Sorularla Sosyalizm: Bölüm 4

Bölüm 1Bölüm 2Bölüm 3Bölüm 4Bölüm 5

Tıpkı yerüstü kaynaklarımızda olduğu gibi, yeraltı kaynaklarımız da tümüyle halka aittir, halkın malıdır. Bu kaynakların halkın çıkarları doğrultusunda değerlendirilmesinin tek yolu, madenlerimizin devlet kuruluşları tarafından çıkarılması ve işlenmesidir. En uygun teknolo-jilerin seçimi ve üretim süreçlerinin denetlenmesi de ancak bu koşullar altında mümkündür. Aksi durumda başımıza gelecek olanlar bellidir: dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi Türkiye`de de, madenleri işleten yerli ve yabancı sermaye sahipleri, yeraltı kaynaklarımızı her türlü planlamadan uzak, tamamen kâr hırsıyla hoyratça tükettiklerinde kaçıp gidecektir. Geride bırakacakları pislikleri temizleme işi devletin, yani halkın sırtına kalacaktır. Bugün işçilere ödedikleri paradan çok daha fazlasını gelecekte tüm halk ödeyecektir.
Madencilik sektöründe yaşananlar, ülkemizin yüz karasıdır. Çokuluslu şirketler, AKP eliyle ülkemizin maden havzalarını talan etmekte birbirleriyle yarışmaktadır.
Diğer taraftan, ülkemizin batısından doğusuna, işletilen tüm madenler ekolojik dengeleri bozmakta, tarımı tehdit etmektedir. Daha fazla altın için kullanılan siyanürler, tarımsal alanlara akıtılan zararlı sular vb.
Peki ya insanlarımız? Daha fazla üretim diye, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan ve iş kazalarında yaşamını yitiren insanlarımız… Soma`da ve Ermenek`te yaşanan madenci ölümleri gerçek bir katliam olarak ülke tarihimizin kara sayfalarına yazılmıştır. Madencilikte üretimi çılgınca artırabilirsiniz, ama hangi bedel karşılığında? İşte Soma katliamında yaşanan tam da budur. Soma`da ve diğer madenlerde yaşanan katliamlar hiç aklımızdan çıkmayacak, orada katledilen işçi kardeşlerimizin katilinin sermaye düzeninin kar hırsı olduğunu hep akılda tutacağız.

Türkiye`nin enerji alanındaki dışa bağımlılığı, bilinçli bir şekilde ya-pılmış yanlış tercihlerin bir sonucudur. 1950`li yıllarda petrole bağımlı hale getirilmiştik. 1990`h yıllarda da doğalgaz bağımlısı bir ülke haline getirildik.
Oysa enerji kullanımına ilişkin bazı önlemlerin de alınması koşuluyla, başta linyit olmak üzere yerli enerji kaynaklarımızla Türkiye`nin enerji ihtiyacının büyük kısmının karşılanması mümkün. Linyit rezervleri açısından dünya ülkeleri arasında 7. sıradayız. Bazı üniversi-telerimizde, tüm engellemelere rağmen, linyit rezervlerimizin çevreye en az zarar verecek şekilde kullanılmasını sağlayacak teknolojiler üzerinde çalışılıyor. Buna karşın işbirlikçi yöneticilerimiz ve sermaye sahipleri, yerli kaynaklarımızın değerlendirilmesi için yatırım yapmak istemiyor. Bunun yerine, sınırlı petrol rezervlerimizi bile yabancı şirketlere teslim etmek için, petrol yasasından “milli çıkarlarla” ilgili her tür ibareyi silmeye çalışıyorlar!
Türkiye`de, yerli enerji kaynaklarının kullanılması için teknoloji geliş-tirebilecek eğitimli insanlar da var; bu kaynakların çıkarılmasında ve değerlendirilmesinde çalışabilecek insanlar da… Ama bağımlılığımızı artıran politikalar yüzünden, teknik elemanlarımız birikimlerini de-ğerlendiremezken, çalışabilir durumdaki insanlarımızın çoğu işsiz.
Türkiye`nin en öncelikli ihtiyaçlarından biri, enerji alanındaki dışa bağımlılığın ortadan kaldırılmasıdır. Yenilenebilir enerji kaynakları, kısa ve orta vadede Türkiye`nin enerji alanındaki dışa bağımlılığını ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Petrol ve doğalgaz bağımlılığını ortadan kaldırmanın çaresi, başta linyit olmak üzere kendi enerji kaynaklarımızın kullanıma sokulmasıdır. Bunun da tek yolu, kamu kesiminin gerekli yatırımları yapması, kaynaklarımızın kamu kuru-luşları eliyle değerlendirilmesidir.
Petrol ve doğalgaz tüketimini azaltmak için, hem kent içi ulaşımda hem de şehirlerarası yük ve yolcu taşımacılığında raylı sistemlere ve toplu taşımacılığa ağırlık verilerek, elektrik enerjisi üretiminde de doğalgaz kullanımına son verilmelidir.
Öte yandan Türkiye`nin enerji alanındaki dışa bağımlılığını büyük ölçüde ortadan kaldırılabilmek için, kentlerde merkezi ısıtma sistem-lerinin kurulması, enerji tasarrufu sağlayan elektrikli cihazların kul-lanımının yaygınlaştırılması, uygun yörelerde jeotermal enerji, güneş enerjisi ya da rüzgâr enerjisi gibi kaynaklardan daha fazla yararla-nılması gibi ek önlemler de alınmalıdır.
Tüm bu önlemler yanında, TKH enerji sorununu sosyalist ekonomik model çerçevesinde temelinden çözülebileceğini; bu bağlamda enerji, toprak, madenler ve nitelikli işgücü gibi yeterince sahip olduğu kendi kaynaklarına dayanan bir kalkınma atılımının örgütlenmesini, böylece ülke ekonomisinin dışa bağımlılığına son verilmesi gerektiğini savunur.

Türkiye, nükleer santral kurmak için gerekli teknolojilere sahip değil. Bu nedenle, nükleer santraller için ihale şartnamesi hazırlama işi bile yabancı şirketlere yaptırılıyor. Dolayısıyla, kurulması, daha doğrusu kurdurulması planlanan nükleer santraller, ülkenin enerji alanındaki bağımlılığını azaltmak bir yana, daha da artıracaktır.
Ülkemizde, nükleer santrallerin kurulması ve işletilmesi için gerekli teknolojiler bir yana, nükleer yakıt teknolojileri bile geliştirilmemiş durumda. Ayrıca, Türkiye`de yalnızca tek bir nükleer santrali ekonomik ömrü boyunca besleyebilecek miktarda uranyum rezervi bulunuyor. Uranyumun nükleer yakıt haline getirilmesi için işlenmesi gerekiyor ve mevcut rezervle bunun yurtiçinde yapılması ekonomik değil. Diğer yandan, çok sözü edilen ve Türkiye`de bol miktarda bulunan toryumun nükleer santrallerde kullanılması için gerekli teknolojiler henüz geliştirilmemiş durumda. Zaten, kurdurulması planlanan santrallerde yakıt olarak toryumun kullanılması düşünülmüyor bile.
Nükleer enerji teknolojisindeki dışa bağımlılık, nükleer santrallerin güvenliğinin de yabancı şirketlere emanet edilmesi anlamına gelecek.
AKP hükümetinin çıkarttığı nükleer santral yasası, nükleer enerji üretiminin en pahalı ve riskli boyutunu oluşturan nükleer atıkların kontrol altına alınması konusunda yabancı şirketlerin sorumluluğunu azaltıyor.
Tüm bunlara ek olarak, nükleer santrallerde üretilecek elektrik ener-jisinin maliyeti de yüksek olacaktır.
Kısacası, Türkiye`nin gündemine nükleer santral tartışmasının so-kulmasının tek bir hedefi var: nükleer santral kuran ve işleten yabancı şirketlere yeni bir pazar sağlamak.
Nükleer enerji alanında ne dışa bağımlılık ne de özel sermaye ege-menliği kabul edilebilir. Toplumsal çıkarın yerine kâr hırsını koyan sermaye düzeninde nükleer santrallere hiçbir şekilde güvenilemez.
Buna karşılık, düzen politikacıları, yabancı şirketler ile el ele, sanki nükleer santral Türkiye`ye çağ atlatacakmış havasını yaymaya çabalı-yorlar. Oysa nükleer santraller, ülkemizin enerji sorununa ilişkin doğru ve akılcı çözüm olmadığı gibi dışa bağımlılığı da artıracak ve ciddi güvenlik tehlikeleri yaratacaktır.
Bugün için yapılması gereken, bu alandaki teknolojik gelişmeleri izlemek ve gerçekten güvenli teknolojilerin geliştirilmesi için çaba harcamaktır.
TKH, bugün için, bu koşullarda Türkiye`de nükleer santral kurulmasına karşıdır.
Ülkemizin kaynaklarını en verimli şekilde değerlendiren ve enerjide dışa bağımlılığı azaltan bir enerji politikasının oluşturulması hayati önem taşımaktadır. Hatta sınırlarımız içerisinde yer alan akarsu po-tansiyeli hesaba katıldığında hidro elektrik santralleri de enerji poli-tikamızda yeri olan enerji kaynaklarındandır. Ancak bugün hemen hemen her akarsu üzerinde bir hidro elektrik santrali yapılmaktadır. Bu projelerde doğaya, tarihi eserlere ve tarıma verilen zarar hiç hesaba katılmadan sadece projeyi üstlenen şirketlerin çıkarları kollanmaktadır. Bu projelerle, o bölgedeki akarsular sayesinde yaşayan birçok endemik tür yok edilmekte; Hasankeyf ve Munzur`da tarihi ve kültürel varlıklar hiçe sayılmakta; hatta üstlerinin baraj suyu ile örtülmesine izin verilmekte; Yuvarlakçay gibi tarım alanları yok edilmektedir. Şu anda yürürlükte olan projelerle Anadolu`nun akarsuları hesapsızca yağmaya terk edilmiştir. Sermaye sınıfı hidroelektrik santraller gibi doğal bir enerji kaynağını bile çıkarları uğruna doğaya ve insana zararlı hale getirmeyi başarmıştır. TKH, HES`lere değil, AKP`nin HES politikasına karşı çıkmaktadır.

