Hangi alanda olursa olsun, bir üretimin yapılabilmesi için gerekli araçların sahibi olan, onların mülkiyetini elinde bulunduranlara “patron” diyoruz. Bu kişiler, üretim araçlarını kullanıp üretim yapmaları için başka insanların çalışmasına ihtiyaç duyar ve onların emek güçlerini belirli bir ücret karşılığında kiralar. Nedeni çok basittir: birincisi, o araçlar durduk yerde hiçbir işe yaramazlar. İkincisi, patron dediğimiz kişi, o araçları kendisi kullanıp herhangi bir şey üretemez. Patronun emek güçlerini kiraladığı işçiler, üretimi gerçekleştirir. Yarattıkları değerin küçük bir kısmını işçilere ücret olarak veren patron, bu değerin çok büyük kısmına da kendisi için el koyar. İşte bizim sömürü dediğimiz şey, işçilerin ürettiği değere patron tarafından el konulmasıdır.
Kısaca anlattığımız bu durumun, yani sömürünün, kabul edilmemesi gerektiği ve pek çok kötülüğün de kaynağı olduğu besbellidir. Ama bunun patronun iyi ya da kötü insan olması ile bir ilgisi yoktur. Diyelim, herhangi bir patron, fakirlere yardım ediyor olsa, hayvanları sevse, acı olaylar karşısında iki gözü iki çeşme ağlamadan duramasa, kısacası onu tanıyanlar tarafından genellikle iyi bir insan olarak kabul edilse bile, “ben bu sömürüden vazgeçeyim” diyemez. Çünkü o zaman, kârını devam ettiremez, kendisi de patron olmaya devam edemez.
TKH`nin patronlara karşı olması bizzat o kişilerle ilgili değil, sömürü ilişkileri içinde ortaya çıkan ve patronların içinde var olduğu sınıfla ilgilidir. TKH, sermaye sınıfına karşı olduğu için patronlara da karşıdır.
Özellikle kriz dönemleri, patronların kârlarının azalmasından korktukları dönemlerdir. Kriz dönemlerinde de kârlarını düşürmemek, artırmak isterler. Patronlar kriz dönemlerinde kazanmak için yeni pazarlar yaratmak dışında, en fazla işçilerin haklarına el koyarak kârlarını artırır. Ücretlerin düşürülmesi, hatta aylık ücretten vazgeçilerek çalışılan gün sayısı ile orantılı ücret verilmesi, sipariş yoksa üretimin durdurulması ve durdurulan gün sayısı ile orantılı olarak sosyal güvenlik primlerinin yatırılması, işçilerin işten çıkarılması, istihdamın daraltılması gibi uygulamaları gündeme getirirler. Eğer bunları yaparlarsa iş yerinin yaşayacağını, işçilerin de kendisinin de kazanmaya devam edeceğini söyleyerek, işçilerin “fedakârlık yapmasını”, ücretleri düşürüldüğünde seslerinin çıkmamasını, işten atıldıklarında haklarını aramamalarını isterler. Patronlar “hepimiz aynı gemideyiz batarsak birlikte batacağız” diyerek işçileri daha az ücrete, daha zor koşullarda çalışmaya razı etmeye çalışır. Krizin sorumlusu işçilermiş gibi, bütün yükü işçilerin omuzlarına yıkarlar.
Oysa gerçekler farklıdır. İşçilerle patronlar değil, aynı gemide aynı tarafta bile bulunmazlar. Çünkü birinin çıkarına olan, diğerinin zara-rınadır. Sınıfsal ilişkinin gereği olan bu kural asla değişmez. Patronlarla işçiler arasında bilimsel bir dille ifade edersek uzlaşmaz bir çelişki vardır.
Hepimiz aynı gemideyiz lafıyla patronlar, işçileri kendi çıkarlarına ikna etmeye çalışırlar. Bu işçileri teslim alma çabasıdır. Oysa tablo açıktır. Hiçbir zaman patronlarla aynı gemide olmadığını fark eden işçi, teslim alınamayacak, hakkını arayacaktır.
Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve ücretli emeğin sömürülmesine dayalı bir yapıya sahiptir. Üretilenler pazara, kimin kullanacağı önceden bilinmeyen mal olarak sunulur. Her şey kapitalist pazarda alınıp satılır bir maldır. Bu pazarın düzenleyicisi, planlayıcısı yoktur. Daha fazla kâr elde etmek temel amaçtır. Kâr oranları n-daki değişimler, bütün sistemi belirler. Rekabet vardır. Rekabet, ekonominin değişmez parametrelerinden biridir. Pazarın bu düzensiz, karmaşık, rekabetçi yapısı kapitalizmin işleyiş yasaları ve temel eğilimleri ile birlikte yalnızca krizlere yol açabilir.
Örneğin, ortaya çıkabilecek tıkanıklıkları hesaba katmaksızın, üretimin artması her zaman kârın artması anlamına gelmeyecektir. Bu durumda, sermaye birikim süreçlerinde tıkanıklıklar oluşmaya başlar. Sermaye kendisini geliştirmeye çalıştıkça kapitalist işleyişin doğasından gelen engeller ile arasında sürekli bir çatışma söz konusudur. Bu çatışma, bazen çok derinleşmekte, bazen daha hafif atlatılmaktadır. Kapitalizm, tarihsel olarak sürekli yükselen bir çizgide ilerleyemez. Her biri 25-30 yıl süren genişleme ve daralma evreleri birbirini izler. Kapitalist ekonomi inişli çıkışlı bir biçimde ilerler. Yani kapitalizmin krizi yapısaldır.
Siyasi iktidarların uygulamaları krizin zaman zaman derinleşmesine neden olurken, tek başına krizi aşmaya yetecek önlemler içeremez.
Bu nedenle, ekonomik krizleri yalnızca siyasetçilerin kötü yönetimine bağlamak yanlıştır. Kapitalizm doğası gereği krizlere mahkûmdur. Siyasetçiler bu krizlerin nasıl yönetileceğini, daha doğru bir ifadeyle, bu krizlerde sermayenin iktidarını nasıl devam ettireceklerini ve bu krizlerin maliyetini işçilere ne şekilde ödeteceklerini düşünürler.
2008 yılında başlayan son dünya krizi Amerika Birleşik Devletleri`nde çıktı ve hızla dünyaya yayıldı. Bu krizle beraber, dünyadaki toplam gayrisafi hâsıla yüzde 4-6 oranında düşerken, gelişmiş ülkelerde sanayi üretimi yüzdel5-25 oranında geriledi. Dünya ticareti ise yüzde 20`nin üzerinde daraldı. Kapitalizmin ekonomistleri dahi 2008 yılında başlayan ekonomik krizi 1929`dan bu yana görülen en büyük kriz olarak adlandırırken, ekonomik kriz bunalıma dönüşerek günümüze kadar artçıllarıyla devam etti. Kriz hızla üretimi, bankacılık sistemini etkiledi. İşsizlik devasa boyutlara ulaştı.
Türkiye ekonomisi ithalat ve ihracata bağımlı olduğu için dünya üze-rindeki gelişmelerden doğrudan etkilendi. Pek çok sektörde üretimin Avrupa ile yapılan ticarete bağlı olması ve Avrupa ülkelerinin krizden etkilenmesi nedeniyle Türkiye ürettiklerini satamaz, dahası bu sek-törlerde üretim yapamaz hale geldi.
Krizin ülkeyi teğet geçeceğini ifade eden dönemin Başbakanı Erdoğan, kriz döneminde artan işsizlerin sayısını önemsemedi. İşsizlik oranı kriz döneminde resmi olarak yüzde 16`ya, geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 25`e yükseldi. 2008`deki şok dalgasının ardından işsizlik daha sonra gerilirken, bugün dahi resmi olarak yüzde 10`dan, geniş tanımlı olarak ise yüzde 17`den daha fazla düzeyde bulunuyor. Kriz döneminde işçilerin ücretlerinde de gerileme yüzde 15`leri geçti. Bugün dahi işçi ücretleri 1998 seviyesinin altında bulunuyor.
