek sömürüsünden daha fazla pay kapmaktır.
Bu nedenle adımlarını sürekli ve tutarlı bir “antiemperyalist çizgi” olarak görmek mümkün değildir.
Rusya ve Çin, kendi emekçilerini düşük ücretlere mahkûm etmekte, hatta sermaye karşısındaki örgütlenmelerini baskı altına alabilmektedir. Yani bu ülkeler kapitalist sömürü düzenini sürdürmektedirler.
Bu ülkelerin “ABD emperyalizminin önünü kesici” politikaları, başka emperyalist ülkelerle uzlaşma arayışları ile birlikte kendi ülkelerinin ucuz işgücünü pazarlamayı ve başka ülkelere sermaye ihraç etmeyi de içeren adımlarla paralel yürümektedir.
TKH, Çin ve Rusya ile ittifak yaparak bir çıkış yakalamak gibi halklara ve emekçi sınıflara yönelik başka bir sömürü ve saldırganlık konumu almayı reddeder.
TKH, Türkiye`nin komşularıyla barış içinde yaşayabileceği, emperyalizme ve başkaca herhangi bir saldırganlığa ortak olmayan bağımsız bir dış politikayı hayata geçirir.
Sermaye sınıfı, krizini aşabilmek üzere kendi soluna en fazla ihtiyaç duyduğu dönemlerde, emekçi sınıfları ikna edecek, böylece sistemin devamını sağlayabilecek aktörlere ihtiyaç duyar. Böyle aktörlerin varlığı sermaye düzenine yönelik tehditleri zayıflatır.
Kapitalizmin 2008`deki kriziyle birlikte sermaye sınıfının yeni yönetim modelleri aramaya başladığı sırada ortaya çıkan Syriza da Yunanistan`da krizi kontrol etmek ve kapitalist düzeni sürdürmek üzere iktidara geldi. İddiası, sermaye düzenini yıkıp yerine sosyalizmi kurmak değil, kapitalist sistemin düzeltilebileceğidir.
Bugün Syriza, ülkemizde de kendine sol diyen birçok parti gibi istikrar adına emekçi sınıfların sömürüsünün devamını, NATO, AB gibi emperyalist kurumlarla ilişkinin sürdürülmesini öngörüyor.
Sosyalist devrimin güncel bir hedef olmaktan çıkmasına hizmet eden bu tür siyasi yapılar, sınıfsız ve sömürüsüz yeni bir düzen, yani sosyalizm yerine, sömürünün devam ettiği, kapitalizmin krizini aşarak, krizin maliyetini yeniden işçi sınıfının omuzlarına yükleyeceği bir çözümü hedefler.
Aynı zamanda, sermaye düzenine karşı ortaya çıkmış olan tepkileri soğurarak sol sloganlarla halkı kolayca sermayenin hizmetine sokabilmeyi öngörürler.
Kapitalizmin iyileştirilerek emekçi sınıflar lehine işlemesi mümkün değildir. Sermaye düzeni var oldukça, emperyalizme bağımlılık sürecek, eşitsizlikler devam edecektir. Bu nedenle, TKH, iyileştirilmeye çalışılan bir sermaye düzeninin emekçileri aldatmaktan öte bir anlam taşımadığını, gerçek kurtuluş olan sosyalizmin ise bu düzenden kopmadıkça kurulamayacağını bilerek, Syriza gibi sermaye ve emperyalizmle uzlaşan siyasi aktörlerin işçi sınıfı için kurtuluş olmadığını söyler.