TKH, her şeyden önce bütün emekçiler için insanca bir yaşam ve eşit-likçi bir düzen talep etmektedir. Bunun için emekçilerin haklarına sahip çıkması ve mücadele etmesi gerekir. TKH`nin sosyalizm programı bir emekçi programıdır ve bütün çalışanlar için aşağıdaki hakları temel olarak savunmaktadır:

Cumhuriyet düşüncesi tarihsel olarak bir ilerlemeyi ifade eder. To p-lumun, farklı kişilerin, ailelerin ya da toplulukların mutlak hakimiyeti altında yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları yönetim biçimlerine karşı, toplumun bütün üyelerinin “eşit yurttaşlar” haline gelmesi fikri cumhuriyetin ilerici yönünü net olarak ortaya koyar. Ülkemiz açısından da cumhuriyetin kuruluşu Osmanlı İmparatorluğu`nun, dolayısıyla saltanatın ortadan kalkması ve halkın tebaa sayılmasının sona ermesi anlamına gelmiştir. Cumhuriyetin ilanının aynı zamanda emperyalist işgale karşı verilen bir savaş sonrası gerçekleşmesi cumhuriyetin bağımsızlıkçı bir kimlik kazanmasını da sağlamış ve bu da ilerlemenin önemli ayaklarından olmuştur.

Cumhuriyetin gerçekleştirdiği dönüşümler ülkemize ve ülkemiz insa-nına çok şey kazandırmıştır. Yüzyıllar boyunca insanlarımız saltanatın boyunduruğu altında yaşamış, dini kurallar tarafından belirlenen bir yaşam sürmüştü. Cumhuriyet ile saltanat ve hilafet kaldırılmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, laiklik devletin niteliği haline getirilmiş, kadınların toplumsal yaşamdaki rolünün değiştirilmesi için adımlar atılmış, ülkenin kalkınması ve ilerlemesi için önemli altyapı hamleleri yapılmış, toplumun bütününün eğitim alabilmesi için politikalar geliş-tirilmiştir. Bütün olarak ifade edersek, cumhuriyet kamucu, bağımsız-lıkçı, aydınlanmacı bir kimlik oluşturmuştur. Şüphesiz bu kimlik kapi-talist bir cumhuriyette çok ileriye taşınmamış, hatta dünyadaki ve ülkedeki sınıf mücadelelerinin seyrine bağımlı olarak içi boşaltılmış, yeri geldiğinde terk de edilmiştir. Bizim içinse bu kimlik ve söz konusu değerler insanlığın gerçek kurtuluşunu ifade eden sosyalizmin ayak bastığı zeminin ana öğelerindendir. Bu açıdan kamuculuk, ba-ğımsızlıkçılık, aydınlanmacılık komünistlerin sahiplendiği ve daha ileriye taşıyacağı başlıklardır.

1923 yılında kurulan cumhuriyetin en önemli kişisi şüphesiz Mustafa Kemal`dir. Yıkılan bir imparatorluk için yapılan planları bozan ve emperyalistlere karşı ulusal kurtuluş savaşını başlatan, sonrasında toplumun dönüşümü için birçok radikal kararın alınıp hayata geçiril-mesini sağlayan kişidir. Bir burjuva devrimcisi olarak niteleyebilece-ğimiz, İttihat ve Terakki ekolünden gelen Mustafa Kemal`in politik ve ideolojik hattı bu doğrultuda şekillenmişti. Mustafa Kemal`in toplumsal sistem kavrayışı tartışılmaz biçimde batılı burjuva iktidarlarıydı ve kapitalizmden yanaydı. Gerçekleştirdiği dönüşümler, cumhuriyet tarihi boyunca varolmaya devam eden dinci ve liberal düşüncedekile-rin Mustafa Kemal`le hesaplaşma başlıkları oldu. Bugün Mustafa Kemal`in kurduğu cumhuriyet fiili olarak ortadan kalkmıştır. Günümüzde, AKP iktidarı döneminde şekillenmeye başlayan “İkinci Cumhuriyet” rejimi, 1923`te kurulan cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeye
çabalarken, Mustafa Kemal`i de önemsizleştirmeye çalışmaktadır. Gelinen noktada, Mustafa Kemal`in önderlik ettiği dönüşümlerin ve ilerici hamlelerin Türkiye siyasi haritası içerisinde taşıyıcısı kalmamış durumdadır. Komünistler, tüm bu düşüncelerin ve yönelimlerin sosyalist bir sistemde gerçek biçim ve içeriklerinin oluşabileceğini düşünmektedir. Dolayısıyla Mustafa Kemal`in mücadelesini verdiği aydınlanmacılık, kamucu-luk ve yurtseverlik gibi başlıkların sosyalizm mücadelesinde siyasi temsiliyetini üstlenmeye çalışmak konusunda komünistlerin kafasında soru işareti bulunmamaktadır.

Cumhuriyetin kuruluşu ve sonrasında yapılan uygulamalar toplumun bütünü açısından bir ilerlemeye işaret ediyordu. Siyasal alandaki bu ilerleyiş 1930`lu yıllarda, zorunlu olarak, ekonomik alanda yapılan düzenlemelerle de buluştu. Ortada ilerlemeci, aydınlanmacı ve kamu-cu bir cumhuriyet görüntüsü vardı. Ancak, bu durum asıl gerçeği değiştirmiyordu. Cumhuriyet`e çizilen yol en ileri gittiği noktada bir burjuva devriminin sınırlarını aşamıyordu. Kuruluşundan itibaren cumhuriyete gösterilen hedef batıdaki gelişmiş kapitalist ülkelere yetişmekti ve ülke içerisinde yeri geldiğinde devlet eliyle palazlanan sermaye sınıfı siyasi iktidara yerleşiyordu. Sonuç olarak, zaman içeri-sinde “mutlak” görünen birçok başlık kapitalizmin, dolayısıyla sermaye sahiplerinin, ihtiyaçları doğrultusunda değişti ya da iptal oldu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde siyasi, ideolojik ve ekonomik alanlar tamamen emperyalist ülkelerin kontrolüne geçti ve hatta müdahalesine açık hale geldi. Siyasal ve ekonomik olarak em-peryalizme bağımlı, gericilik ile hesaplaşmaktan vazgeçmiş, işçi sını-fına ve sola karşı yeri geldiğinde darbe dahil her türlü yöntemi kulla-nan, ekonomisi sorunlu ve tarımı bitme noktasına gelmiş Türkiye`de iktidar sahiplerinin ürettiği en temel çözüm geçmişten gelen ve para edebilecek tüm yüklerden kurtulmak oldu.