Öte yandan AKP, patronları ve onların servetlerini korumak için çeşitli uygulamalar gerçekleştirdi. Bu uygulamaların başında işçilere har-canması gereken fonlarda biriken paraların, patronlara hibe edilmesi yer aldı. Patronlar için vergi muafiyetleri getirildi, teşviklerle patronların harcamaları daha da azaltıldı. Tüm bu uygulamaların sonucunda ise şirketlerde kâr patlamaları yaşandı. AKP işçinin cebinden alıp patronların cebini doldurarak krizi onlar için fırsata çevirdi. İşçilere daha az ücretle, daha uzun sürelerde çalışmak düştü. İşçilerin çalışma koşulları daha da kötüleşti.
AKP son dünya krizinden Türkiye`yi değil, patronları korumaya çalıştı. Krizden en çok etkilenenler ise işçiler oldu, kriz AKP nedeniyle Türkiye işçi sınıfını vurdu.
AKP Türkiye ekonomisini özelleştirmeler ve yabancı sermayeyle uyum çerçevesinde gerçekten de “dönüştürmüştür.” Ancak ülkenin piyasa ilişkilerine daha açık hale gelmesinden, daha büyük miktarlarda paranın piyasada dönmesinden, kısacası AKP`nin gerçekleştirdiği dönüşümden toplumun geneli yarar sağlayacak diye bir kural yoktur. Türkiye ekonomisinin “büyümesi”, halkımızın daha fazla sömürülmesine neden olan bir ortamın şekillenmesi anlamına gelmiştir.
AKP 2008 krizine kadarki yıllarını uluslararası sermaye akışına borç-ludur. Bu borç ise, devletin emekçilerin vergileriyle kurduğu ekonomik kuruluşlarının tamamının elden çıkartılması yoluyla halk tarafından ödenmiştir! Ancak bu yetmemiş ve Türkiye dünya krizinden ağır biçimde etkilenmiştir. Krizin ilk dalgasında küçülen ekonomi, eskisinden çok daha fazla uluslararası güçlerin iki dudağı arasındadır. Öte yandan dünya krizi atlatılmış olmaktan uzaktır ve ülkemiz son derece kırılgan bir durumdadır.
Başbakanın “IMF`ye borçları kapattık” böbürlenmesi manasızdır. Türkiye`nin toplam dış borcu AKP iktidarı döneminde katlanmışken, borçlar devlet tarafından alınmak yerine özel sektöre kaymışken bu böbürlenme tamamen demagojiden ibarettir. Kaldı ki, emperyalistlere yapılan ödeme yine emekçi halkın cebinden çıkmaktadır. TKH, bu sömürü çarkının kırılıp atılmasından, yani borçların ödenmemesinden yanadır.
Bu arada sağlık, eğitim gibi ticarete konu olmaması gereken temel haklar piyasalaştırılmıştır. Sıra kentlere ve doğaya gelmiştir. Her sokakta, her meydanda gözü rant arayan AKP, insanların yaşam alanlarına saldırmakta, kentsel dönüşüm güzellemesi ile emekçiler göçe zorlanmakta, yoksullaştırılmaktadır. Bu değirmenin suyunun fazla uzun süre akmayacağı da açıktır.
Türkiye yalnızca kamunun kontrolündeki sanayisini yitirmemiş, tarımı özellikle AB`nin ortak tarım politikası uygulamaları nedeniyle büyük bir çöküntüye uğramıştır.
Böyle bir ülkenin dünya gücü olma iddiası ciddiye alınabilir mi?
Bütün ekonomisi bağımlı hale gelen, dış politikada ise “hayaller gören” bir iktidarın “dünya gücü” olma iddiaları gülünçten öte, gerçeğin saklanmasından öte bir şey değildir. Gerçek ise son 13 yılda ekonomisi talan edilmiş, bağımlılığı artmış bir ülkedir.
Yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle ülkemiz kendisine yeten kaynaklara sahip. Ancak ne yazık ki ülkemiz; bu kaynakları halkın çıkarları için kullanacak siyasi iktidarlar tarafından yönetilmiyor. Ülkemizin kay-nakları yerli ve yabancı sermayedarların daha fazla kazanması için onların kullanımına sunuluyor. Sistem böyle çalışınca da, Türkiye, pek çok ürünü, enerjiyi, hammaddeyi dışarıdan almak zorunda kalıyor.
Örneğin, ülkemizin elektrik üretiminin yaklaşık yarısı doğalgaz çevrim santrallerinde gerçekleştirilmektedir. Hepimizin bildiği gibi Türkiye doğalgazı yurtdışından satın almaktadır. Elektrik üretimi için doğal kaynaklarımız yerine ithal, pahalı, verimsiz doğalgaz kullanımı sonucunda, ekonomide önemli kaynaklardan biri olan enerjide bağımlılık doğrudan hale gelmektedir.
1980 sonrası Özal dönemi, ekonomide bağımlılık konusunda önemli bir tarihsel kesittir. Bu dönemde başlayan ekonomi politikalarının sonucu ülkemiz daha da bağımlı hale getirilmiştir. “Dış pazarlara açılmak” olarak süsledikleri politikalarla ülkemiz pek çok alanda üretimden çekildi. Üretmediğimiz her kalem mal için dışarıya bağımlı hale getirilmiş olduk.
Küreselleşme, sınırların kalkması değil, dünyadaki zenginliği kendi ülkelerine çeken ülkelerin kendi lehlerine daha zengin olmaları anlamına geldi. Amerika Birleşik Devletleri, dünya gayri safi milli hâsılasının yüzde 25`ine yakınına sahip. Avrupa Birliği yüzde 30`unu kendinde topluyor. Bizim gibi ülkeler de, sermaye sınıflarının karlılığı için emperyalist ülkelerin sermaye sınıflarıyla kurdukları işbirlikleriyle, kendi toplumsal kaynaklarını bu ülkelere aktararak onların daha da zengin olmalarını sağlıyor.
Sonuçta küreselleşme adıyla anılan emperyalizm gerçeği, emperyalist olan ülke ve birliklerin daha da zenginleşmesine, diğer ülkelerin ise daha fazla sömürülmesine yarıyor. Bu durumda da ülkeler ve bölgeler arasındaki eşitsizlikler daha da artıyor.
Ekonomik olarak durum böyle iken siyasal olarak da tüm dünyayı sömüren emperyalist ülke ve birlikler daha otoriter ve daha militarist hale gelirken, siyaset de bu ülkelerin çıkarlarına ve keyfi uygulamalarına teslim oluyor.
Yabancı sermaye, kârını artıracağı yani daha fazla sömüreceği ülkelere gidiyor. Teşvikler, vergi muafiyetleri, oluşturulan serbest bölgeler, yabancı sermayenin yatırım yapması için cazip koşullar olarak sunu-luyor.
Ford firmasına otomobil üretmek için SEKA`nın 1600 dönümlük ara-zisinin bedava verilmesi, kamuoyunda büyük tartışma yaratmıştı. Zamanın Cumhurbaşkanı Demirel ise “gerekirse Çankaya`nın bahçesini bile veririm” demişti.
Yabancı sermaye, gittiği ülkelerin ekonomik bağımlılığını artıran bir işleve sahiptir. Unutulmamalı ki sermaye kendisi için yatırım yapmaya geliyor, halkın kazanması için değil. Öncelikle bunun akılda tutulması gerekiyor.
Türkiye yabancı sermayeyi çekebilmek için pazarladığı kendi üstün-lükleri arasında büyük ve gelişen iç piyasa, kalifiye ve düşük maliyetli işgücü ve vergi sisteminin rekabetçi yapısını sıralıyor. Bu unsurların dolaylı sonuçları da biz emekçileri etkilemekte. Açıkçası büyük ve gelişen iç piyasa demek, üretime değil tüketime odaklı bir toplumun şekillenmesi için politikaların üretilmesi demek. Daha fazla tüketim ise bankaların verdikleri tüketici kredileriyle daha fazla borçlandırılan emekçiler demek. Daha fazla tüketici kitle için çok daha fazla genç nüfus yani çok daha fazla çocuk yapın demek. Kalifiye ve düşük maliyetli işgücü için de yine en başta daha fazla çocuk yapın ki işsizler ordusu büyüsün, işsizlik baskısıyla ücretler hep düşük kalsın, emekçiler haklarını aramak için ürkek ve çekinken kalsınlar demek. Kalifiye ve düşük maliyetli işgücü, paralı meslek liseleri (kolejleri), her şehre niteliksiz üniversiteler açarak kalifiye işsizler yaratmak demek.
Vergi sisteminde rekabetçi yapı demekse en başta asgari ücretlilerden olmak üzere tüm emekçi kesimlerden yüksek vergiler alınırken, sermayedarlardan düşük vergiler almak demektir. Hatta öyle ki ül-kemizde en sevilen spor olan futbolda bile yabancı oyunculardan alınan gelir vergilerinin düşüklüğü nedeniyle, ülkemiz emekliliği gelmiş yabancı futbolcular için en cazip yerlerden biri olmuştur.
Siyasette ise yabancı sermayenin varlığı ve etkinliğinin artışı ülkemiz ekonomisindeki kırılganlığı artırarak, bu kırılganlığın emperyalistler tarafından ülkemiz üzerinde sürekli tehdit aracı olarak kullanılması şeklinde karşımıza çıkıyor.
Kısacası, yabancı sermaye ülkemize ve emekçilerine kazandırmak için değil sömürmek ve kendi servetlerine servet katmak için geliyor. Bu nedenle yabancı sermaye ülkemizden giderse halimiz daha kötü olur diye düşünmenin bir gerçekliği bulunmadığını, tam tersine yabancı sermayenin varlığının ülkemizi çok daha zor koşullara ittiğini görmek gerekiyor.
Ülkemizin dünyanın en borçlu ülkelerinden biri olduğu, ne yazık ki, doğrudur. 2015 yılının Eylül ayı itibariyle, Türkiye`nin dış borçları 405 milyar dolardır. Bu, bütün cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş yükseklikte bir borç toplamıdır.
Türkiye, borçları en yüksek olan ve en hızlı artan ülkeler arasındadır. AKP hükümetinin sözcüleri, iktidara geldiklerinden bu yana, ülkemizin IMF`ye olan borcunun azaldığını söyleyerek, Türkiye`nin eskisine göre daha az borçlu bir ülke olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyor. Oysa bu doğru değil. Merkez Bankası verilerine göre, AKP döneminde, Türkiye`nin yabancı ticari bankalara olan borcu 3,5 katına çıkarak 170 milyar dolara, yerli bankaların ticari şubelerine olan borcu ise 5 katına çıkarak 32 milyar dolara yükseldi. Dolayısıyla IMF`ye olan borçların azalması, ülkemizi kesinlikle daha az borçlu yapmıyor.
Tam tersine, AKP`nin iktidara geldiği dönem 130 milyar dolar olan toplam dış borç, 13 yıl içinde üçe katlanarak 405 milyar dolara ulaştı. Üstelik dış borçların toplam ekonomiye oranı da herhangi bir azalma göstermemiş, tersine 2002 yılındaki “kriz sonrası” görünüm aynen korunmuştur.
Bununla birlikte sorun tek başına “dış borç” stoğundan ibaret değildir. Cari açık da ekonominin “yapısal” sorunu haline gelmiştir. 2002 yılında AKP iktidarında cari açık 0.6 milyar dolar olarak kayıt altına alınırken, 2015 yılının Temmuz ayıyla birlikte bu 46 milyar dolar olarak kaydedildi. Üstelik bu veri ekonominin yavaşladığı, özel olarak ithalatın kısılmaya çalıştığı bir dönemde kaydedildi.
Türkiye, emperyalist birliklerden aldığı borçların kat kat fazlasını geri ödemektedir. Borçlandırma ve açık verme emperyalizmin ülkeleri bağımlı hale getirmek ve kaynaklarını emmek için kullandığı önemli yöntemlerdir. Dolayısıyla ülkemiz, borçları elinin tersi ile ittiğinde kendi kaynaklarının tamamını halkı için kullanacaktır. Emperyalist dünyanın yanında yöresinde, ona bağımlı, başı eğik yaşamaya devam edeceksek borçları ödemek zorundayız “bağımsız ve onurlu bir ülkenin emekçi insanları olarak çalışıp yaşamaya devam edeceğiz”, diye karar verirsek, borçları ödemeyeceğiz. Ülkemizdeki bir emekçi iktidarının ilk işlerinden biri, bu kararı almak olacaktır. Bu karar alınacak ve bağımsız bir ülke olmanın gücüyle, onuruyla yola devam edilecektir.
Türkiye, bu kadar borçluyken bağımsız olamaz. Türkiye`nin bağımsız olmasının yolu, bu borçları yok saymaktır.
Yabancı sermaye ülkemizi çeşitli açılardan cazip bulmaktadır. Birincisi, ülkemize baktıklarında nüfus olarak büyük, demografik açıdan dinamik bir pazar; ikincisi, ucuz ve kalifiye işgücü fazlası görmektedir. Bunların yanı sıra, çok uygun koşullarda devlet teşvikleri ve vergi oranları ile bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından davet edilerek, gerekli hukuki düzenlemelerle de güvence altına alınmaktadır.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin, dünya kapitalizmine eklemlenme hedefiyle yerli sermaye sınıfını güçlendirme ve geliştirme yönünde izlemiş olduğu politikalar bir gerçektir. Bu yerli sermaye sınıfı adına onun partileri ise 1950`li yıllarla birlikte, ancak emperya-list-kapitalist bloğun etkin bir parçası olunduğu zaman kar oranlarının artacağı saikiyle ekonomik-sosyal ve politik adımlar atmıştır. 12 Eylül 1980 darbesiyle ise 24 Ocak kararları olarak bilinen kararlar uygulamaya sokularak Türkiye`nin sermaye birikim süreci yeni bir eşiğe sıçramış ve ithal-ikameci modelden serbest piyasa ekonomi modeline geçilmiştir. Devamında 6 Mart 1995`de imzalanan ve 31 Aralık 1995 tarihinde yürürlüğe giren AB – Türkiye Gümrük Birliği anlaşmasıyla tüm ithalat ürünleri üzerindeki gümrük vergilerinin kaldırılmasıyla Türkiye Kapitalizmi dünya kapitalizmiyle bütünleşme sürecini tamamlamıştı. Artık yerli sermaye sınıfı kapitalist ekonominin yasaları gereği kârını korumak ve artırmak için en önemli ön koşulu yerine getirerek, yabancı tekellerle daha fazla işbirliğine gitmektedir.
Nitekim 2001 ve 2008 yıllarında Türkiye`nin yaşadığı büyük krizler sonrası ortaya çıkan yeni gelişmeler göstermiştir ki, Türkiye`de sermaye ile ülkenin çıkarları giderek birbirinden daha fazla ayrılmaktadır. 2001 yılı Şubat ayında yaşanan krizin en önemli sonuçlarından biri, Türkiye`nin yabancı sermayeye tamamen teslim olması oldu. İhracat yapamayan işletmelerin çoğu bu krizle battı. Bu noktadan itibaren, ülkemiz tekelci sermayesinin tam boy bir “dışarı açılma” macerasına girdiğine tanık olduk. 2001 sonrasında özelleştirmeler, yurt dışı yatırımlar ve yabancı şirketleri ortak alma ya da şirketleri tümüyle satma vakalarında büyük bir patlama gerçekleşti. Bugünün Türkiye`sinde “sermayenin çıkarları” dendiğinde zaten hep tartışmalı olan yerli-yabancı ayrımı iyice silikleşti.
Dünya ölçeğinde sermayenin yoğunlaşması inanılmaz boyutlara var-mıştır. Artık çoğu malı çok daha az sayıda dev şirket, bütün dünya pazarları için üretmektedir. Çoğu ülkede yerli şirketler, bu tekellerin kendi bölgesindeki küçük ortağı haline gelmeye razı olmaktadır.
Finans ve ticaret alanında kârların katlanarak artması ve sermayenin çok hızlı büyümesi, dünya kapitalist sisteminin yerel sermayeyi hazmetme kapasitesini inanılmaz noktalara vardırmıştır. Büyüklüğü Türkiye ekonomisinin tümüyle karşılaştırılabilir olan şirketler birbirlerini satın almakta ve el değiştirmektedir.
Son tahlilde, emekçiler açısından, sermayenin yerli-yabancı ayrımı üretilen artı değerin her koşulda sermayeye akması nedeniyle bir anlam taşımamaktadır. Tüm bu nedenlerle TKH yabancı ya da yerli sermaye ayrımı gözetmemekte, bir bütün olarak sermaye sınıfıyla mücadele etmeyi en başa yazmaktadır.