Türkiye`de cumhuriyet emperyalistlerin işgaline karşı kurtuluş savaşı verilerek kuruldu. Toplumun cumhuriyete yüklediği anlam yurtsever-likti. Cumhuriyet aynı zamanda gericiliğe karşı kuruldu. Laik cumhu-riyet kaderini ilahi güçlere havale etmeyen, kendi belirleyebilen yurt-taşlardan oluştu. Cumhuriyet bir dünya savaşından sonra kuruldu. Türkiye halkının büyük çoğunluğu hep barıştan yana oldu.
Ancak kapitalistler ve emperyalistler on yıllar boyunca cumhuriyeti kemirip durdular. Kaderini eline almış yurttaş değil, boyun eğen tebaa istediler. Türkiye`yi bölgede emperyalistlerin ileri karakolu haline getirmeyi düşlediler. Bu kemirmeye direnen, eşitlik ve özgürlük için mücadele eden solu ezmeyi, emekçileri örgütsüz kılmayı ilke edindiler. Solu ve emekçileri ezmek için verdikleri uğraş egemenleri, yurtseverlik ve aydınlanma değerlerini reddetmeye götürdü. Türkiye Cumhuriyeti`nin bitiş süreci 12 Eylül 1980 ile başladı. Darbeden sonra bütün hükümetler Türkiye`de halk düşmanı, gerici, işbirlikçi, piyasacı, özelleştirmeci politikalar sürdürdü. AKP`ye noktayı koymak kaldı.
AKP, emperyalizmin stratejik müttefiki olmakla övünmekte, toplumsal yaşantıda dini egemen kılmak için uğraşmakta, eşit yurttaşlığı silmektedir. AKP Türkiye`sinde insanlar “hakları olduğunu” unutacak, sadaka bekleyeceklerdir.
Türkiye`yi bu noktaya getiren, kapitalistlerin egemenliği ve emperya-lizme bağımlılıktır. AKP ise, son öldürücü darbeyi vurmuştur.
TKH ülkemizin bağımsızlık, aydınlanma, emekçi hakları gibi değerlerle yeniden buluşmasının yolunu 1923`e dönüşte arayan nafile çabayı yanlış bulmaktadır. Bu zaten mümkün olmaktan çıkmıştır. TKH sos-yalist bir cumhuriyetin tarihimizdeki değerlerin üstünde yükseleceğine inanmaktadır.

AKP`nin bu sürecin görünürdeki öncüsü olduğu açıktır. Bununla birlikte ortada geniş bir cephe vardır ve herkes üzerine düşeni yapmaktadır. AKP bu sürecin siyaset alanındaki adımlarını atmaktadır, ama kesinlikle yalnız değildir. Emperyalist ülkeler, sermayedarlar, tarikat-lar, liberaller, askerler ve düzen solunun da içinde yer aldığı geniş bir cepheden bahsediyoruz. Zaman zaman gerilimler yaşasalar da, kapalı kapılar ardında pazarlıklar ve anlaşmalar yaparak süreci ilerletiyorlar.
Türkiye`de yaşananlar, emperyalizmin dünya ve bölge politikalarının bir uzantısıdır. ABD ve AB`nin başını çektiği emperyalistler, daha bağımlı, daha gerici ve daha piyasacı bir Türkiye istemektedir. Bu nedenle sürecin fikir babaları ve asıl liderleri emperyalist devletlerdir.
Türkiye`de sermaye sınıfı bu dönüşüme dört elle sarılmıştır. Sömürüyü ve bağımlılığı artıracak her adımı destekleyen patronlar, emekçilere karşı daha hızlı adım atılmasını yıllardır istiyordu.
Dönüşümün en önemli halkalarından biri olan özelleştirmeler ile patronlar için büyük kaynaklar sağlamıştır. TÜSİAD dahil bütün ser-maye grupları bu süreçte AKP`ye tam destek sunmuştur ve karşılığında özelleştirme yağmasından büyük paylar almıştır.
Sürece direnir gibi görünen askerler, süreci durdurmak için değil, kendilerine güvenli bir yer sunulması için AKP ile gerilim yaşadı. 2008 yılında varılan anlaşmadan sonra, ordu ile hükümet arasındaki gerilimler bitmiştir. Genelkurmay, dönüşüm sürecine en önemli desteği veren kurumlardan biri olmuştur. Bu anlaşmaya razı olmayan bazı kadrolar ise, Genelkurmay`ın da onayıyla yürüyen Ergenekon davası sürecinde saf dışı bırakılmıştır.
Ülkenin dönüştürülmesi sürecinde liberallere düşen ise, kentli ve yüzü sola dönük aydın ve emekçi kesimlerin kafasının karıştırılması veya ikna edilmesi oldu. Liberaller, gerici, işbirlikçi ve piyasacı dönüşümleri “demokrasi” ve “özgürlük” adına güzellemek, itiraz edenleri “statükocu” diye suçlamak için medya patronlarından maaş aldılar.
CHP ise, dönüşümlere direnebilecek toplumsal kesimleri oyalamak görevini üstlendi. Yine kentli emekçiler, gençlik ve Aleviler arasında görünen direnme olanağı, CHP`nin yarattığı beklentilerle oyalanmak-tadır. CHP`nin muhalif görünüp, ülkemizdeki sermaye düzenine laf etmemesi, emperyalizmin yönelimlerine karşı çıkmaması ve AKP`yle uzlaşma tavrı, direnebilecek kesimlerin gücünü kırmaya ve sürecin hızla devam etmesine yaramıştır.

2005 yılında yaptığı bir konuşmasında “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim.” diyen dönemin başbakanı Erdoğan, açık sözlü konuş-muştur. Türban için “velev ki siyasi simgedir” diyen başbakan, dini siyasette kullanma niyetini saklamayan bir siyasetçidir. İş cinayetle-rinde ölen emekçiler karşısında pişkin tutumlara sahip bakanlar, fıtrattan bahsedenler, AKP`nin işçi düşmanlığını saklamadığını gös-termektedir.
AKP çoğu örnekte niyetini gizleme gereği duymamakta, nasıl bir Tür-kiye istediğini açıkça söylemektedir. Örneğin siyasal ve toplumsal yaşantının dinselleştirilmesi AKP`nin gizli bir gündemi değildir. AKP bunu açıkça savunmakta, yaşama geçirdiği uygulamalar da, bu işin gizlisinin saklısının kalmadığını herkese göstermektedir.
Bu nedenle AKP`nin gericilik ve işçi düşmanlığı konusunda son derece açık sözlü olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunlara karşın AKP, “takiye” siyasetiyle ünlü bir gelenekten geliyor. AKP, kuşkusuz çok rahat yalan söyleyebilen bir partidir aynı zamanda. AKP`nin yalanları ve “gizli amacı” özellikle devletin yeniden yapılanması ve emperyalistlerle ilişkilerde yoğunlaşıyor.
AKP`nin “darbecilerle hesaplaşma”, sivilleşme, özgürleşme ve demok-ratikleşme adına attığı adımlar, büyük yalanlarla doludur. AKP`nin daha demokratik bir devleti savunduğu iddiası büyük bir yalandır. AKP`nin buradaki “gizli hedef”i, devleti bütünüyle kontrol etmektir. Bütün özgürlük ve demokrasi söylemlerinin arkasında yatan gizli hedef, bu kadar basit ve yalındır. Bu konuda AKP büyük bir yol almıştır.
AKP emperyalistlerle ilişkilerinde de topluma büyük yalanlar söylüyor. Zaman zaman batılı ülkelere kafa tutma numaraları yapan, İsrail`e “one minute” şovu yapan zamanın Başbakan`ı Erdoğan, AKP`nin gerçek politikasını halktan gizlemeye çalışıyordu. Bunu gizlemek istemelerinin nedeni, halkta emperyalistlere karşı güvensizliğin ve zaman zaman nefret duygusunun çok yaygın hale gelmesi idi.
AKP döneminde Türkiye`nin dış politikasında büyük değişimler oldu-ğu doğrudur. Ama bu değişim, ABD`nin bölgesel politikalarına tam uyum sağlamak adına gerçekleşti. Ortadoğu`da açılım yapan AKP, Kuzey Irak`taki Kürt devleti, Suriye ve Hamas ile bağlarını geliştirmiş-tir. Suriye`de cihatçı terörü desteklemiş, silah taşımış, gerici terörist-lere hem sınırları açmıştır, hem de petrol ticaretine aracılık etmiştir. Ancak bütün bu ilişkilerde, ABD ile daha uyumlu bir sürecin oluşması ve bölgenin emperyalist yağmaya tam açılması için siyaset yapmıştır. Bütün bölge ülkeleri, emperyalist sermayenin yatırım alanları ve emperyalist ordular için üslerle dolmaya başlamıştır. AKP de burada yerini almış, emperyalistlere hizmet etmiştir. Özetle, AKP`nin dış politikada yaptığı şovlar, AKP`nin gizli gündemini, ABD işbirlikçiliğini gizlemek içindir. Halktaki ABD karşıtlığından zarar görmek istemeyen AKP, geleneksel takiyyeci politikasını hayata geçirmektedir.