1970`lerin ikinci yarısında kapitalizmin krizi, sermaye sınıflarının yeni liberal politikalar adı verilen politikaları uygulamaya koymasına yol açmıştır. Özelleştirme bu politikalardan en önemlisidir. 24 Ocak 1980 tarihi, Ekonomik Kararları kapsamında ülkemizde piyasa ekonomisine geçiş ve özelleştirmenin temellerinin atılma tarihidir. 1983 yılında özelleştirmeler ile ilgili ilk çalışmalar başlamış, 1984 yılında yapılan hukuki düzenlemeyle uygulayıcı kurumun (Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı) temeli atılmıştır. 1986 yılına gelindiğinde KİTlerin özelleştirilmesi ile ilgili plan hazırlanmıştır.
Dahası eğitim ve sağlık gibi toplum için çok önemli iki unsur birer hak olmaktan çıkarılmış, tamamıyla piyasa ilişkilerine açılarak hem bu “sektörlerde” çalışanlar hem de bunlardan faydalanmak zorunda olan emekçiler, her türlü ekonomik eşitsizliğin sonuçlarıyla baş başa bıra-kılmışlardır.
“Özelleştirmeyle sermaye tabana yayılacak, kuruluşlar kârlı hale gelecek, refah artacak, iş olanakları çoğalacak, demokrasi güçlenecek; zaten sadece zarar eden şirketler satılacak” O günlerden bugüne bu sözlerin birer aldatmacadan ibaret olduğunu açıkça yaşayarak gördük.
Türkiye`de, iddia edildiği gibi “verimsiz çalışan” kamu kuruluşları değil, ülkenin en büyük ve kârlı kuruluşları özelleştirildi. Üstelik, sadece birkaç yıllık kârları karşılığında. Özelleştirme gelirleri, iç ve dış borç faiz ödemeleri aracılığıyla, yine sermaye sahiplerine aktarıldı. Olup bitenler bunlarla da sınırlı değil.
Birincisi, kamu kuruluşlarını yok pahasına ele geçiren sermaye sahipleri, devlete vergi ödememek için her tür oyunu oynuyorlar. Böylece devletin gelirleri daha da azalıyor.
İkincisi, özelleştirilen şirketlerin sunduğu mal ve hizmetlere zam yapılıyor. Türlü tarife oyunlarına da başvuran Türk Telekom bu konuda başı çekiyor. Türkiye, internet erişiminin en pahalı olduğu ülkeler arasında yer alıyor.
Üçüncüsü, bugüne kadar özelleştirilmiş olan kamu kuruluşlarının pek çoğu kapatıldı ve Türkiye pek çok ürün ve gıdada dışarıya bağımlı hale geldi. Bunlar arasında, Uzanlar tarafından yağmalanan çimento fabrikaları, METAŞ ve TOE`nin (Türkiye Otomotiv Endüstrisi) yanı sıra SEK ve Et ve Balık Kurumu`na bağlı onlarca işletme de bulunuyor.
Dördüncüsü, özelleştirilen bankaların pek çoğu, içleri boşaltılarak yine devlete devredildi. Bunun örnekleri arasında Etibank ve Sümer-bank da vardı.
Ayrıca özelleştirmeleri meşru göstermek için kamu işçisinin “yan gelip yattığı” en fazla kullanılan tezlerden biri oldu. Sendikal örgütlenmenin varlığını sürdürdüğü, çalışma sürelerinin yasal sınırlar içerisinde kaldığı koşullarda çalışan işçiler yani yasal haklarını kullanarak çalışan işçiler, kötü örnek olarak gösterildi. Böylece halkımız özelleştirmenin haklılığına inandırılmaya çalışıldı. 2010 kışında Tekel işçilerinin Ankara`da 78 gün süren direnişi sırasında Başbakan Tekel işçilerinin yan gelip yattığı söyleyerek, toplumsal desteği azaltmayı amaçlamıştı. Oysa yan gelip yatan birileri varsa, kamu kuruluşlarını yok pahasına alıp hiçbir yatırım yapmadan içlerini boşaltanlar olduğu ortadadır.
Bütün bunlara rağmen patronlar doymamışlardır, elektriğimizden demiryollarımız ve tüm limanlarımıza kadar özelleştirme devam etmektedir. İstanbul`daki iki köprü ile tüm otoyollarımız, Türk Hava Yolları ile kalan tüm devlet bankaları, Türkiye Kömür İşletmeleri ve Makine Kimya Kurumu özelleştirmeleri sırada beklemektedir.
Yap-işlet-devret adlı uygulamayla, emekçi halkın üzerinden toplanan tüm vergilerle ve tüm diğer toplumsal birikimimizle yeni köprüler, yeni yollar, yeni HES`ler yapılıp; bunlar önce siyasi rant uğruna birer reklam aracı olarak propaganda edilip, sözde gelişmenin işaretleri olarak anlatılıp sonrasında birer birer sermaye grubuna peşkeş çekilmektedir.
1985 yılından bu yana 949 kuruluş özelleştirilmiştir. Bunlardan 341 âdeti AKP`nin 2002 yılındaki iktidarından öncesine aittir. Sonrasında ise bu sayı 608 adettir.
Dikkat çekici olansa 2002 yılından bu yana olan özelleştirmelerin sadece 98 tanesi üretim yapan tesis iken, 510 tanesi taşınmaz maddi varlık niteliğindedir. Yani burjuva siyasal iktidarları işçi sınıfının emeğiyle biriken toplumsal zenginliklerimizi haraç mezat satarak, tüm toplumsal varlık ve zenginliğimizi sermaye sınıfına transfer etmiştir. Ve deniz tükenmiştir…
Evet, satılmıştır! Bu konuda aşağıda özet bir tabloyu sunmak yeterli olacaktır.
Özelleştirilen kuruluş
Özelleştirme tarihi
Satın alan firma/ ortaklık
Ülke
TEKEL (Alkollü İçki ve Sanayi ve Ticareti AŞ.)
2004
Mey İçki A.Ş, 2006yılında Texas Pacific Group
ABD
Türk Telekom
2005
Oger Telecom Ortak Girişim Grubu (Oger Telecoms LLC ve Saudi Oger Limited
Suudi
Arabistan
ve
Lübnan
Başak Sigorta (Ziraat Bankası kuruluşu)
2006
Groupama Sigorta
Fransa
Erdemir
2006
OYAK (daha sonra %25 hissesi Arcelor Mittal tarafından Satın alındı.)
Lüksemburg ve
Hindistan
TÜPRAŞ
2006
Koç Holding – Shell Ortaklığı
Türkiye, İngiltere ve Hollanda
Mersin Uluslararası Liman İşletmesi
2007
PSA-Akfen ortaklığı
Singapur ve
Türkiye
PETKIM
2008
SOCAR&Turcas-Injaz Ortak Girişim Grubu
Azerbaycan, Türkiye ve S.Arabistan
TEKEL (Sigara Sanayi ve İşletmeleri A.Ş.
2008
Britih American Tobacco
İngiltere
Bugüne kadar özelleştirme uygulamalarının ülkemiz emekçilerine hiçbir yararı dokunmamıştır. Özelleştirmeler sonucu onlarca büyük işletme kâr etmediği gerekçesiyle kapatılmış, işlemeye devam eden kuruluşlarda ise önemli ücret düşüşleri ve işten çıkarmalar gerçek-leşmiş, sendikalaşma oranları azalmıştır.
Özelleştirilen kuruluşların devlete zarar ettirdiği büyük bir yalandır. Türkiye’nin en kârlı kamu kuruluşlarından biri olan Tüpraş, Koç-Shell ortaklığına satılmasının üzerinden geçen dört yıl içerisinde elde ettiği kârla özelleştirme maliyetini karşılamıştır. Tüpraş halen Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu olmayı sürdürmektedir. Olan işçilere olmuştur. Yaklaşık 3900 işçiden 2800’ü işten çıkarılmış. İstihdam daraltılmıştır.
Aynı şekilde Türk Tel eko m, yüzde 55’lik hissesi Oger Telecom’a satıl-dıktan sonra elde ettiği kârlarla özelleştirme bedelini 4.5 yıl içerisinde geri kazanmıştır.
TEKEL’in içki bölümünü 2004 yılında 292 milyon dolara satın alan Mey A.Ş., 2 yıl sonra şirketin yüzde 92’lik hissesini tam 810 milyon dolara ABD’li Texas Pacific Group’a satarak büyük bir vurgun gerçek-leştirmiş, böylece özelleştirme sürecinde kamu bütçesinin zarara uğratıldığı ortaya çıkmıştır. Üstelik, bu satışın ardından şirket zarar ettiği ya da atıl olduğu gerekçesiyle dokuz fabrikasını kapatmıştır.
Özelleştirmenin verimliliği arttırdığı ve istihdam sağladığı da, yine onlarca örnekle kanıtlanmış bir yalandır. TEKEL’in sigara bölümünü satın alan British American Tobacco (BAT), özelleştirmenin hemen ardından, satın aldığı 6 fabrikadan yalnızca 2’sini çalıştıracağını açık-lamıştır. TEKEL’in özelleştirme sonrası kapatılan fabrikaları arasında İstanbul Paşabahçe, Ankara Yenimahalle, İzmir, Çanakkale, Yozgat fabrikaları gibi önemli tesisler bulunmaktadır. Özelleştirme süreci yıllara yayılan ve yüzlerce tesisi tasfiye edilen TEKEL’in toplam işçi sayısı 1980’li yıllarda 80 binleri bulurken, 2009 yılında 11 binin al-tındaydı. TEKEL’in özelleştirme sürecinin tamamlanmasıyla birlikte ülkemiz kendi tütününü üretmeyen ve yabancı tütün ve sigara tekel-lerine bağımlı bir ülke olmaya doğru hızla yol almıştır.
Benzer şekilde, Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu’nun özelleştirilmesinin ardından bu kurumun 20 fabrikası kapatılmış, özelleştirmenin ardından yalnızca 3 yıl içerisinde kurumun süt üretimi % 24 azalmıştır. SEK’de çalışan işçi sayısı ise yaklaşık 1400’den 500’e düşürülmüştür. Yani çalışanların % 65’i işten çıkarılmıştır.
2006 yılında OYAK Grubu tarafından satın alınan Erdemir’de özelleş-tirme sonrası farklı tesislerde yüzlerce işçi işten çıkartılır ya da emekli edilirken, 2008 yılında da kriz bahanesiyle işçi ücretleri % 35 oranında düşürülmüştür. Sadece demir-çelik sektöründeki özelleştirmelerin sonucunda bile özelleştirmeden önceye göre istihdam sayısındaki ve kapasite kullanım oranlarında azalma verileri tüm söylenenlerin aldatmacadan öte olmadığını göstermektedir. Demir-Çelik’te istihdam 14354 kişiden 11827 kişiye düşürülmüş, kapasite kullanım oranı ise %72’den % 64’e gerilemiştir.
Öyle ki çimento sanayinde özelleştirilen toplam 24 fabrikanın kapasite kullanım oranı %54’e düşürülmüş, işçi sayısı ise yaklaşık 6800’den 3200’e düşürülmüştür. İstihdam %50’den fazla oranda azaltılmıştır. İşçi kıyımındaki en vahim manzara ise orman ürünleri sektöründe yaşanmıştır, istihdam %77 azaltılarak binlerce orman işçinin işsiz kalmasına neden olunmuştur.
Sonuç olarak işten çıkarmalar, sendikal örgütlenme kısıtları, artırılan işsizlik ile ücretler üzerinde baskı getiren uygulamaların elbette ki hiçbir olumlu yönü bulunmadığını söylemek gerekmektedir. TKH, bu nedenle özelleştirmelere karşı mücadele etmeye devam edecektir.
Bugün dünya üzerinde, tüm insanların sağlıklı bir şekilde beslenmesine yetecek kadar yiyecek maddesi üretiliyor. Ortada bir besin kıtlığı yok. Ama küçük bir azınlık patlayacak kadar tıkmıyor, her yıl milyonlarca ton buğday, mısır, domates, süt, et vb. ürün tarlalarda ya da depolarda çürüyor. Yoksulluk ve sefalete itilmiş milyarlarca insanın elinde bunları almaya yetecek kadar para olmadığı için!
İnsanların büyük çoğunluğu geçim sıkıntısı çekiyor. Neden? Tembel ya da akılsız oldukları için mi? Elbette hayır! Ama çalışmak ve üretmek için gerekli araçlardan yoksunlar. Fabrikalar, makineler, hammaddeler ve teknoloji, sermaye sahiplerinin elinde. Ve sermaye sahipleri yüzyıllardır yan gelip yatıyor. Onlar hiç çalışmadan servetlerine servet katıyor. Buna karşın, ömür boyu onların fabrikalarında, bankalarında, marketlerinde, okullarında, hastanelerinde çalışanlar, ay sonunu nasıl getireceklerinin hesabını yapmaya devam ediyor.
Oysa ülkemizin kaynakları, verimsiz şekilde değerlendirilmesine rağmen, patronlar daha fazla kazanıyor, emperyalistlere her yıl mil-yarlarca dolar aktarılıyor. Örneğin, Türkiye, bütün enerji ihtiyacını karşılayabilecek linyit ve taşkömürleri rezervine sahip olmasına rağ-men, enerji ithalatına her yıl milyarlarca dolar para ödüyor.
Bu ülkenin kaynakları, bu ülkedeki herkesin insanca bir yaşam sür-mesine yeter de artar. Yeter ki kaynaklar küçük bir azınlığın elinden alınsın ve toplumsal çıkarlar doğrultusunda kullanılabilsin. Yeter ki, patronların elindeki madenler, fabrikalar ve bankalar kamulaştırılsın. Toplumdaki eşitsizliklerin asıl kaynağı olan üretim araçlarındaki özel mülkiyet tümüyle kaldırılsın.
Bu ülkede kurulacak Sosyalist bir iktidar, bu ülkenin kaynaklarını kullanarak ve merkezi planlama yoluyla bir sanayileşme ve kalkınma hamlesi gerçekleştirecek; bütün ekonomik etkinlikleri ve ekonomik gelişmeyi merkezi olarak planlayacak. Devlet de bunun için olacak.
İşte o zaman, insanlar arasındaki sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmak mümkün olacak, ülkenin bağımsızlığı pekiştirilebilecek, üretim toplum yararına ve doğaya zarar vermeden gerçekleştirilecek. Bilimsel ve teknolojik birikim toplum yararına kullanılacak İşte o zaman, insanlar arasındaki doğal farklılıklar, eşitsizliklere yol açmak yerine, hep birlikte daha hızlı bir şekilde ilerlememize hizmet edecek. Merkezi devletin işleyişine planlama ile her düzeyde emekçiler örgütlü olarak katılacaklar; üretim sürecindeki karar mekanizmalarında katılımcı ve paylaşımcı bir biçimde yer alacaklar.
Kapitalizmde çok küçük bir azınlık ülke zenginliğinin önemli bir bö-lümüne sahip olurken, çoğunluğu oluşturanlar ülke zenginliğinden çok az pay alır. Emekçilerin ürettikleri değerler bir avuç zenginin malı, mülkü parası haline geliyor. Bu küçük zengin azınlığın aldığı pay ne kadar artarsa, emekçilerin aldığı pay o kadar azalıyor. Her geçen gün zengin daha zengin olurken, yoksullar daha yoksul oluyor. Bu, sömürü düzeninin kuralıdır.
Patronlar ve onların düzenini savunan siyasi partiler, işçilerin aldığı payın azalması için çaba gösterirler. Bu durumda patronların payı giderek daha da artar. Bu düzen böyle devam ettikçe de yoksulluk artar. Sonra da bizim yoksulluğun kader olduğuna inanmamızı beklerler.
İşsizliğin ve yoksulluğun nedeninin nüfus artışında olduğu söylenir çoğu zaman. İşsizlik, kapitalizmde hiçbir zaman sona ermez, kapita-lizmin doğasında işsizlik vardır. İşsizlik, işçilerin daha ucuza çalıştı-rılmaları için patronların elinde önemli bir silahtır. İş alanlarının yaratılması için yatırım yapılması gereklidir. Devlet bu alanı tamamen terk etmiş, özelleştirmelerle elindekileri de satmıştır. Sermayedarlar ise kendileri için kârlı alanlarda yatırım yapmak isterler. Bazıları ise yatırım yapmaz, ithalat-ihracat ile üretmeden tüketime yönelik olarak çalışır. Yeni iş alanlarının yaratılamaması ve emekçilerin daha ucuza çalışmalarını sağlamak için yapılan düzenlemeler yoksulluğu ve işsiz-liği her geçen gün artırır.