Çok sık karşılaştığımız bu sorunun kuruluşunda bir hata var ve bu hata aslında bilinçli yapılıyor. Çok farklı yorumlanabilecek ve farklı örnekleri olan “şeriat devleti” kavramı önümüze getirilirken, iki uca savrulma olasılığı ortaya çıkıyor. Uçlardan ilki AKP`nin “ılımlı” yönü-nün öne çıkarılarak, karşı karşıya olduğumuz tehlikenin öneminin azaltılmasıdır. Oysa tehlike gayet ciddidir. AKP, tüm siyasal ve top-lumsal yaşantıyı dinselleştirmek için yoğun bir çaba harcamaktadır. Önemli olan, bu uygulamaların “şeriat” örneği olup olmaması değil, bu uygulamaların gerici niteliğidir. “Şeriat mı, ılımlı İslâm mı?” tar-tışmasının bu bağlamda emekçilere hiçbir faydası yoktur.
Diğer bir uç ise, AKP`nin her adımını bir “şeriat” hedefiyle ilişkilen-dirmektir. Bu yaklaşım, “tehlikeye dikkat çekeceğim” derken, AKP`nin ve yaptıklarının sınıfsal niteliğini tamamen göz ardı etmektedir. Önemli olan emekçilerden yana bütünsel bir bakış açısıyla, AKP`nin gerici ve yobaz uygulamalarının nereye oturduğunu doğru tespit etmektir.
AKP, Türkiye`yi daha gerici bir ülke yapmaya çalışmaktadır. AKP`nin siyasal ve toplumsal yaşantıda kullandığı referansların önemli bir bölümü dinseldir. Ancak hiç unutulmamalıdır ki AKP, bir patron par-tisidir ve patronların egemenliğinin devam etmesi için daha gerici bir ülke kurmak istemektedir.
TKH olarak, gericiliğe karşı mücadeleyi, patronlara karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz. Aydınlık bir Türkiye`yi yalnızca işçilerin iktidarında kurabileceğimize inanıyoruz. Türkiye, İran olur mu sorusu da bu nedenlerle bir noktadan sonra anlamsızdır. Türkiye`yi İran`la karşılaştırmak yersiz ve siyasi olarak yanlıştır. Türkiye bugün zaten pek çok alanda, İran`dan daha gerici bir ülke olma yolunda hızla ilerlemektedir. Bunu görmek gerekir. AKP`nin ve onun destekçisi ABD`nin projesi, İran`dan daha Amerikancı, emperyalizmle daha uyumlu bir gericiliktir.
Dolayısıyla Türkiye`yi bu tehlikeli durumdan kurtaracak olan Avrupalı emperyalistler ya da ABD değildir. Laikliği kurtaralım derken ABD`ye ya da başka emperyalist odaklara yaslanmaya çalışanlar, çok büyük bir hata yapmakta, projenin asıl sahibi ve yürütücüsünden, projenin değişmesini talep etmektedir. Gericiler, kazandıkları mevzilere rağmen, Türkiye`yi tamamen teslim alamamışlarsa, bunun en büyük nedeni Türkiye`nin ilerici birikimidir. Emekçilerden, aydınlara ve gençliğe kadar Türkiye halkının önemli bir bölümü için aydınlık ve laik bir ülke, hâlâ vazgeçilmez bir değerdir. Süreci durduracak olan, bu iradedir.

Türkiye`nin geçmiş “statükosu”nun gerici, baskıcı ve sömürücü özel-likleri AKP tarafından yalnızca güçlendirildi. Yeri geldiğinde kimi mekanizmalar el değiştirdi. Türkiye`nin geçmişinde yer alan cumhu-riyete ilişkin “değerler” ise tasfiye edildi. Bu durum toplum için tam bir yıkım anlamına gelmektedir.
AKP destekçilerinin dilinden düşmeyen söylem asker vesayetine karşı “sivilleşme” idi.
Yaşadığımız AKP`li yıllar, bunun zerre kadar inandırıcılığı olmadığını, anti-demokratik, hukuksuz uygulamaların önceki dönemlere göre kat be kat aşıldığını herkese göstermiş oldu. AKP, 12 Eylül cuntasının farklı biçim altında ama aynı özle sürdürücüsüdür.
Partimizi başka siyasi hareketlerden ayırt eden en önemli özelliklerden biri, “sivilleşme” tuzağına tek bir gün bile düşmemesidir. AKP`nin gerici dönüşümünü, rejim değişikliğini demokratik bir makyajla örtmeyi denediği konusunda TKH her zaman net olmuştur. TKH bu duruşuyla solda ve aydın kesimler içerisinde AKP`nin tutabileceği alanı sınırlamayı kendine görev bilmektedir.
TKH, demokrasi kavramına da sınıf temelinde bakmaktadır. Emeğe, insan aklına, halkımızın tarihsel değerlerine saldırıların demokrasi demagojisiyle yutturulmasına karşı mücadele ettik. Gericilerin gerici-likle hesaplaşamayacağında ısrarcı olduk. Örneğin, AKP`nin Ergene-kon operasyonunu, diğer darbe yargılamalarının “demokrasi” ile ilgisinin olmadığını hep dillendirdik. Bunların arkasına Birinci Cum-huriyet`in tüm kurumlarının tasfiyesinin gizlendiğini deşifre ettik. Zaten tüm yargılamalar boyunca da, halka karşı işlenen suçlar değil, “AKP`ye karşı işlenen suçlar” gündemde idi.
Gelinen noktada, AKP bugüne kadar yaptığı gibi sivilleşme ve demok-ratikleşme süsüyle piyasa faşizminin, gericiliğin ve baskının devam etmesi için gaza basacak, aynı zamanda arada demokrasi için kendisine muhtaç olunduğunu propaganda etmeye devam edecektir. Partimiz böylesi dönemlerde de ana yaklaşımını ve ilkelerini terk etmeyecektir.

İkinci Cumhuriyet bir karşı-devrimdir. Türkiye burjuvazisinin bu coğrafyaya kattığı tek değer olan ve emekçilerin sahip çıkmak konu-sunda tereddüt etmeyeceği cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kal-dırmaya karar vermesi sonrasında, 2002 yılında iktidara gelen AKP eli ile Birinci Cumhuriyet tasfiye yoluna sokulurken, emperyalizme uyumlu yeni bir rejimin de karakteri belirginleşmeye başladı. 2010 Anayasa referandumu ve ardından 2011 seçimleri ile tasfiye büyük ölçüde tamamlandı. İşbirlikçi, gerici ve neoliberal bir rejim olan İkinci Cumhuriyet`in her alanda inşasını geçildi.
AKP İkinci Cumhuriyet`in temel kurucu aracıdır. Ancak, AKP iktidarının geçen on yıldan fazla süre boyunca yalnızca bugünkü bileşenlerinden ibaret olmadığını da unutmamak gerekiyor. Başta cemaat ve liberaller olmak üzere, çok fazla yapı ve kişi destek olmaktan öte, bu iktidarın bir bileşeni idiler.
Bunun yanında, İkinci Cumhuriyet`in kuruluş dönemi, sancılı ve geri-limli bir süreç olarak geriye dönülemeyecek bir biçimde sürmektedir. Sermaye düzeninin Birinci Cumhuriyet`ten İkinci Cumhuriyet`e geçişte yaşadığı kutuplaşma siyasetinin ve dönüşüm sancılarının izleri, bugün sermaye düzeninin önünde temizlenmesi gereken bir başlık olarak durmaktadır. İkinci Cumhuriyet`in önündeki en önemli prob-lematik, yerleşme ve konsensüs sorunudur.
“Türkiye`nin yapısal sorunlarından dolayı sermaye iktidarında istikrar sağlanması mümkün değildir.” Bunun yanında, Birinci Cumhuriyet, geri dönüşü mümkün olmayacak bir biçimde çökmüştür. Birinci Cumhuriyete dönme sevdasında olanlar ancak hayal kurmaktadırlar.

AKP iktidarı döneminde ülkemizdeki yapısal dönüşümleri, devletteki değişimleri ve 1923 yılında kurulan cumhuriyetin tasfiye edildiğini tespit ediyorsak artık yeni bir cumhuriyet olduğunu ifade etmek ge-rekiyor. Yeni olan her zaman iyi ve güzel olmuyor.
AKP iktidarı tam da bunun için görev başına gelmiştir. Aslen İslamcı bir harekete dayanan AKP, iktidarı boyunca ülkemizdeki liberaller ile işbirliği yaparak, ilk kurulan cumhuriyetten kalan ve ileri sayılabilecek ne varsa her şeyin tasfiyesine girişmiştir. Bunu yaparken de kendine muhalif olanları hapse atmış, sorun çıkartma potansiyeli olanları susturmuş, hakkını arayanlara baskı ve zulüm uygulamıştır.
Özelleştirmelerin zirve yaptığı, emperyalizmle ilişkilerin derinleştiği, sosyal devletin tasfiye edildiği, laikliğe büyük bir savaş açılarak geri-ciliğin devlet katında, eğitim alanında ve toplumsal alanda yasalar ile güvence altına alındığı bir dönemden bahsetmekteyiz. İkinci Cumhu-riyet adını verdiğimiz yapı, bu bahsettiklerimiz üzerine bina edilmeye çalışılmaktadır. Adı cumhuriyet olan ama özü sermaye diktatörlüğüne dayanan gerici, işbirlikçi sömürü düzeninin günümüzdeki adı İkinci Cumhuriyet olarak tanımlanabilir.
Ancak tüm bu sayılanlar ile ülkemizin toplumsal yapısı, halkımızın geçmişten geleceğe bakışı ve en önemlisi işçi sınıfı arasında çelişkiler oluşmaktadır. İkinci Cumhuriyet ile emekçiler arasında uyumsuzluk çıkmakta, dolayısıyla AKP`nin bütün iktidar döneminde olduğu gibi gelecekte de bu yapı ile emekçiler arasındaki çelişkinin derinleşeceği gözükmektedir.
Örneğin, Irak`ın ABD tarafından işgaline karşı ülkemizdeki toplumsal tepki, başta TEKEL olmak üzere ülkemizdeki özelleştirmelere karşı oluşan direniş ve hareketler, toplumsal yaşamın dönüştürülmesine karşı ayağa kalkışlar, kadınların AKP iktidarına karşı mücadelesi ve 2013 yılında Gezi parkı vesilesiyle başlayan büyük Haziran direnişi halkımızın İkinci Cumhuriyet`in özü ile olan kavgasını açığa çıkarmış-tır. Bu kavganın ortadan kalkması değil, tersine devam etmesi büyük bir olasılık olarak görünmektedir.
Sonuçta, İkinci Cumhuriyet güçsüz ayaklar üzerinde sürekli kendini doğrultmaya çalışacak, biz de ona izin vermemeye ve yerine sosyalist bir cumhuriyeti kurmaya çalışacağız.

Elbette değil. TKH sosyalizmi hedefleyen bir parti. Dolayısıyla parti, kapitalizmi yaşatmayı hedefleyen düzen partilerinin hepsiyle mesafe-sini tanımlamaktadır.
Ancak AKP hükümeti sıradan bir iktidar değildir. AKP, Türkiye kapi-talizminin mantıksal ve en uç sonuçlarının, cumhuriyeti reddetmeye, ülkeyi yerle bir etmeye varan birikiminin temsilcisidir. AKP`nin yü-rüttüğü süreç, emperyalistlerin ve sermaye sınıfının ortak programıdır. Bu süreç, sermayedarlar için alternatifsizdir. Dolayısıyla AKP karşıtlığı yalnızca bir hükümete muhalefet etmenin çok ötesinde bir anlam taşır. Emekçiler bu sürecin karşısına dikildikçe, yalnızca AKP zayıflamayacak, sermayenin bütün programı tehlikeye girecektir.
AKP kendisinden sonraki bütün düzen partilerinin de uyması gereken bir rejimi inşa etmeye çalışmaktadır. AKP`nin programını durdurmayı başaran ve hükümetten düşüren bir toplumsal ve siyasal hareket, aynı programla gelecek diğer bütün düzen partilerine ve kurumlarına karşı etkili bir mücadele verebilecektir. Dolayısıyla AKP karşıtı mücadele böylesi bir bütünlüğün içerisine yerleştirilmelidir.
Bugün İkinci Cumhuriyet artık geri dönülmez bir biçimde kurulmuştur. Bu cumhuriyet gerici, emek düşmanı ve işbirlikçi bir rejim olarak ülkemizi karanlığa boğmuştur. TKH, bu nedenle kendini yalnız başına AKP karşıtı olarak değil, aynı zamanda İkinci Cumhuriyet rejimi karşıtı olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden AKP`nin kurucu olduğu bu rejimi hedefe koymayı kendimize görev biliyoruz.

“Yeşil sermaye” denilen ve daha çok MÜSİAD içinde yer alan sermaye grupları Türkiye`de uzun süredir var. Bu gruplar, AKP hükümetleri döneminde büyük ihaleler alarak, yüksek kâr ve hızlı büyüme oranları yakaladı. Geçmişte TÜSİAD`ın kontrolünde olan kritik sanayi sek-törlerinde yer almayan bu gruplar, ağırlıklı olarak ticaret sektörün-deydi. Artık MÜSİAD ve onun ötesinde “yandaş sermaye”, TÜSİAD ile boy ölçüşebilecek ölçeğe ulaştı ve sanayi sektöründe de ağırlığını artırmaya başladı. Zaman zaman TÜSİAD ile gerilim yaşasa da, bu gerilimlerin altında yatanın bir paylaşım sorunu olduğu açıkça gö-rülmektedir. Bu kesimlerin emekçi düşmanlığı konusunda birbiriyle yarıştığı gayet iyi bilinmektedir. Bu nedenle, ne kadar sorun yaşarlarsa yaşasınlar, eninde sonunda pazarlık masasında anlaşırlar. İhaleleri paylaşır ve emekçilere ait değerlerin yağmalanması için ortak hareket ederler.
Bu nedenle, AKP`nin bütün emekçi düşmanı adımlarında onu destek-leyen TÜSİAD`ın, aydınlanmacı ve laiklikten yana bir tavrı asla olamaz. Türkiye`de “yeşil sermaye”, egemen sınıfın ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla solun gündemine “yeşil sermaye”ye karşı TÜSİAD gibi Türkiye`nin geleneksel büyük sermayesinin desteklenmesini getirmek kesinlikle büyük bir yanlıştır.

AKP iktidarının ilk yıllarında destekçilerinin dilinden düşmeyen şey, AKP hükümetinin asker vesayetine karşı sivilleşmeyi savunduğu idi. Türkiye`nin geçmişi, halk düşmanlığı konusunda askerlerle sivillerin çok farkı olmadığını gösterir. Örneğin, Süleyman Demirel ve Turgut Özal da en az Kenan Evren kadar emekçilere düşmandır.
Soruyu kim daha demokrat diye sorduğumuzda da benzer bir sonuca ulaşılır. Sivillerin hep demokrasiyi temsil ettikleri, askerlerin ise hep demokrasi karşıtı oldukları liberalizmin kocaman bir yalanıdır. TKH, Türkiye`de siyasete asker-sivil karşıtlığı üzerinden bakmanın yanlış olduğunu düşünmektedir.
Hepsi ABD`ci, AB`ci, neo-liberal, özelleştirmeci ve emek karşıtı olan iktidarların siyasal ya da bürokratik unsurları arasındaki bir gerilimde, komünistler bu unsurlardan birini desteklemezler. Unutmamak gerekir ki, “asker vesayeti” kavramı, mevcut gerçekliğin ötesinde zorlanarak insanları AKP`nin yanına itmek veya AKP`ye razı etmek için kullanılmıştır. Bu bir oyundur ve “askeri vesayet olacağına AKP olsun” denilerek bu oyuna gelenler olmuştur. Yine unutmamak gerekir W, her durumda ve her zaman “ehven-i şer”, “kötünün iyisi” tercihi yapan bir toplum, sonunda “kötülerin en kötüsü”ne katlanmak zorunda kalır.
TKH demokrasiye sınıf temelinde bakmaktadır. Emek düşmanlığı azgın boyutlara varan siyasal güçleri, salt sivil oldukları için başkalarından daha demokrat saymak siyaseten ciddi bir hatadır ve bedeli büyüktür. TKH, devlet kademelerini baştan aşağı dinci kadrolarla dolduran “sivil” iktidarların, bu kadrolarıyla nasıl bir “demokrasi” inşa edeceklerinin farkındadır. “Sivil” adı verilen siyasetin toplumu adım adım nasıl dincileştirdiği görülmüştür.
Biz geçmişte olduğu gibi bugün de, düzen içi gerilimlere emekçi sınıf-ların çıkarları açısından ve bağımsız bir siyasal kimlikle yaklaşılmadan faşist askeri darbelerle hesaplaşmanın, onlara karşı mücadele etmenin olanaksız olduğu gerçeğinden hareket ediyoruz.