Bugün, çalışma koşulları patronlar ve siyasi iktidarlar tarafından öyle bir hale getirilmiştir ki, iş bulup çalışanlar dahi yoksul sayılabilmek-tedir. Oysa üretilen tüm değerlerin eşit paylaşımı mümkün olsa, üretim araçlarının kimse sahibi olamasa, ülkemizde yoksulluk da işsizlik de ortadan kalkar.
İşsizlik ve yoksulluk sermaye düzeninin sorunudur ve bu nedenle kader değildir. Bu düzen değiştiğinde, işçiler iktidara geldiğinde işsiz-liğin de yoksulluğun da sonu gelecektir.
Kapitalizmde çok küçük bir azınlık ülke zenginliğinin önemli bir bölümüne sahip olurken, çoğunluğu oluşturanlar ülke zenginliğinden çok az pay alır. Emekçilerin ürettikleri değerler bir avuç zenginin malı, mülkü parası haline geliyor. Bu küçük zengin azınlığın aldığı pay ne kadar artarsa, emekçilerin aldığı pay o kadar azalıyor. Her geçen gün zengin daha zengin olurken, yoksullar daha yoksul oluyor. Bu, sömürü düzeninin kuralıdır.
Patronlar ve onların düzenini savunan siyasi partiler, işçilerin aldığı payın azalması için çaba gösterirler. Bu durumda patronların payı giderek daha da artar. Bu düzen böyle devam ettikçe de yoksulluk artar. Sonra da bizim yoksulluğun kader olduğuna inanmamızı beklerler.
İşsizliğin ve yoksulluğun nedeninin nüfus artışında olduğu söylenir çoğu zaman. İşsizlik, kapitalizmde hiçbir zaman sona ermez,kapita-lizmin doğasında işsizlik vardır. İşsizlik, işçilerin daha ucuza çalıştı-rılmaları için patronların elinde önemli bir silahtır. İş alanlarının yaratılması için yatırım yapılması gereklidir. Devlet bu alanı tamamen terk etmiş, özelleştirmelerle elindekileri de satmıştır. Sermayedarlar ise kendileri için kârlı alanlarda yatırım yapmak isterler. Bazıları ise yatırım yapmaz, ithalat-ihracat ile üretmeden tüketime yönelik olarak çalışır. Yeni iş alanlarının yaratılamaması ve emekçilerin daha ucuza çalışmalarını sağlamak için yapılan düzenlemeler yoksulluğu ve işsiz-liği her geçen gün artırır.
Bugün, çalışma koşulları patronlar ve siyasi iktidarlar tarafından öyle bir hale getirilmiştir ki, iş bulup çalışanlar dahi yoksul sayılabilmek-tedir. Oysa üretilen tüm değerlerin eşit paylaşımı mümkün olsa, üretim araçlarının kimse sahibi olamasa, ülkemizde yoksulluk da işsizlik de ortadan kalkar.
İşsizlik ve yoksulluk sermaye düzeninin sorunudur ve bu nedenle kader değildir. Bu düzen değiştiğinde, işçiler iktidara geldiğinde işsizliğin de yoksulluğun da sonu gelecektir.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), gerçek işsizlik sayılarını gizlemek için elinden geleni yapıyor. Bu kuruma göre, 2015 Ağustos ayı itibariyle Türkiye’de işsizlerin sayısı 3 milyon 58 bin ve işsizlik oranı da yüzde 10,4’tü. Sayıları yaklaşık 2 milyon 400 bin olan “iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar” da işsiz sayısına eklendiğinde gerçek işsizlik oranı yüzde 16,8’e yükseliyor.
Ülkemizde kadınların işgücüne katılım oranı halen yüzde 35’i bulmu-yor. Bugün Türkiye’de 19 milyondan fazla kadın “ev işleriyle meşgul” olduğu için iş gücüne katılmazken, 1 milyonu aşkın kadın ise, iş bul-duğu takdirde çalışmaya hazır olduğunu ifade etmektedir. Bu kesimin üçte biri, iş bulma ümidi olmadığı için iş aramadığını belirtmektedir.
Tarım kesimi, Devlet Planlama Teşkilatı’na göre bile, yüzde 50’ye varan oranlarda “gizli işsiz” barındırıyor. Bunlara kısa süreli işlerde çalışanlar ve “işsizim” demekten utananlar eklenirse üç kişiden biri işsiz olmaktadır.
Nitekim işsizlik oranı son on yılda neredeyse ikiye katlanmıştır. Da-hası, 2008 sonunda ülkemizi etkileyen ekonomik kriz, resmi işsizlik rakamının yüzde 16,1’e kadar tırmanmasına neden oldu.
Ülkemizde bugün işsizlik oranı, resmi verileri esas aldığımızda bile, yüzde 20’ye yakın görünmektedir ve bu, dünyada hangi ülke olursa olsun pek az görülen bir durumdur.
Nüfus, işgücü ve işsizlik (Ağustos 2015) (bin)
15yaş üzeri nüfus 57.973
İşgücü 26.166
İşgücünün 15yaş üstü nüfusa oranı
Türkiye %52,3
ABD %74,0
İspanya %60,0
İşsiz sayısı 3.058
Toplam işsizlik oranı (resmi): % 10,4
Tarım dışı işsizlik oranı (resmi) %12,4
İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar 2.400
Toplam işsizlik (çalışmaya hazır olanlar dahil) % 16,8
Kaynak: TÜİK 46
Sermaye düzeninde asgari ücret, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel bir kazanımı olmakla birlikte, piyasa mekanizmasının çalışması için bazı kolaylıklar da sağlar. Örneğin, işçileri yaşatacak kadar bir ücretin devlet tarafından garantilendiği görüntüsü oluşturulur. Sermayedarların birbirleriyle rekabet edebilmek için işçi ücretlerini daha da dü-şürmelerinin önleneceği; işçilik maliyetleri eşitlenerek rekabetin teknoloji türünden diğer alanlara kaydırılacağı varsayılır.
Gerçekler, yansıtılmak istenen durumdan oldukça farklıdır. Örneğin, ülkemizde asgari ücretin satın alma gücü çok düşüktür. Öyle ki, bu asgari ücret rakamları ile dört kişilik bir ailenin yoksulluk seviyesinin üstüne çıkabilmesi için ailenin bütün bireylerinin çalışması bile yet-mez. Kaldı ki, ülkemizde çalışanların yarısı, kayıt dışı, sigortasız, gün-delik-haftalık yevmiyeyle ya da mevsimlik çalıştırılmaktadır. Böylece, patronlar, çoğu işkolunda asgari ücretten çok daha düşük düzeylerde işçi çalıştırabilmekte; emekçilerin sağlık, emeklilik, yıllık izin gibi birçok hakkını bu yolla gasp etmektedirler.
Kuşkusuz, kayıt dışı istihdam, bilinçli bir politikadır. Adil bir asgari ücret önerisi yapılmadan önce alınması gereken acil önlemler olarak, devletin tüm vatandaşlara iş ve yoksulluktan kurtulabilecek ücret garantisi taahhüt etmesi, kayıt dışı istihdamı engellemesi gerekir. Ayrıca bütün işçilerin sendika üyesi olabilmesi yasalarla güvence altına alınmalıdır. Yani işçiler sendika üyesi odu diye işten atılama-malıdır. Bunlar yapılmadığı sürece, patronlar işsizliği düşük ücretle, kayıtsız, sigortasız ve sendikasız çalıştırmanın bir tehdidi olarak kul-lanacaklardır; asgari ücret ise, göstermelik bir mekanizma olarak kalmaya devam edecektir.
Yukarıda sayılanlar, halkçı iktidarların gerçekleşmesini kolaylıkla sağlayabilecekleri önlemlerdir. Neo-liberal ideolojinin dayatmalarının aksine, devletin, dış ticaret ve üretimde söz sahibi olması, üretimi planlayabilmesi, büyük kaynakların boşa harcanmasının önüne geçerek üretimin akılcı biçimde artırılmasını ve işsizliğin önüne geçilmesini sağlar.