Türkiye`de dinsel inançları sömürenlerin bu denli güçlenmiş olmasının ardında, Türk Silahlı Kuvvetleri bulunuyor.
Soğuk savaş yıllarında sosyalist sisteme karşı mücadele eden NA-TO`nun en önemli bileşenlerinden birisi olan TSK, Sovyetler Birliği çevresinde bir dinci yeşil kuşak yaratılması projesinde birinci dere-ceden rol aldı. Bu çerçevede birçok dinci örgüt, ABD ve Almanya tara-lından finanse edildi. Bu örgütlerin bazıları, TSK ve MİT tarafından sola karşı yedek bir güç olarak kullanıldı.
Sola ve işçi sınıfına karşı gerçekleştirilen 12 Eylül darbesinin ardından, cuntacı generaller, “Türk-İslam Sentezi”ni destekledi. Gülen cemaati, darbe sonrasında palazlandı. Tarikatlar ve cemaatler sayısız okul ve yurt açtı, taşra üniversitelerini ele geçirdi ve Türkiye`nin dört bir köşesinde örgütlendi. Hizbullah türü örgütlerin Türkiye`de güç kazanmasının ardında da TSK vardı. “Terörle mücadele” adına, özellikle Kürt illerinde, dinci gerici terör örgütleri desteklenmişti.
AKP`nin yükselişi sonrasında TSK içinde direnç göstermeye kalkan unsurlar da TSK üst yönetiminin aktif desteğiyle tasfiye edildi. Bu haliyle TSK da, “yeni” Türkiye`nin silahlı kuvvetleri haline gelmiş bulunmaktadır.
Her şeyiyle NATO ve ABD yanlısı olan bir kurumdan dinci gericiliğe karşı mücadele etmesi beklenemez.
Orduyu doğru değerlendirmek, bugün Türk Silahlı Kuvvetleri`nin kurumsallığını doğru şekilde değerlendirmekle mümkündür. TSK içerisinde ilerici, aydınlanmacı, yurtsever subayların bulunuyor olması orduyu bütün olarak ilerici yapmamaktadır. Böylesi unsurlar barındırsa da, ordu, son kertede mevcut düzenin korunması ve devamının garantiye alınması fonksiyonunu yerine getirmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalizme bağımlılık süreci iyice hızlanan Türkiye bir yandan ABD ile olan ilişkisini derinleştirirken, bir yandan da NATO üyesi olmuştu. Yani, TSK emperyalizmin silahlı gücünün gönüllü bir üyesi olmuştur. Bugün de ordu açısından değişen bir durum bulunmamaktadır. TSK, NATO`cu, ABD`ci, AB`ci ve İkinci Cumhuriyet süreciyle uyumlu durumunu korumaya devam etmektedir.

TKH enternasyonalist bir işçi sınıfı partisidir. Şu anda Türkiye`de de olduğu gibi kapitalist sistemin olduğu sınıflı toplumlarda ulusalcılık, bütün ulusun ortak çıkarları olduğunu savunur. Oysaki böyle bir ortak çıkar bulunmadığı aşikârdır.
Gerçekte bu ideoloji mülk sahibi sınıfların egemenliğini örtmeye yarar. İşçi sınıfının gündelik ve tarihsel çıkarlarının görülmez hale geti-rilmesinin yollarından biri de sermaye sınıfı tarafından ulusalcılığın propaganda edilmesi ve işçilerin sınıf kimliklerini kaybolmasının sağlanmasıdır.
TKH sınıf partisi olduğu için milliyetçiliğin karşısındadır. Enternas-yonalizm, bütün ülkelerin emekçilerinin ortak çıkarlarını savunmak anlamına gelir. Milliyetçilik ise sınıf işbirliğine dayanır. Örneğin bu düşünce, yeri geldiğinde gericiliğe karşı çıkmayı emperyalizm işbir-likçiliği ile eşitlerken, yeri geldiğinde ise sözde ulusal çıkarlar adına patronların sömürüsünün artmasını savunabilmektedir.
Dolayısıyla, komünistlerin görevi işçi sınıfının kendi içerisinde bö-lünmesini de tetikleyen milliyetçi ideolojiye karşı çıkmak, işçi sınıfının birliğini sağlayacak yurtseverlik düşüncesinin yaygınlaşmasını sağlamaktır. Yurtseverlik, sınıf işbirlikçiliğini dışarıda bırakan, aynı zamanda işçi sınıfının sömürüye karşı birlikte mücadele etmesini sağlayacak bir ideolojidir.

Ordunun profesyonelleşmesi TSK`yı her şeyiyle bir Amerikan şirketi haline getirecektir. Bu süreç aslında kademe kademe başlamıştır. TSK` da iki tür asker bulunmaktadır; mesleği askerlik olan kişiler ve zorunlu bir görev olarak geçici süreyle askerlik yapan sivil haktan kişiler.
Orduyu herhangi bir siyasi mücadelede halkın yanında konumlandı-rabilecek olan en önemli özellik bu ikinci kesimin ordunun içinde aktif olarak yer almasıdır. Çünkü geçici askerler silahlı emekçilerdir. Profesyonel ordu bu ihtimali tamamen ortadan kaldıracak ya da çok küçültecektir.
Tamamı profesyonelleşen bir ordu her şeyiyle kapitalist-emperyalist sistemin, dışarıda ABD`nin ve içeride de patronların silahı haline gelecektir.

Uluslar tarihin belli bir döneminde doğmuştur. Bizim topraklarımızda Türklerin 19. yüzyılda şekillenen uluslaşma sürecinde diğer halklar asimilasyona maruz kalmışlardır. Bunlar arasında sayıca ve tarihsel arka plan anlamında en gelişkin kesimi oluşturan, varlıkları uzun süre yadsınmış, kimlik kazanma girişimleri şiddetle bastırılmış, dillerini kullanmaları engellenmiş olan Kürtler bugün gecikmiş bir uluslaşma yaşamaktadırlar.
Türkiye Cumhuriyeti`ni halklarımızın birlikte kurdukları doğrudur. Ancak kuruluş sonrasında Kürtlere tabi olmak düşmüştür. Bu sorunun neden bir olgunlaşma süreci çerçevesinde barışçıl bir çözüme ilerlemediği, baskının neden devam ettiği ve Kürt siyasetinin neden Türkiye toplumundan ayrışmaya yöneldiği uzun bir tartışmanın ko-nusudur. Ancak bilmemiz gereken, bir ulusal sorunun içinde yer aldığı toplumsal yapıdan soyutlanarak ele alınmasının mümkün olmadığıdır. Kürtlerin ulusal ezilmeleri de Türkiye kapitalizmi içinde şekillenmiştir. Kürt sorunu yalnızca bir ulusal sorun değil, aynı zamanda kapitalizmin sorunlarıyla iç içe geçmiş sınıfsal bir sorundur.
TKH bugün Ortadoğu`da emekçi halkların birbirlerine düşmanlaştık-ları koşulların ortadan kaldırılması gerektiğine inanmaktadır. Halkların özgürce ve kardeşçe yaşaması mümkündür. Tersinden bunun mümkün olmamasına sebep olan, ulusal sürtüşme ve çatışmaların yükselmesinin kaynağı, hep beraber bir sömürü düzeninin içinde yaşıyor olmamızdır. Kapitalizm ve emperyalizm halkların farklılıkla-rını istismar ederek varlıklarını sürdürmektedirler. TKH, bu anlamda bölücü olanın egemen güçler olduğunun altını çizmektedir. TKH sos-yalist devrim için mücadele ediyor. Sosyalist devrime giden yolu bütün halkların emekçilerinin el ele örmesini sağlamalıyız. Halklar arasında gerçek bir adalet ve eşitliğin de sosyalizmde kurulacağına gü-venmeliyiz.

Emperyalistler dünyayı bir oyun tahtası olarak görmekte ve çıkarları neyi gerektiriyorsa ona uygun bir şekilde kendilerince taraflar belir-lemektedir. Emperyalizmin bu tutumundan yalnızca Kürt halkı değil, Türkler de mağdurdur.
TKH, siyasi ve eşit yurttaşlık hakları elinden alınmış Kürt emekçileri-nin taleplerinin “emperyalist kışkırtma” sonucu ortaya çıktığını dü-şünmüyor. Ancak günümüzde Türkiyeli Kürtler`in ve hatta bölgede yaşayan Kürtler`in siyasi temsilcileri ile emperyalist odaklar arasında karşıtlık ilişkisi olmadığını dile getirmek gerekiyor. Gerek geç ulus-laşma süreci ve bu uluslaşmanın burjuva devrimi ile sonlanmaması ve devlet karakterini kazanamaması gerekse günümüzde artık Sovyetler Birliği`nin bulunmaması; Kürt ulusal hareketlerinin de çizgisini belirlemektedir. Dolayısıyla ulusal kurtuluşçu ya da bağımsızlıkçı (ve doğal olarak anti-emperyalist) bir karakterle ortaya çıkan Kürt ulusal hareketleri bugün artık emperyalizmin belirleniminin yüksek düzeyde olduğu bir coğrafyada anti-emperyalist olmayan bir devletleşme süreci içerisindedir.
Sonuçta Kürt halkının içinde de farklı sınıflar ve bu sınıfların temsilci-leri bulunmaktadır. Patron, siyasetçi ve aşiret reisi olup, Kürt emekçi-lerini temsil etmesi mümkün olmayan kesimlerin emperyalistlerle işbirliği içerisinde olduğu doğrudur. Örneğin, Kuzey Irak`ta Barzani, ülkemizdeki Kürt patronları ve işbirlikçi Kürt siyasetçileri tam da bu şekilde görülmelidir.
TKH, emperyalist barbarlığın tüm uluslar içerisinde kendisine işbir-likçiler ve kışkırtabileceği unsurlar bulabileceğini bilmektedir. Bunun önüne geçilmesi için ihtiyaç olan şey, emekçilerin birliği ve halkların kardeşliğidir.