Hiçbir zaman patronlar, yalnızca işçilere ödedikleri ücretlerden dolayı batmaz. Öyle ki; bizim ülkemizde hiç batmaz. Çünkü işçilere yaptıkları ödemeler, toplam harcamaları içerisinde o kadar düşük kalmaktadır ki, Türkiye yurtdışında yatırımcıları çekmek için bile emekçilerin ücretlerinin düşük olduğunun reklamını yapmaktadır. Ülkemizde her yıl ücretler reel olarak gerilemekte, satın alma gücü düşmektedir. Ancak patronlar, ücretlerin daha da düşürülmesini istemekte, esneklik uygulamaları ile çalışılan saat başına ücretlendirme sistemine geçmeye çalışmaktadır. Bu uygulamalardan biri bölgesel asgari ücret uygulamasıdır.
Kapitalist ekonomide işsizliğin artış nedeni, işçilerin ücretleri değildir. İşsizliğin artış nedeni, kapitalist ekonominin üretim yapısının değişmesi, kapitalist pazarın daralmasıdır.
Çalışabilir durumda ve yaşta olan her yurttaşın çalışma hakkını ve iş güvencesini sağlamak, sosyalist düzenin başlıca görevleri arasındadır. Bunlar temel insan hakları sayılır ve bu hakların ortadan kaldırılmasına hiçbir koşulda göz yumulamaz, bu durum Anayasal güvenceye alınır.
Bunu sağlamanın yolu, kısaca, şudur: Türkiye birçok yer altı ve yer üstü kaynak bakımından zengin bir ülkedir. Büyük bir kısmını emperyalizm çeşitli engeller koyduğu için ve egemen sınıfların da böyle bir amacı olmadığı için, kullanılır hale getirememektedir. Sosyalizmin iktidarında, bütün bu kaynaklar, emekçi halkın öncelikli ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için ve merkezi planlamanın yönlendiriciliği ile en akılcı biçimde ve eksiksiz olarak devreye sokulacaktır. Böylece, bu-günkü kapitalist Türkiye`de ya işsiz bırakılan ya da kötü koşullarda ve yanlış istihdam edilen emekçilerin yaratıcı gücü her türlü dizginden kurtarılıp harekete geçirilecektir. Bir yandan, herkes temel bir insan hakkı olarak çalışma imkânına kavuşacak, diğer yandan da ülkemiz, üretimin kardeşçe paylaşılacağı gerçek bir kalkınma atılımının içine girecektir. 0 zaman, emekçiler, üç beş kuruş ekmek parası uğruna çalışmayacak; işten atılıp sefil perişan olma korkusuyla değil, son derece doğal bir eylem olarak, toplumun iyiliği için çalışmanın değerini anlayacaklar ve çalışmalarının gerçek karşılığını alacaklardır.
“İş garantisinin insanları tembelleştireceği” yıllardır tekrarlanır ve açıkçası bu bir yalandır. Aslında bunu söyleyenler, bugünkü sömürü düzeninin egemenleri ve çıkarları için onları destekleyen ideologlardır. Varlığını sürdürebilmek için git gide daha fazla artık değere el koymaya, başka bir anlatımla, daha fazla sömürmeye muhtaç olan kapitalizm, elinin altında her zaman büyük bir işsizler kitlesi bulundurmak zorundadır. Ancak bu yolla, hem çalıştırdığı işçilerin ücretlerini baskı altında tutmayı hem de her istediğinde kullanabileceği işgücü yığınlarının var olmasını sağlayabilir.
İşte kapitalizm, “yedek işgücü ordusu” diye adlandırdığımız bu büyük işsizler kalabalığının varlığını doğal ve haklı göstermek ya da kendi günahını gizlemek için, böyle masallar uydurur. Oysa asıl soru şudur: İnsan, çalışmasının ürünlerinin kendisi ve üyesi olduğu toplum için ne kadar anlamlı ve değerli olduğunu bilirse, herhangi bir kaytarmacılık ve tembellik gösterebilir mi? Yoksa asıl kaytarmayı ve tembelliği, hakkını alamadığından emin olduğu ve yaptığının ne işe yaradığını pek bilmediği bir düzen içinde çalışırken mi gösterir?
Kapitalist üretim, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde belirginleşmiş olan şu tür özelliklere sahipti: mallar büyük miktarlarda, yığınlar halinde üretilirdi; işlerde ve ürünlerde standartlaşma söz konusuydu; işler parçalanmış ve basitleştirilmiş durumdaydı; gitgide daha büyük iş-letmelerde, artan sayıda işçi bir arada çalışıyordu. Yüzyılın son çeyre-ğinde ise “esnek üretim” adı verilen yeni bir sistem yaygınlaşmaya başladı. Talebe göre üretim, kalitenin iş sürecinin başından itibaren denetlenmesi, çalışma biçimlerinin ve istihdam kurallarının farklılaş-tırılması, işgücünün becerilerinin ve çalıştığı şirkete bağlılığının artı-rılması gibi uygulamalar ön plana çıktı.
Taşeronlaşma, üretimin gerektirdiği çeşitli işlerin ana işveren duru-mundaki patrona bağlı bir ya da birkaç ikincil firma tarafından üstlenilmesi ve o firmaların bulup çalıştırdıkları işçiler tarafından gerçek-leştirilmesidir.
Değişik görünümleri ve biçimleri ile “esnek üretim”, kapitalizmin tarihsel bir özelliği olan kâr oranlarının düşmesi eğilimini dizginleyici bir arayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Bir kez, ülkemizde üretim, esasen, yaygın küçük işletmelere, kayıt dışı istihdama ve çalışanları kuşatan geniş bir işsizler ordusuna dayanarak gerçekleştiği için esneklik açısından birçok uygun özelliğe sahiptir. Şimdi de, AB ile uyum çerçevesinde getirilen sosyal güvenlik, sen-dikalar, toplu iş sözleşmesi, grev, vb. konulardaki çeşitli yasal düzen-lemelerin yanı sıra hızla ilerleyen özelleştirme, taşeronlaştırma, fason üretim türünden uygulamalar ile bu yönde büyük adımlar atılmaktadır.
Bütün bunlarla bağlantılı olarak; iş güvencesi tümüyle ortadan kalkmış, işsizlik olağanüstü düzeylerde artmış, gerçek ücretler düşmüş, çalışma saatleri ve koşulları ile ilgili bütün sınırlar ve iyileştirmeler çiğnenmiş, sendikasızlaşma çok ileri boyutlara ulaşmış durumdadır. Örnek olsun, aynı işyerinde ana patrona bağlı işçilerle taşerona bağlı işçiler arasında çalışma koşulları ve haklar bakımından büyük farklar ortaya çıkmaktadır.
Esnek üretim ve taşeronlaşma, işçi sınıfını bölmektedir.
Sermayenin bu saldırısı sonunda işçi sınıfı, konumu, günlük çıkarları ve hakları, sendikal örgütlenmesi açısından bölünmekte ve işçilerin ortak çıkarlara, ortak geleceğe sahip bir sınıfa ait olma duygusu bula-nıklaşmaktadır. Esnek üretim ve taşeronlaşma, işçileri böldüğü, sınıfsal kimlikten uzaklaştırdığı için işçi sınıfını mücadeleden uzaklaştırmaktadır.
AKP`nin uzunca bir süredir hükümet programında olan ve çalışma hayatına yeni bir soluk getireceğini iddia ettiği bir konu var: Kıdem tazminatının fona devredilmesi. Özellikle patronların büyük bir iştahla beklediği bu açılım, esas olarak AKP`nin çalışma hayatının “esnek-leştirilmesi” programının bir parçasıdır. Bu programda işçi kiralama büroları, işe giriş çıkışların kolaylaştırılması vs. gibi uygulamalar bulunmaktadır. Programın temelinde ise işgücü maliyetlerinin azaltılması ve patronların önünün açılması yatmaktadır.
Öte yandan bu programın en önemli başlığını kıdem tazminatı fonu oluşturmaktadır. Kıdem tazminatı fonu ile kıdem tazminatlarının patronlar tarafından ödenmesi kaldırılırken, her yıl devlet patronlardan belli oranda “fon parası” kesecek. Böylece “ödenemeyen tazminatlar” biriken fondan ödenecek.