Geçtiğimiz yüzyılda ulusal kurtuluş mücadeleleri ve devletleşme ör-nekleri üzerinde sosyalist sistemin büyük bir ağırlığı vardı. Dolayısıyla bağımsızlık mücadeleleri bazen sosyalist bir iktidarın kurulması, bazen sosyalist sisteme dost yapıların ve nadiren de emperyalist sistemin parçası olan devletlerin oluşması ile sonuçlanıyordu.
Günümüzde bu durum değişmiştir. Daha doğrusu emperyalist sistem ulusal kurtuluş mücadelelerinin bütününü belirler hale gelmiştir. Ülkemizi de kapsayacak şekilde Irak, Suriye ve İran`da kendini var eden Kürt ulusal hareketleri açısından gelinen nokta, verili ulusal pozisyonun devletleşme pratiğine taşınması şeklinde görülmelidir.
Bunlarla birlikte, Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalistler tarafından belirlenen Suriye ve Irak gibi ülkelerin sınırları; 2003 yılında Irak`ın ABD tarafından işgal edilmesi ve sonraki yıllarda yine emperyalist güçler tarafından Suriye`deki meşru iktidara karşı kışkır-tılan cihatçı çetelerin çıkardıkları iç savaş ile birlikte artık ortadan kalkmaya başlamıştır. Süreci 1990`h yıllarda Balkan ülkelerinde ve örneğin Yugoslavya`da yaşanan parçalanmaya benzetmek de mümkün görünmektedir. Bu ülkeler açısından geriye dönüşsüz bir yola girildiği de artık tespit edilmelidir. Bölge halklarının yaşadığı ve belki önümüzdeki yıllarda da yoğun bir şekilde yaşamaya devam edeceği istikrarsızlık ve iç savaş dönemine girilmiştir.
Tescilli ABD`ci Kürt aşiret reisi Mesut Barzani`nin Irak`ta bir Kürt devleti kurmak istediği ve bu iktidarın kendini sömürü düzeni ve emperyalizme bağlılık üzerinden kuracağı açıktır. Ortadoğu petrolleri üzerine çöreklenmiş işbirlikçi bir Kürt devlet pratiği sadece ABD açısından değil, bütün emperyalist merkezler açısından bir tercih sebebi olarak görülecektir. Böylesi bir iktidarın Kürt emekçileri için kurtuluş olmayacağı ise çok nettir.
Bunun yanında Suriye`deki bölgesel iktidar boşluğundan faydalanılarak, Kuzey Suriye`nin Rojava bölgesinde yerel bir Kürt iktidarı da şekillenmiştir. Bu iktidarın geleceğini ise gericiliğe karşı duruşu ile birlikte, devletleşme pratiğini anti-emperyalist hatta taşıyıp taşıya-mayacağı belirleyecektir. Rojava`da yaşanan sürecin devrimci bir dönüşüme taşınmasının yolu da ancak bu şekilde olabilecektir.

Çözüm formüllerini Türkler ve Kürtler arasındaki ilişki üstünden tartışmak geçersizdir, sonuçsuzdur ve yanıltıcıdır. TKH, bir ulusun diğer bir ulustan üstün olmadığını her platformda savunur. Bu basit yaklaşımı hayata geçirdiğimizde eşitliğin ve adaletin formülünü bulmak zor olmayacaktır.
Bugün çözüm süreci olarak adlandırılan süreç, Ortadoğu`da ABD`nin yürüttüğü planlardan, AKP Türkiye`sine bu çerçevede düşen rolden ve bölgedeki diğer dinamiklerden ayrı ele alınamaz. Bu bütünlüğe baktığımızda, TKH devam etmekte olan süreçten Kürt sorununa çözüm çıkabileceğine inanmamaktadır. Ortada, Ortadoğu bölgesinde Kürt faktörünün Amerikan planlarına uyumlu hale getirilmesi için bir tasarım vardır. Paralel bir tasarım Kürtlerin AKP`nin İkinci Cumhuriyet rejimiyle uyumlu bir faktör haline gelmelerini öngörmektedir.
TKH halklar arasındaki ilişkinin din kardeşliğine göndermeyle tanım-lanmasını gericilik ve Sünni olmayanlara karşı ayrımcılık olarak gör-mektedir.
TKH, herkesi devletler arasında mevcut sınırların bugün yalnızca emperyalistlerin inisiyatifiyle değiştirilebildiğini görmeye ve halkları emperyalizmin tuzağına düşmemeye çağırmaktadır.
TKH, Türk, Kürt ve diğer halklarımızdan emekçilerin birlikte örgüt-lenmesinden yanadır. Politik, ekonomik, sosyal sınıf örgütlerinin etnik/ulusal kökenlere ve başka kimliklere göre tasnif edilmeleri emekçileri bölmek ve güçsüz kılmak demektir.
Ülkemizde AKP iktidarı döneminde siyasetin konusu haline gelen “Kürt sorununa çözüm” başlığı sermaye sınıfının ve emperyalistlerin çıkarları ile doğrudan ilişkilidir. Gerici AKP iktidarı tarafından; çatışma süreçleri ile birlikte Türk ve Kürt emekçilerin birbirine düşman-laştırıldığı, müzakere süreçleri ile birlikte emekçilerin teslim alınmaya çalışıldığı bir ikilem oluşturulmaktadır. Hangi etnik kökenden olursa olsun ülkemiz emekçileri böyle bir ikileme mahkum edilemez.
TKH, kısaca “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” diye tanımlanabilecek çözümsüzlük çemberinin kırılarak, gerçek eşitlikçi ve özgürlükçü bir çözüm için adım atılmasının hayati olduğunu düşünmektedir.

Demokratik özerklik Kürt siyasetçilerince bir özgürleşme ve demok-ratikleşme projesi olarak ortaya atıldı. Bu proje, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi olarak yorumlanabildi. Kimileri ise, projenin içini farklı devlet çatıları altında kalan Kürt bölgelerinin giderek entegre olmalarıyla dolduruyor.
TKH halkların yakınlaşmalarından ve birlikteliğinden yanadır. Ancak bir arada yaşayan toplumların nasıl ekonomik sistemlere sahip ol-duklarını, siyasal rejimlerini, emperyalizme olan bağlarını görmezden gelmeyi reddetmektedir.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi aslında sermayenin makyajıdır. Bu sayede uluslararası sermaye vergi sistemlerini, ulusal hukukları, emek örgütlerini vb. devre dışı bırakarak yerel sermayeyle bütünleşmeyi hedeflemektedir. Maksat piyasa ilişkilerinin her yere egemen olması, her şeyin metalaşmasıdır.
Yapılan şey sömürünün şık giysiler içinde önümüze sürülmesidir. Özgürlük, eşitlik, adalet mi istiyoruz? Emperyalizmle, kapitalizmle mücadele etmeden kazanılamıyor. TKH, bu düşünceyi her koşulda dile getirmektedir.
Demokratik özerklik fikrinin yetkili yerel yönetimler veya eyaletler biçiminde bütün ülkeye yayılması ayrıca olumsuz sonuçlar doğura-caktır. Halklar arasında kaynaklar ve gelirler üstünden ayrılıkların çıkması, mesafelerin açılması kaçınılmazdır. Şovenizm, bölgecilik ve yıkıcı bir rekabet yükselecek; egemen güçler ellerini ovuşturacak. Plan budur.

Komünistler, sosyalizmi dağların ardına ötelemezler.
Kürt sorununda yapılması gereken bir sol seçeneği, yani emekçi seçe-neğini güçlendirmektir. Halkların kardeşliğini afaki bir slogan olmaktan çıkartmak için birliğimizi emperyalizme, gericiliğe ve sömürücülere karşı tanımlamak gerekmektedir. Bunlarla bir yandan pazarlık yaparken, öbür taraftan kardeşlikten söz etmek ise, ne yazık ki samimi olamamaktadır.
Emperyalizme, gericiliğe ve sömürücülere karşı ortak mücadele için, AKP`nin yeni anayasa projesine karşı çıkmak, Suriye`de ve Irak`ta emperyalizme ve gericiliğe karşı bir tutumdan ödün vermemek, halk-ların kardeşliğinin yolunun emekçilerin birliğinden geçtiğini ortaya koymak olmazsa olmazdır. 0 yüzden bugün Türkiye`de Türk ve Kürt emekçilerinin sosyalist bir cumhuriyette birliğini savunmak, emekçi sınıfların çıkarı için en net ve somut program olarak görülmelidir.