Ancak bu işin kandırmacasıdır. Kıdem tazminatı yalnızca işçinin pat-ronlardan aldığı bir hak, ödeme değildir. Kıdem tazminatı esas olarak caydırıcı bir unsurdur ve patronların diledikleri gibi işçi çıkartmala-rının önündeki en önemli engeldir. Dolayısıyla kıdem tazminatının fona devriyle iş güvencesine ait son kalıntılar da ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Dahası böylesi fonların nerelere ve nasıl harcandığı konusunda da bir açıklık bulunmamaktadır. Geçmişte işsizler için oluşturulan fonun gerçek amacı için toplam büyüklüğünün yüzde ll`i kullanılırken, bu fon büyük oranda amaç dışı bir biçimde kullanıldı. Gene aynı şekilde deprem fonu olarak bilinen fon da toplama amacı dışında kullanılırken, bu alanda yapılması gereken iyileştirmeler yapılmadı. Dolayısıyla fonun oluşumu yalnızca emekçilerin kazanılmış haklarına bir saldırı değil, aynı zamanda bütçe dışı gelirlerin artışı anlamına da gelmektedir. Bu durumda AKP`nin denetlenmesi daha zor hale gelmekte ve kaynakların nerelere harcandığı belirsizleşmektedir.
Aksine, toplumda var olan eşitsizlik ve yoksulluğun üzerini örten bir uygulama olarak görmemiz gerekir. Bu uygulama, toplumdaki sadaka kültürünün yaygınlaşmasına yol açmakta; bu düzende, emekçilerin çalışarak istek ve ihtiyaçlarını karşılamasının mümkün olmadığını görmesine engel olmaktadır.
Oysa bütün yurttaşları kapsayan ve insani gereksinimlerine eksiksiz olarak karşılık veren tek bir sosyal güvenlik sisteminin olması bir devletin sağlaması gereken asgari koşullardandır. Ama bırakalım bunu, AKP sosyal güvenlik sistemini neredeyse bütünüyle tasfiye etmiştir. 18 yaşına gelmiş her fert Genel Sağlık Sigortası adı altında önce devlete borçlandırılmakta, ilk işe girdiği zamanda bu borç ondan derhal tahsil edilmektedir. GSS uygulamaları çatısında en temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerine ulaşım ve edinim neredeyse bütünüyle paralı hale getirilmiştir. Her türlü sosyal hizmetten dışlanan geniş kitleler ise AKP tarafından yaratılan bu sadaka kültürünün ağına itilmektedir.
Sosyalist bir düzende, sadaka olmaz. Sosyalist bir devletin her şeyden önce çalışabilir durum ve yaştaki her yurttaşına çalışma olanağı ve iş güvencesi sağlamak gibi temel bir görevi vardır. Çalışamayacak du-rumda olanlar, yaşlılar ve emekliler devletin güvencesi altındadırlar.
Kapitalist düzende, sadaka alan bir emekçi mücadeleci değil, kanaat-kardır. “Ben neden istediklerimi alamıyorum da, hep başkasına muh-tacım” diye sorular sormaz. AKP bir yandan emekçi halka yönelik sosyal ve ekonomik her türlü baskı ve sömürüyü artırırken, diğer yandan güya yardım etmektedir. Bu, büyük bir aldatmacadır.
AKP, sahip olduğu dinci gerici ideolojiyi bu tür yardımlarla bezeyerek, en geniş kesimlere yaymaktadır. İşsizlik ve yoksulluğu kader olarak gören, AKP eliyle gelen yardımlar için “Allah razı olsun” diyen bir emekçi sınıf, her patronun isteyeceği bir sınıftır.
Bilinen kimi örneklerden hareketle, AKP yoksul ama mücadele eden emekçi ailelere bu yardımlardan yapmamakta; bunu emekçi sınıflara karşı mücadelesinin bir parçası olarak görmektedir. Diğerlerinin nezdinde “başkaldırdığı için mahrum olan biri” olarak görülen emekçi, tehlikeli biridir, onunla dost olmamak ve konuşmamak en iyisidir!
Sonuç olarak, bu uygulama, kapitalist bir düzende yoksulluğun ve eşitsizliğin asla düzelemeyeceğinin bir kanıtıdır.
AKP`nin sağlık sektöründe “reform” adı altında yürüttüğü dönüşüm, tamamen sermayenin çıkarlarına hizmet etmektedir. Sosyal güvenlik sistemi, AKP`nin sağlık politikası tarafından özel hastanelere gelir getiren bir kaynağa dönüştürüldü. AKP`nin sağlık politikası, son 30 yılda özellikle Sovyetler Birliği`nin yokluğundan bu yana, tüm diğer ülkelerde olduğu gibi “paran kadar sağlık” politikasıdır.
Bugün kapitalist ülkelerde sağlık alanında harcanan para ile halka daha iyi bir sağlık hizmeti götürülmesi arasında birebir ilişki kurulamaz. Örneğin, ABD`de kişi başına sağlık harcaması çok yüksek olduğu halde, sağlık sistemi, nüfusun büyük çoğunluğu için çok yetersizdir. Küba gibi kaynakları sınırlı bir ülkede ise, toplumsal sağlık göstergeleri, en ileri Avrupa ülkeleriyle yarışıyor durumdadır. Bunun nedeni, harcanan paranın nereye gittiği ile ilgilidir.
Bugün Türkiye sağlık sistemi, uluslararası tekellerin sosyal devlet uygulamalarını tasfiye etme planları doğrultusunda sermayenin hiz-metine sunulmaktadır. Özel sağlık kuruluşları bir yana artık özerk hale getirilmiş olan kamu hastaneleri döner sermaye sistemi nedeniyle hastalara yolunacak müşteri gözüyle bakmakta, hizmet alımı ve taşeron sistemi ile rant sağlama peşinde koşmaktadır. Küba`nın kaynaklarının çoğunu ayırdığı koruyucu sağlık hizmetleri, semt poliklinikleri, ilaç sanayinde bağımsızlık gibi konular, Türkiye`de tamamen ihmal edilmektedir.
Hükümetin övündüğü gelişmeler, cebinde yeterli parası olana sunulan özel sektörün verdiği sağlık hizmetidir.
Sağlıkta Dönüşüm diye adlandırdıkları sürecin sonucu, çoğu AKP`li patronların sahibi olduğu ve tıpkı bir markette olduğu gibi, pazarlama teknikleriyle donattıkları ve toplam sağlık hizmetinin neredeyse % 40`ını verecek kadar güçlendirilmiş özel hastanelerdir.
Bir ülkenin yurttaşlarını yeterli derecede eğitmekten kaçınması, o ülkede siyasi iktidarın sınırlı bir zümrenin elinde olduğunun en önemli göstergesidir. Cehaletin yaygın olduğu bir toplumu yönetmek daha kolaydır. Bu toplumda, ırkçılığın, dini duyguların ve batıl inançların sömürülmesi, kırda ağalık düzeninin hâkimiyeti, çok daha kolaydır.
Düzen partilerinin hiçbirinin programında eşit ve parasız eğitime ilişkin bir düzenleme yok. Bunun yerine küçük bir yoksul grubuna burs türü katkılar sağlayan ve sadece görüntüyü kurtarmayı amaçlayan bir sistemle “eğitimde fırsat eşitliği” sloganına sahip çıkılıyor.
Üstüne üstlük, tekellere hizmet eden ve halkın çoğunu cahil bırakan eğitim sistemimiz, zaten epeyce pahalı. Zenginlerin çocuklarının devam ettiği özel okullar bile devlet tarafından büyük bir bütçeyle des-tekleniyor.
Eşit ve parasız eğitim hizmeti, bir bütçe sorunu değildir; her şeyden önce, sermayenin çıkarlarından bağımsız olmayı gerektiren bir tercih ve kararlılık sorunudur. Nitekim sermaye sınıfı, yıllardır devlet bütçe-sinden eğitime ayrılan payın düşürülmesine ciddi bir itiraz yönelt-memekte; eğitimin özel çıkarlar doğrultusunda örgütlendirilmesini planlayıp kolaylaştırmaktadır.
Emekçilerin yönetimindeki bir Türkiye`de, eşit ve parasız eğitim hiz-metinin herhangi bir bütçe sorunu olmayacaktır. Üstelik bütçede temel ihtiyaçlar dışında kalan kısımlara ayrılan kaynaklar ile “örtülü kaynaklardan” sağlananlarla bu ihtiyaç sonuna kadar sağlanabilir ve toplumun tüm kesimlerine eşit ve parasız eğitim verilebilir.