TKH, yaşayan bütün dil ve kültürlerin zenginliklerini koruyarak öz-gürce devamlılığından yanadır. Bir dilin sadece günlük yaşamda kul-lanılıyor olması, o dilin varlığının kendiliğinden güvence altına alın-ması anlamına gelmemektedir. Günlük hayatta kullanılan bir dil, o halkın aynı zamanda eğitim dili olmalıdır.
Ülkemizde çok sayıda dil konuşulmaktadır. Türkçe`den sonraki en yaygın dil olan Kürtçe başta olmak üzere bu dillerin her birinin yaşa-tılması, zenginleştirilmesi, eğitim ve kültür dili olarak gelişmeleri devletin güvencesi altına alınmalıdır. Eğitim çağına gelen çocukların ailelerinde öğrendikleri dille eğitimlerini sürdürmeleri temel bir hak olarak güvence altına alınmalıdır. Vatandaşların, ülkemizin farklı dillerini öğrenmeleri teşvik edilmeli, kolaylaştırılmalıdır. Türkçe dı-şında bir anadili olan vatandaşların toplumun temel ve ortak iletişim dili olan Türkçeyi öğrenmesi temin edilirken, her vatandaşın ülkemizin diğer bir dilini öğrenmesi orta öğretimin parçası haline getirilmelidir. Devlet üniversitelerinde bütün dillerimizi ve halkların kültür ve tarihlerini konu alan bölümler, enstitüler açılmalıdır.
Ülkemizde batı dilleri eğitim, kültür ve iletişim dili olarak teşvik edi-lirken, halklarımızın anadillerinin üstünün örtülmesi utancından kurtulmak elzemdir.
Türkçe, devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır. Yerel yönetimler dâhil olmak üzere, bölgesel düzeyde ikincil dillerin kullanımının önü açık olmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, nerede, hangi görevde, hangi ko-numda olursa olsun, Türkçe dışında bir dille kendilerini daha rahat ifade edeceklerini beyan etmeleri durumunda söz konusu dili özgürce kullanabilmelidirler. İlgili kurum çeviri hizmetini temin etmekle yü-kümlü olmalıdır.

Kürt sorununda bugün acil olarak atılması gereken adımları birkaç başlıkta toparlamak mümkün görünüyor.
Çatışmak ortam ne Kürtler açısından, ne de Türkler açısından bir fayda sağlamaktadır. Dolayısıyla silahların susması gerekmektedir. Ancak bu durum, Kürt sorununun çözümü için yeterli değildir. Daha doğrusu geçtiğimiz yıllar içerisinde zaman zaman silahların sustuğu dönemler yaşanmış ancak gerek Kürt tarafının eylemleri gerekse operasyonların yeniden başlaması ile birlikte suskunluk bozulmuştur.
İşte tam da bu yüzden silahların susması artık yeterli değildir. Kürt sorununda bugün süreci doğru tarif edebilecek ve gerçekçi bir çözüm yolunu örebilecek tek güç sosyalistler ve devrimcilerdir. Bu seçeneğin olmadığı koşullarda Türk ve Kürt sermayedarlar, emperyalistler Kürt sorununa dair çözüm olanağı taşımayan adımlar atmaktadırlar.
Dolayısıyla bugün acil olarak Türk ve Kürt devrimcileri devreye gir-meli, Kürtlerin eşit yurttaşlık zemininde eşit kurucu unsur olacakları sosyalist Türkiye`nin temellerini atmalıdırlar. Bunun için;
Emperyalizmin Kürt sorunu üzerindeki her türlü yönlendirme hamlesi devre dışı bırakılmalıdır.
AKP`nin Kürt açılımı reddedilmelidir. Emekçilerin birliğinin sağlanması esas alınmalı, çözümün buradan geleceği görülmelidir. Türkiye kapitalizmine karşı Kürt emekçilerinin sınıfsal talepleri çok daha güçlü bir şekilde ortaya konmalı ve buradan mücadele hattı örülmelidir.
Kürtler içerisinde örgütlenmeye çalışan her türden dini cemaate karşı durulmalı, bunların mevzi kazanmasının önüne geçilmelidir.
Türklerin ve Kürtlerin arasını açan, bozguncu, intikamcı her türlü düşünce ve eylem ile mücadele edilmelidir.
Devrimciler ve emekçiler tarafından bu adımların atıldığı bir ortamda, kardeşçe ve eşitlikçi bir düzene doğru yol almak kolaylaşacaktır.

Ülkemizde gelecekte bir iç savaş ihtimali vardır. Daha doğrusu Türki-ye`de yaşanacak bir iç savaş süreci, ülkenin bölünmesini de berabe-rinde getirecektir. Komünistler, Türkiye`nin bölünmesine karşı çık-makta ve ülkenin sınırlarının değişmezliğini savunmaktadır. Bugün emperyalistlerin bölgesel stratejileri göz önüne alındığında, bölünmüş, ufalanmış ve yönetilmesi daha kolay işbirlikçi birimler esas unsur olarak görülmektedir. Ülkemiz için dayatılan model de budur.
Sermayedarların yönetimde olduğu, piyasa egemenliğinin sürdüğü, emekçilerin ve yoksulların haklarının birer birer ellerinden alındığı ülke modeli emperyalistler açısından bulunmaz nimettir.
Komünistler ülkenin bu gidişatını tersine çevirmeye çalışmaktadırlar. Türkler ve Kürtler arasında pompalanan çatışmak ortam, yerel kavgalar, intikamcı duygular ülkemizdeki emekçilerin iktidara gelmesine darbe vurmaktadır.
Emekçi kardeşlerimiz öfkelerini patronlara, sermaye sınıfına ve tüc-carlara yönelteceklerine, karşılarında düşman olarak yine emekçileri görmektedirler. Bu durum tehlike arz etmektedir. Her iki tarafta yük-selen milliyetçilik ile mücadele etmek de güncel olarak zorunludur.
Türk ve Kürt patronları kol kola girmişken, bunların karşısına emek-çilerin cephesini oluşturmak ve hesap sormak esas hedefimizdir. Düşmanlaşmaya ancak bu şekilde son verilebilecektir.

Komünistler eşitlikçidir. Dillerin ve kültürlerin özgürce geliştirilme-sinin dokunulmaz haklar olduğunu herkes için savunuruz; farklılıkların halkımızı bölmemesi için mücadele ortaklığını öneririz.
Türkiye`nin Osmanlı ve Cumhuriyet geçmişlerinde Ermenilerin kitle halinde öldürülmesine; Rumların, Süryanilerin göçüne sahne olduğu biliniyor. Bunların hiçbirinin üstü örtülmeye kalkışılmamalıdır. Ancak bu acıların tarafları etnik veya ulusal kimlikler olarak tanımlanarak; ne özür dilemekle, ne yüzleşmekle halkların arasındaki mesafeyi kapatmak mümkün olamaz. Üstelik insanların birbirlerine sadece milli duyguları nedeniyle acı çektirdiği düşüncesi, tarihsel bir yanılgı, daha doğrusu saptırmadır. Halkların acılarından kâr edenler vardır! Açığa çıkarılması gereken budur. Halkları birleştirecek, yaraları saracak olan şey emperyalizme, sömürücülere, gericiliğe karşı mücadeledir. Yoksa halklar emperyalistlerin elinde oyuncak olmaktadır.
Bahsi geçen olaylar; emperyalist paylaşım savaşıyla, Türkiye`deki uluslaşmanın genç ve yağmacı bir sermaye sınıfının önderliğinde yürütülüyor olmasıyla ve başka bir dizi faktörle bağlantılıdır.
Soykırım kavramı üstüne yapılan tartışmaların da sağlıklı bir zeminde sürdürülmesi aşağı yukarı olanaksızdır. Bu kavram, Türkiye ile başka devletler arasındaki çekişmelerin enstrümanı haline gelmiş, tarihsel ve bilimsel içeriğinden, halklarımızla ilgili kültürel ve siyasi anlamından uzaklaşmıştır.
Tehcir politikası sonucunda Ermeniler büyük bir katliama ve zorunlu göçe maruz bırakılmıştır. Bütün insanlığa ders olması gereken büyük bir yıkım yaşanmıştır. Ancak sistemli ve esasında İkinci Dünya Sava-şı`ndan sonra yeniden tanımlanan haliyle bir soykırımdan söz edilmesi mümkün görünmemektedir. Dağılan bir devletin, emperyalist paylaşımın konusu haline gelmiş toprakları üzerinde büyük ve geri dönüşsüz bir felaket yaşanmıştır. Ancak faturası Osmanlı`nın devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti`ne değil, emperyalist ülkelere kesilmelidir. Devamında Anadolu`nun işgali ve bölge bölge paylaşılmış olması da bu büyük felaketin asıl sorumlularını açıkça göstermiştir.
Bugün de Ermeni sorunu, halkların kardeşliğini tesis etmekten ziyade, emperyalist politikaların bir aracı olarak gündemde tutulmakta; ABD`de, Fransa`da soykırım iddiaları Türkiye`ye dönük bir tehdit olarak kullanılmaktadır. Türkiye`deki gerici iktidarlar da milliyetçi duygulara oynayarak, bu konu üzerinden emperyalizm işbirlikçisi yönelimlerini örtmeye çalışmaktadırlar.
TKH emperyalist manipülasyonlara hapsolan tartışmalardan uzak durmakta, halkların acılarını paylaşmakta, çarenin ortak mücadeleden geçtiğini savunmaktadır.